Savaş’ın ölümü ile “sığınağımı” yitirdim. Hani insan bazen çaresiz kalır ve ana rahmine dönmek ister ya… O sonsuz korunaklı bölgeye çekilmek ister ya… Birkaç kez yaşamışlığım var. Ana gibi olamaz ama gerçek dost da böyle bir şeydir. Bir sığınaktır, bir güvence imgesi… Belki hiç gitmeyeceğiniz, hiç ihtiyaç duymayacağınız bir yerdir, ama varlığı önemlidir. Ütopya gibi… İyi ki seni tanımışım be Savaş…
Sunuş
Sevgili dostumuz, ağabeyimiz, dergimizin kurucularından ve İzmir Temsilcisi Y. Savaş Emek’i bundan tam bir yıl önce, 20 Ocak 2014’te yitirmiştik. Ölümünün ilk yıldönümünde kendisini anmak istedik. Nalân Mahsereci arkadaşımız, Savaş’la ölümünden önce yaptığı geniş söyleşiler ve Savaş’ın dostlarının onunla anılarından oluşan bir kitap hazırlığı içinde. Birkaç aya çıkar. Okuyacağınız yazı yayın yönetmenimiz Ender Helvacıoğlu’nun bu kitap için yazdığı makaledir.
Savaş Emek, kendisini tanıyan insanlar üzerinde derin izler bırakan bir kişilikti. İz bırakan bol anı bırakıyor demektir. Dolayısıyla onunla pek çok anım var. İlk aklıma gelenleri aktarayım.
Nasıl tanıştık?
1991 yılıydı sanırım; Ankara’da toplanan 1. Çevre Şurası’nda tanıdım Savaş’ı. Ben İşçi Partisi temsilcisi olarak gelmiştim; Savaş da SOS Akdeniz temsilcisiydi. Melih Baş, Nesrin Timur, Timur Danış, Melih Ergen ve diğer bazı sosyalist/yeşil delegeler de vardı. Hükümet’in düzenlediği bir şura. Sürüyle devlet görevlisi, bakanlık yetkilisi orada. Katılımcılar çeşitli komisyonlar oluşturacak. Biz az kişiyiz. Yeşili sosyalisti bir araya geldik. Savaş’ın önerisiyle sanırım, dedik ki, çeşitli komisyonlara dağılırsak bir etkimiz olmaz, tek bir komisyona yoğunlaşalım. Anımsadığım kadarıyla “Çevre ve İktisat Komisyonu” muydu neydi, hepimiz oraya doluştuk. 5-6 kişi o komisyonda ciddi bir ağırlık oluşturduk. Kapitalizm, endüstriyalizm, vb, devlet görevlilerinin aklını oynatacak tartışmalar yaptık orada. Dışımızdaki birkaç kişiyi de etkiledik. Şura’da rapor hazırlayamayan tek komisyon bizimki oldu! Devlet tarafından atanan komisyon başkanının halini düşünsenize… Rapor yazılsa bizim fikirler oraya girecek; hazırlamasa çalışmamış gibi olacak. Bütün raporların sunulduğu son oturumda adam “raporumuz yok, ben çıkıp bir sunuş yapayım” dedi. Yer miyiz? “O zaman biz de komisyondaki ağırlıklı muhalefetin temsilcisi olarak konuşuruz” dedik. Sonuçta ne rapor çıktı ne de sunuş yapılabildi.
Savaş’ı o şurada tanımıştım. Hemen ısındık birbirimize, arkadaş olduk; dostluğumuzun başlangıcı böyledir.
Bilim ve Ütopya’daki tartışmalar
1993 yılında Aydınlık günlük gazeteyi çıkarma kararı verdi İşçi Partisi. Sosyalist bir günlük gazeteye bir bilim eki yakışır dedik, Bilim ve Ütopya adlı bir Pazar eki çıkarma kararı aldık. Sorumlusu da bendim. Hazırlıklara başladık. Ankara’da akademisyen arkadaşımız Serhat Özyar da destek verdi. Savaş ve ekibini de bir şekilde gazeteye katmaya çalışıyoruz. İzmir’e Savaş’la görüşmeye gittim; bilim ekine katkı yapmasını istedim. “Oğlum” dedi, “benim ne ilgim var bilimle milimle”… “Farklı bir ek düşünüyoruz” dedim, “sizin de yeriniz var, tartışacağız orada”. Sonunda ikna ettim Savaş’ı, tüm gücüyle destekledi eki. Bilim Eki’nin adı da o tartışmalar sırasında şekillendi: Bilim ve Ütopya. Yeni ne salt bilim ne salt ütopya, hem bilim hem de ütopya! Klasik bilimciler, ben ve Serhat gibi bilimsel sosyalistler, Savaş gibi ekolojistler, Kağan gibi eko-sosyalistler, Firdevs Gümüşoğlu gibi sosyalist-feministler, Filiz Kerestecioğlu gibi kafadan feministler, Nesrin Timur gibi sosyo-eko-feministler… bir acayip ek çıkardık Aydınlık gazetesinde.
Benim “Parantez”, Savaş’ın da “Ekotopya” adlı köşeleri vardı ekte. O köşelerde hem tatlı tatlı hem de ciddi ciddi tartışmıştık Savaş’la. Kapitalizm, sosyalizm, endüstriyalizm üzerine… O mevcut bilim sistemini eleştirir, öte yandan sosyalizmin de endüstriyalizmi aşamadığını yazardı. “Ekolojist Halk Devrimi” diye bir kavram atmıştı ortaya. Ben de “iyi güzel de kaldıracınız nerede arkadaşım?” diye sorardım, “kim olacak bu devrimin öncüsü?”… Zaman zaman Serhat gibi bilimciler de karışırdı tartışmaya.
Savaş bu “kaldıracınız nerede?” sorusuna kafayı takmış, “bizim buna bir yanıt vermemiz gerekir” der dururmuş. Proletarya da endüstriyalist bir sınıf ya, düşünmüş, taşınmış, “köylüler” demiş. Sonraları, dünya güzeli bir yere santral yapılmasını protesto için giden gençlerin, iş bulma umudundaki köylüler tarafından kovalandığını duyunca, “yok yahu” demişti, “bunlarla da olmaz”.
Aydınlık günlük gazete bir yıl sürdü; Mayıs 1994’de kapandı, haftalığa döndü. Ama Bilim ve Ütopya eki ve bu ekte yaptığımız tartışmalar iki önemli ürün verdi: Bilim ve Ütopya dergisi ile Ütopyalar Toplantısı. Temmuz 1994’de başlamıştır ikisi de…
Bilim ve Ütopya dergisinin 8-9 kurucusu vardır ama üçü öne çıkar: Ben, Serhat ve Savaş. O zamanlarda oluşmuş bir espri vardı aramızda: Bilim ve Ütopya’nın “bilim”i Serhat’tır, “ütopya”sı ise Savaş; ben de “ve”siyim.
Serhat’ı beynindeki tümör çok genç yaşta aldı aramızdan. İşte Savaş da öldü, yine beyni etkileyen tümör… Ben yapayalnız, çırılçıplak bir “ve” olarak kalıverdim ortalıkta… Benim de beynimde iki tümör: Serhat ve Savaş… Bilim ve Ütopya…
Neyse ki o “ve”den genç arkadaşlarımın katkısıyla bir Bilim ve Gelecek çıkardık.
Ütopyalar Toplantısı başlıyor…
Ütopyalar Toplantısı’nın yaratıcısı Savaş’tır. Savaş nereye gittiyse bu toplantılar da orada yapılırdı. Önce Datça, sonra birkaç tanesi Ürkmez Ütopya Tatil Köyü’nde ve on yıldır da Savaş’ın inzivaya çekildiği Karaburun’da.
İlk toplantıya beni zorla getirtmişti. 90’lı yıllar, ülkenin özellikle doğusu yanıyor, biz dergiler çıkarıyoruz, partiyi örgütlemeye çalışıyoruz… Datça’da bir hafta boyu ütopya tartışmaya ayıracak zamanım mı var? Ama Savaş ısrar edince gittim tabii, partiden azar işitmeyi göze alarak. Bir tür imzalanmamış anlaşma olmuştu aramızda. Ben nasıl onun gibi ütopyacı bir ekolojisti zorla bilim dergisine kurucu ve yazar yaptıysam, o da benim gibi sosyalist bir bilimciyi ütopyalar toplantısının müdavimi yaptı. Karşılıklı bedel ödenmesi yani! İyi ki de ödemişiz; dostluğumuz bu iki pratikte sınandı ve pekişti.
İlk Ütopyalar’da her türden sosyalist ve yeşil var; feministler ve anarşistler de cabası. Bilim ve Ütopya’da yaptığımız tartışmalar oraya da taşındı doğal olarak. Ama asıl çetin tartışmalar sosyalistler arasında oluyor. Savaş, sunuş yapma konusunda da zorlamıştı beni. Sonradan anlatmıştı: Diğer sosyalistler Savaş’a, “Ulan” demişler, “Sen herhalde İşçi Partisi’nin gizli merkez komite üyesisin. Yoksa kimse bu Aydınlıkçıyı böyle bir topluluk önünde konuşturamazdı.”
Savaş’ın yıllar boyu -üstüne de ekleyerek- tekrar tekrar anlattığı Datça’daki ilk toplantılardan kalma bir anımız da şöyle: Datça’dayız ya, Can Yücel de katılıyor toplantılara. Can Baba bilinir, hele iki kadeh de içerse lafını esirgemez, ağzına geleni söyler, bol küfürlü de konuşur. Savaş benim hakkımda şöyle bir gözlem yapmış: “Bizim Ender o zamanlar toy, mahcup bir delikanlı, yanında eşi (Firdevs) de var. Can Baba laf atmaya başlayınca yüzü kızarıyor, renkten renge giriyor, bir şey de söyleyemiyor. Ama zamanla kaşarlandı, yüzü kızarmaz oldu.”
Gerçekten de öyle. Ben uzun uzun ekolojik sorunların sosyalizmle çözüleceğini anlatırken, Can Baba elinde rakı kadehi laf atar: “Ender, Ender, Aral Gölü’nün a..na sizinkiler koymadı mı?” Sadık Usta da nasibini almıştır. O da sosyalizm ve ütopyacılık üzerine konuşurken arkadan bir ses: “Amma kafa s..tin be Sadık!”
Can Baba mertebesi diye bir şey var. Duyduğumuzda yüzümüzü kızartan laflar bile, onun ağzında sırıtmıyor. Bir tür “delidir, ne yapsa yeridir” mertebesi. O tür adamların gelebileceği son mertebe. Savaş da sanki son 5-6 yıldır o mertebeye erişmişti. Ütopyalar toplantısını düzenler, ama hiç sunuş yapmaz, sunuş yapanlara hınzır hınzır laf atardı. Herkes o mertebeye gelemez. Taşı gediğine koyabilmek lazım. Savaş bu işin ustası olmuştu son yıllarda.
Devrimden sonra bakanlıklar nasıl paylaşılacak?
Yine bir gün demlenirken Savaş’a “devrimden sonra seni çevre bakanı yaparız” demiştim. Düşündü, düşündü, “yok öyle şey” dedi. “Hepiniz kapacaksınız sanayi bakanlığını, tarım bakanlığını, ülkenin içine edeceksiniz, sonra gel Savaş temizle… Yağma yok, sanayi bakanı ben olacağım. Ülkede bir tane santral, bir tane fabrika bırakmayacağım. O zaman çevre bakanlığına da gerek kalmaz.”
Savaş, İşçi Partisi, TKP…
Savaş çekirdekten Aydınlıkçıymış, o yıllarını bilmiyorum. Ama her zaman partide aykırı bir adammış. 2-3 kere partiden atılmış, geri gelmiş. 2-3 dememin nedeni üçüncüsünün yürürlüğe konup konmadığının net olmaması. Atılma nedenleri üzerine pek konuşmamıştık, ama siyasi olmadığını söylemişti.
Sanırım 2002 yılıydı. Henüz İzmir’de olan Savaş bir gün telefon etti: “Ender, hadi Levent’le (Gedizlioğlu) gelin, tutun elimden beni İşçi Partisi’ne götürün, üye olacağım. Ben kendim gidemem, başka bir şey sanırlar.” Ben İzmir’e gidemedim, ama Levent’le birlikte gitmişler, üye olmuş. Üye olurken İP yöneticisi, “rüzgâr partimizden yana esiyor, bakın Savaş da geldi” gibisinden bir laf etmiş. Savaş o gün söylememiş ama buna bozulmuştu. Birkaç ay sonra buluştuğumuzda bana “ulan ben rüzgârla gidip gelecek adam mıyım” diye dert yanmıştı.
Üye değilken Levent’le bana takılırdı: “Hasbelkader iktidar olursanız, bana ne yapacakları belli olmaz. Siz bana bir kartınızı verin, arkasına da ‘yakın arkadaşımdır’ diye yazın. Gösterir kurtarırız belki.”
İşin ilginç yanı, Savaş İP’e üye olduktan yaklaşık bir yıl sonra ben ve Levent partiden istifa ettik. Savaş hemen açtı telefonu: “Beni zorla üye yaptınız, sonra çekip gittiniz. Ne yapacağım şimdi?” İstifamdan sonra ilk görüştüğümüzde de espriyi patlatmıştı: “Ender, istersen bir kartımı vereyim!”
2013 Haziran’ı sonlarında TKP’ye üye oldum; bir hafta sonra da Karaburun’a gittim 19. Ütopyalar Toplantısı için. Gece Ergin Restoran’da otururken, kafayı çekmiş olan Savaş masamızın yanına geldi: “Ulan Ender, bu yaşından sonra revizyonist mi oldun?” Kuramsal tartışmanın yeri ve zamanı değil. Ben de bir kontr çakayım dedim: “Ulan Savaş, senin İP ile ne ilgin var? Benden çok eleştiriyorsun. Hâlâ üyesisin.” Birden ciddileşti: “Genel başkanı içerde olan partiden istifa etmek yakışık almaz. Hele bir çıksınlar, düşünürüz.”
Savaş Emek, Doğu Perinçek ve arkadaşlarının tahliyelerini göremedi. Tahliyelerden 1,5 ay önce 40 yıllık bir Aydınlıkçı ve İşçi Partisi üyesi olarak öldü. Hastanede yatarken bir ameliyat öncesi bana telefon etti: “Ender, kan lazım.” Hemen facebook’a yazdık, arkadaşlara haber saldık. TKP’li gençler sıraya girmiş, kan vermişler. Ameliyat sonrası “Bundan böyle odama her gün bir gazete daha gelecek” diye yazmıştı. Gerçekten de o günden sonra her sabah, Aydınlık ve Cumhuriyet’in yanı sıra bir de soL gazetesi getirtti odasına. Zaten on gün geçmeden, TKP’li gençlerin kanıyla doğaya karıştı kadim Aydınlıkçı Savaş.
Bilim ve Gelecek
Bilim ve Ütopya’dan (daha doğrusu İP’ten) ayrılıp Bilim ve Gelecek’i kurduğumuzda Savaş hiç tereddüt etmeden yanımızda yer aldı. Abone topladı, İzmir temsilcisi oldu, İzmir kitap fuarlarında dergi standımızı açtı. Ütopyalar Toplantısı’nın Bilim ve Gelecek çatısı altında düzenlenmesini de o istedi.
Bilim ve Gelecek’in yayın çizgisinde kendine pek yer bulamazdı, pek yazısı da yoktur. “Anlıyorum” derdi, “Ülkenin bu halinde dergide ütopyacılık, ekolojistlik falan yapmak doğru olmaz.”
Yine bir kitap fuarında Savaş standımızı bekliyor. Gece demlendikten sonra bana telefon açtı: “Çocuğum, böyle kapak mı yapılır? Nal gibi yazmışsın: Hz. Muhammed peygamber mi? Adamın anasına küfret daha iyi. Çabuk gel İzmir’e.” Meğer standa gelip gidenlerden bu dergiye mırın kırın edenler olmuş. Savaş da bakmış olmuyor, kestirip atmış: “Arkadaş ben işçiyim. Haber vereceğim patrona, gelsin ona sorarsınız.”
“Kopernik”, “Galileo” kapak dosyalarından da pek haz etmezdi. “Yahu Ender” derdi, “bunlar ‘Allah razı olsun’ kapakları.” Anlaşamazdık bu konuda. “O zaman” dedim, “Sana bir köşe verelim. Adını da ‘Allah razı olsun’ koyalım. Sen burada istediğini yaz.” Hoşuna gitmişti bu fikir, ama rakı sofrasında kaldı.
Savaş ölene kadar Bilim ve Gelecek’e destek oldu. İyice inzivaya çekildiği, evinden çıkmaz olduğu son zamanlarda, “Bilim ve Gelecek Karaburun Bodrum Mevkii Temsilcisi” derdik ona.
İnanılmaz örgütçülüğü
Savaş Emek, hayatımda gördüğüm en müthiş örgütçüydü. Çetrefil sorunları onun kadar basitçe ve hızlı çözen bir başka kişi daha tanımadım. O yönünün hayranıyımdır.
Yine bir ütopyalar toplantısındayız. Ankara’dan gençler gelmiş, ama dönecek paraları yok. Utana sıkıla söylediler bize. Savaş’a dedim ki, “Bir toplantı yapalım. Herkes için bir hedef koyalım. Sonra tek tek konuşup para toplayalım.” “Bırak Allah aşkına Ender” dedi, “Bu işler öyle olmaz, bana bırak sen.” Toplantı sürerken elinde bir şapka ortaya atıldı. “Hadi bakalım arkadaşlar” dedi, “Pamuk eller cebe, gençlere dönüş parası lazımmış.” Sonra “Ender sen 20 kâğıt çık, Levent sen zenginsin 50 kâğıt ver” diye diye, beş dakikada ihtiyaçtan fazlasını toplayıverdi. Parayı gidip gençlere verdi: “Alın bu dönüş parası, üstünü de gidin rakı için.”
İlk kurşun
Savaş’ı Karaburun’a yerleştiği ilk zamanlar eleştirirdim: “Senin gibi deneyimli, birikimli adam, Karaburun gibi ücra bir köşeye gelmiş tıkılmış, bir şey yazdığın çizdiğin de yok.” Bu eleştiri haklı mıdır haksız mı, hâlâ düşünürüm.
Neyse, yine bir gece bu tür bir eleştiri yaptığımda, hafif çakır keyif Savaş, “Hiç öyle deme Ender” dedi. “Bak, Karaburun bu ülkenin en uç noktası. Stratejik bir bölge. Emperyalistler işgale buradan başlayabilir. Ben burayı bekliyorum. Geldiklerinde ilk kurşunu atacağım.” Sonra gülümseyerek eklemişti: “Ama emperyalistlerden bir ricam var. Akşam 6’dan önce gelsinler. (Savaş her akşam 6’da demlenmeye başlar, 9-10 gibi de sızardı) İlk kurşunu attı ama ıska geçti diye tarihe kalmak istemem.”
Adım adım inzivaya çekilme
Savaş’ın son on yılı, adım adım daha da koyu bir inzivaya çekilme sürecidir. Önceleri İzmir’de her akşam dostlarıyla Alican’da buluşur içerdi. Sonra İzmir’de tek başına bir ev tuttu, Alican’a gitmez oldu, evde içmeye başladı. Biz İzmir’e geldiğimizde zorla alır götürürdük Alican’a. Sonra Karaburun’da bir ev kiraladı, kışları İzmir’de, yazları Karaburun’da kalmaya başladı. Sonra Karaburun’da bir ev aldı ve tamamen oraya yerleşti. Son yıllarda evden de çıkmaz olmuştu; köpeği Kıtmir ve sayısız kedisiyle yaşıyordu. “Bir gün ölüp kalacaksın, bu kediler seni yiyecek” derdim ona.
Savaş gibi bir eylem adamı ve örgütçü neden böyle inzivaya çekildi? Çok düşünmüşümdür bu konuda. Sanırım çeşitli hayal kırıklıkları… Önderlerinden biri olduğu yeşil hareketin giderek emperyalist-kapitalist ideolojik hegemonyanın kapsamı içinde kalması onu derinden yaralamıştı. Ağaçkakan dergisi ile bu eğilime bayrak açmış ve etkili de olmuştu. Ama giderek bu etki de zayıfladı, dergiyi kapamak zorunda kaldı. Ağaçkakan’ın kapanması Karaburun sığınağına çekilmesinde etkili oldu.
Kişisel nedenler de vardı sanırım. Bir gece telefon açtı, belli ki iyice zom olmuştu: “Düş bitti be Ender, düş bitti!” dedi ve telefonu kapadı. Kötü bir şey yapar mı acaba diye korkmuş, atlayıp gitmiştim Karaburun’a. Dertleştik “biten düşler” üzerine, ama aramızda kalsın…
Kışları Karaburun’da yapayalnız kalırdı. “Param olsa” derdi, “Bir kamyon tutacağım, İzmir’den dolduracağım kasasına gençleri. Gelsinler sahilde dolaşsınlar, koşsunlar oynasınlar. Ben de onları seyredeyim.”
Bir sohbetimizde “Nasıl gidiyor işler, var mı takılan?” diye sorduğumda, “Ender” demişti, “Karaburun bir uç yer, son nokta. Geçerken uğranacak bir yer değil. Buraya ancak benim gibiler düşer, onlardan da bir hayır gelmez.”
Bir hayali vardı. Bir gün 24 yaşında (kesinlikle daha yaşlı değil) deli dolu bir genç kız çitten atlayarak (kesinlikle bahçe kapısından değil, çitten atlayarak) gelecek ve onunla söyleşi yapacaktı. Sadece söyleşeceklerdi, başka bir şey değil… Gel ey Seher…
Ölümü neden bu kadar sarstı beni?
Çocuk denecek yaşta ölümü tanıdım. Babaannemin cesedini öptüğümü anımsıyorum. 70’li yılların sonlarında, o korkunç günlerde yanı başımda arkadaşlarım kurşunlandı, düştü. Faşistler tarafından boğularak öldürülen arkadaşlarımı morgda tanımak zorunda kaldım. Ölüm, sarı-mor karışımı bir renk; kahrolası, pis, ürkütücü bir renk… Sonraları çok sevdiğim dostlarımı yitirdim tek tek: Serhat, Hakan, Feyza, Fahir, Işık, Kağan…
Ama Savaş’ın ölümü bir başka etkiledi, bir başka sarstı beni. Neden?
Savaş benim “kalın hat danışmanı”mdı. Özellikle anti-emperyalizm konusunda. Sezgisel olarak tutum alırdı ve hiç yanılmazdı. Kafam karıştığında ona danışırdım. Ama bu da neden bu kadar sarsıldığımı açıklamaz. Başka bir şey var.
Savaş’ın ölümü ile “sığınağımı” yitirdim. Hani insan bazen çaresiz kalır ve ana rahmine dönmek ister ya… O sonsuz korunaklı bölgeye çekilmek ister ya… Birkaç kez yaşamışlığım var. Ana gibi olamaz ama gerçek dost da böyle bir şeydir. Bir sığınaktır, bir güvence imgesi… Belki hiç gitmeyeceğiniz, hiç ihtiyaç duymayacağınız bir yerdir, ama varlığı önemlidir. Ütopya gibi…
Savaş’ın ölüm haberi geldiğinde, kendimi bir an yapayalnız, ortalıkta çırılçıplak, sığınaksız hissettim. Gerçek bir dostun yitimi galiba böyle bir şey. Ölenle, siz de ölüyorsunuz biraz…
Ne gariptir, kendimi geleceksiz hissettim. Savaş’ın son on yılı hiç de kendime biçtiğim bir gelecek değil oysa ki… Acaba öyle mi Ender? Neden sarsıldın böyle bir sığınak imgesini yitirdiğinde o zaman? Düşlerin -en azından kendi yaşam süremiz içinde- bittiği olasılığında da bir sığınağa, bir dosta ihtiyacımız var demek ki…
İyi ki seni tanımışım be Savaş…