Bugüne dek, her biri önemli hikâyeler barındıran binlerce gemi kalıntısı keşfedildi. Sualtı arkeolojisinin çabasını sergilemek üzere aralarından 10’unu seçmek zor ve öznel bir iş. Hangisini seçersek seçelim, her biri dönemin profiline ve insanlarının yaşantılarına açılan bir pencere. Ayrıca hepsi, denizlere yelken açan atalarımızın ne kadar yaratıcı olduğunun birer kanıtı.
James P. Delgado / Çev. Şule Dede
Sunuş: http://www.archaeology.org/exclusives/articles/632-shipwrecks- Titanik-mary-rose-vasa-spanish-armada-monitor-hunley adresinden aldığımız makaleyi, çevirerek sunuyoruz.
Bir gemi batığına ilişkin ilk bilimsel arkeolojik kazı sadece 50 yıl önce gerçekleştirildi. Bugüne dek, her biri önemli hikâyeler barındıran binlerce gemi kalıntısı keşfedildi. Sualtı arkeolojisinin çabasını sergilemek üzere aralarından 10’unu seçmek zor ve öznel bir iş. Fakat hangisini seçersek seçelim, her biri dönemin profiline ve insanlarının yaşantılarına açılan bir pencere. Ayrıca hepsi denizlere yelken açan atalarımızın ne kadar akıllı ve yaratıcı olduğunun birer kanıtı. Kalıntıların öyküleri, pek çok tehlikeye ve zorluğa rağmen arkeologların neden gemi kalıntılarını araştırmaya ve ortaya çıkarmaya kendilerini adadıklarını anlamamızı sağlıyor. İlk kazıların ilkel dalış ekipmanlarından günümüzün gelişmiş uzaktan algılama ve kontrol teknolojisine varan yolculuklarında, arkeologlar geçmişe ilişkin araştırmalarımızda erişilmez bir alan olmadığını gösterdi.
1) Gelidonya Burnu ve Uluburun batıkları
Tunç Çağı’ndan kalma, bugüne kadar günyüzüne çıkarılmış en eski iki gemi batığı, yükleriyle birlikte Türkiye kıyılarında bulundu. 1960’da Gelidonya Burnu açıklarında bulunan batık, deniz yatağında bir bütün olarak kazılmış ilk antik gemidir. (2010 yılında sahada yapılan yeni kazılarda ek buluntular keşfedildi.) MÖ 1200 civarına tarihlenen geminin Kıbrıs ya da Suriye asıllı bir gezgine ait olduğu düşünülüyor. Batıktan çıkarılan bir tondan fazla bakır külçe, bronz aletler, silahlar ve metal işleme araçları, gezginin bir metalci olduğuna işaret ediyor.
Gelidonya Burnu kazısına kadar, pek çok kazı alanında bulunan Yunan eserleri, antik dönemde Akdeniz deniz ticaretinin Mikenler’in hâkimiyetinde olduğunu düşündürtmüştü. Ne var ki sualtı arkeolojisinin babası sayılan George Bass’e göre, gemi kalıntısından çıkarılan el yapımı eşyalar bunun doğru olmadığını kanıtlıyordu. Bass, Yakındoğulu denizcilerin ya da Fenikelilerin antik dönemde denizleri ve ticareti kontrol ettiğini öne sürüyordu. Bu hipotez 1984-94 yılları arasında yapılan Uluburun kazısında doğrulandı. Yaklaşık olarak MÖ 1330’lardan kalma ve Kenanlılara ya da Kıbrıslılara ait olduğu tahmin edilen Uluburun batığında Baltık ülkelerinden Ekvatoral Afrika’ya, Akdeniz ülkelerinden Yakındoğu’ya kadar en az 11 antik kültüre ait ham ya da işlenmiş lüks nesne çıkarıldı. Ayrıca bu en eski gemi kalıntısının titiz bir canlandırmasında, geminin omurga parçaları yeniden üretildi.
Cemal Pulak, süregiden araştırmasında Bass’in hipotezini kanıtladı. Pulak, 3000 yıldan uzun bir süre önce ilk Fenikelilerin hâkimiyetinde olan karmaşık ve gelişmiş bir deniz ticareti ağının varlığını gösterdi. Bu iki gemi sayesinde, eski uygarlıkların kendilerine “küresel bir ekonomi” kuran bilgili denizciler olduğunu artık biliyoruz. Ayrıca Gelidonya Burnu kazısı, hem dünya standartlarında bir müze olan Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin hem de kendini kazılara ve önemli gemi batıklarına ilişkin çalışmalara adamış, dünyanın önde gelen bilimsel kuruluşlarından biri olan Denizcilik Arkeolojisi Enstitüsü’nün (Institute of Nautical Archaeology – INA) kurulmasını sağladı.
2) Bajo de la Campana batığı
Arkeologlar tarafından kazılan, Fenikelilere ait ilk batık Bajo de la Campana, İspanya kıyılarında bulunan Cartegana bölgesinden çıkarıldı. 2700 yıl öncesinden kalan gemi karaya oturmuş ve deniz yatağına saçılan yükü bir deniz mağarasında kümelenmişti. Mark Polzer ve Juan Pinedo Reyes yönetiminde gerçekleşen kazıda, gemi teknesinin parçalarıyla birlikte büyük miktarda seramik ve tunç eserler ile çamfıstığı, fildişleri kehribar ve kurşun bulundu. Fildişlerinin arasında sahiplerinin isimleriyle birlikte gömülmüş örnekler de mevcuttu.
Bajo de la Campana’nın Doğu Akdeniz’den batıya doğru -en azından Cadiz’e kadar- seyreden bir ticaret gemisi olduğu düşünülüyor. Buluntulardan büyük bölümü, batığın bulunduğu yerin civarındaki yerlilerden alınmış fildişi ve kurşun gibi hammaddelerden oluşuyor. Buluntuların büyük bölümünün madenlerden oluşması tesadüf değil. Dokuma ve maden işlemeciliği konusunda yetkin olan Fenikelilerin İspanya kıyılarına yaptıkları seferlerin ana amacı da özellikle demir cevheri olmak üzere çeşitli madenler edinmekti.
Bajo de la Campana batığı Polzer ve Pinedo tarafından Cartegana Sualtı Arkeoloji Müzesi’nde hâlâ inceleniyor; fakat şimdiden geniş bir deniz ticareti ağının kanıtları sunulmuş durumda. Gelidonya Burnu ve Uluburun batıkları gibi, Bajo de la Campana batığı da deniz ticaretinin kültürleri birbirine bağladığını ve ticaret imparatorluğunun kurulmasına yardımcı olduğunu ispatladı. Ayrıca, nihayetinde Roma’nın büyüyen gücü ile karşı karşıya gelmekten kaçamamış Fenikelilerin bir zamanlar Cartaga Nuovo (bugünkü Cartegana) gibi kolonileriyle Batı Akdeniz’e hâkim olduğunu gösterdi.
3) Girne batığı
MÖ 4. yüzyılda Yunanlara ait bir ticaret gemisi olan Girne batığının keşfi ve kazısı Kıbrıs kıyılarında yapıldı. İyi korunmuş olan batık, antik seramikler üzerindeki resimlerde sık sık görülen klasik Yunan gemilerinin yapısıyla ilgili güçlü veriler sunuyor. Girne batığı buluntuları arasında, değirmentaşı, büyük bir bakır kazan, çömlek, madeni para gibi nesneler var.
Girne batığı ile ilgili incelemeler, Michael Katzev tarafından yürütülüyordu; fakat Katzev 2001 yılında yaşamını yitirince araştırmayı eşi Susan Katzev tamamladı. Buna göre gemi MÖ 306 civarında, Rodoslu dört mürettebatla birlikte battı. Gemi gövdesine gömülü halde bulunan sekiz demir mızrak, geminin bir korsan saldırısı sonucu battığını düşündürüyor. Yaklaşık iki bin yaşındaki bu kurban, korsanlığa ilişkin en eski fiziksel kanıt. Koruma ve yeniden inşa işlemlerinden sonra gemi Girne Kalesi’nde sergilenmeye başlandı. Ayrıca deneysel arkeolojinin başarılı bir uygulaması olarak, 1985’te geminin bir kopyası olan Girne II denize açıldı. Bu yolculuk, günümüzde yok olmuş gemilerin becerileri ve biçimleriyle ilgili arkeologların daha fazla bilgi sahibi olmasını sağladı.
4) Kubilay Han’ın donanması
Tarihte deniz yolu ile yapılan en büyük istila girişimleri 1274 ve 1281 yıllarında, Kubilay Han’ın denetimindeki Moğol, Çin ve Koreli askerler ile denizciler tarafından girişildi. Efsaneye göre, 1281’deki saldırıya binlerce gemi ve yüz bini aşkın insan katılmıştı. Her iki girişim de Kubilay Han’ın Japonları Moğol İmparatorluğu içine alarak asimile etme planının bir parçasıydı ve her ikisi de başarısız oldu.
Hem Japon efsanesi hem de Marco Polo, yenilginin nedeninin bir fırtına olduğunu belirtiyor. Anlatılarda bu fırtına, kurtuluş için dua eden inananlara yanıt olarak gönderilmiş kutsal bir armağandır ve “kutsal rüzgâr” anlamına gelen “kamikaze” adını alır. 2 Dünya Savaşı’nda Japon pilotlarının düşman gemilere düzenledikleri intihar saldırılarının ismi, buradan esinlenilerek verilmiştir.
1980’lerden beri, özellikle son yıllarda, Torao Mozai ve Kenzo Hayashida liderliğinde yapılan arkeolojik araştırma ve kazılarda silah, zırh, erzak kabı, kişisel eşyalar gibi pek çok el yapımı nesne ile bazı gemilerin parçalanmış kalıntılarına ulaşıldı. Çin savaş gemilerine ilişkin Randall Sasaki ve Jun Kimura’nın yaptığı incelemeler, Çinlilerin gemi yapımı ve denizcilik teknolojisinin dönemin Avrupasına kıyasla oldukça gelişmiş olduğunu gösterdi. Kazılarda, mancınıklara yerleştirilmek üzere barut ve metal şarapnellerle doldurulmuş pişmiş toprak kabuklar bulundu. Bunlar, en eski sualtı bombaları olarak nitelendiriliyor. Ayrıca arkeolojik araştırmalar, Japonların savunmasının ve zaferinin detaylarına dair sınırlı kanıtların çeşitlenmesini sağladı.
Buluntular savaşta ateş gemilerinin (bu tekneler tutuşturulup düşmana doğru sürülüyor) kullanıldığını ve güvertelerde göğüs göğse çarpışmanın da olduğunu açık bir biçimde kanıtladı. Bu çabalar, mevsimsel tayfun ortalığı kasıp kavurana kadar, istilacıları kıyılardan uzak tuttu. Ayrıca kazılar, saldırı gemilerinin savaşa girmek için acele ettirildiğini, gemilerden bazılarının önceki savaşların tahribatlarını barındırdığını ve bazılarının ise aceleyle inşa edilmiş olduğunu gösterdi. Anlaşılan o ki, istilacıların yetersiz hazırlıkları, kuşatmanın düşmanın inatçılığı sebebiyle uzaması ve sonunda fırtınaya dönen hava koşulları birleşince, yenilgi kaçınılmaz oldu.
Bu arkeolojik keşifler hem bir efsaneyi yaşama döndürdü, hem de Asya’daki deniz savaşlarıyla ilgili bilgi birikimimizin büyük ölçüde artmasını sağladı.
5) Skuldelev gemileri
1962’de başlayan ve son zamanlardaki keşiflerle devam eden araştırmalar, Danimarka’nın eski başkenti Roskilde’in sığ sularında 11. yüzyıla ait bir grup Viking gemisini günyüzüne çıkardı. Yük gemisinden savaş gemisine kadar çeşitlenen gemiler, taşla doluydu ve bir deniz kanalını istilacılara karşı kapatmak amacıyla batırılmıştı. Araştırma sonuçları, gemilerin analizi ve yeniden inşası 2011 yılında yaşamını yitiren Ole Crumlin-Pedersen öncülüğünde tamamlandı. Böylece Pedersen, bölgede keşfedilen süslü kraliyet teknelerinin dışında, çeşitli Viking gemilerinin ayrıntılı olarak ilk kez görülmesini sağladı. Skuldelev gemileri, gelişmiş gemi yapım tekniklerinin olduğu kadar derinleşmiş bir uzmanlaşmanın da eseri. Bu keşif, yaygın olarak kullanılan “zırhlarla kaplanmış, ejder başlı Viking gemisi” kalıbının yıkılmasına yardımcı oldu.
Skuldelev gemileri üzerine yapılan çalışmalar, gemilerin denize açılabilen kopyalarının üretilmesini sağladı. Böylece becerikli deniz tüccarları, kâşifler ve savaşçılar olarak denizleri hâkimiyetine alan Vikingler’in merakları da diriltilmiş oldu. Skuldelev’den başlayıp eski Viking limanlarında -İrlanda’nın Dublin kentindeki gibi- yapılan çalışmalarla devam eden süreçte arkeoloji, Viking denizcilik tarihini yeniden yazıyor.
6) Mary Rose ve Vasa
- ve 17. yüzyıldan kalan ve iyi korunmuş olan iki büyük gemi, kapsamlı arkeolojik projelerin temelini oluşturuyordu. Güçlü donanmalar döneminden sağ kurtulmuş olan bu iki etkileyici geminin keşfi ve sergilenmesi, ulusların genişlemeleri ve hâkimiyetleri konusunda gemilere ilişkin benzersiz bir bakış sundu. Her bir batık hem silah, erzak, kişisel eşya ve navigasyonel araçla doluydu, hem de mürettebatın iskelet kalıntıları ile korunmuş giyeceklerini barındırıyordu.
İngiltere Kralı VIII. Henry’nin donanmasının gururu olan Mary Rose, 1509-1510’da yapılmış ve 1545’te savaşa giderken alabora olmuştu. Deniz yatağında yapılan kazıda geminin bozulmamış sancak tarafında ayrı seviyelerde bulunan dört güvertesinden 22.000 nesne çıkarıldı. Kazıdan sonra Mary Rose’un gövdesi iyileştirilip Portsmouth’ta sergilenmek üzere karaya çıkarıldı.
Gemi, okçular ve kısa menzilli muharebeler için yüzen bir kale olarak inşa edilmişti. Geminin kaburgası ise yeni bir teknolojiye uyum sağlamak üzere değiştirilmişti: Savaş topları. Bu değişiklikler gemiyi olabildiğince ağırlaştırmıştı. Özellikle ikmal malzemeleri ile insanların taşınması, geminin sonunu getiriyordu.
Vasa da Mary Rose gibi alabora olmuştu. İlk seferini 1628’de Stockholm Limanı’na yapmıştı. 64 top taşıyabilecek bir savaş gücü olarak inşa edilmiş olan Vasa, büyük ve süslü bir gemiydi. Ulusunu küresel bir güç haline getiren İsveç Kralı Gustavus Vasa’nın gözdesiydi.
Vasa, 1961’de balçığın içinde bozulmamış olarak keşfedildi. Baltık’ın ahşabı aşındıran deniz organizmalarını barındırmayan soğuk ve hafif tuzlu suyu, batığı bozulmaktan korumuştu. Deniz yatağında ve gemi içinde yapılan kazıda bir zamanlar gövdeye tutturulmuş 700 civarında heykelsi parça ile birlikte yaklaşık 25.000 nesne çıkarıldı.
Buluntular arasında geminin donatı ve cephanesi ile birlikte yoksulundan varlıklısına pek çok mürettebatın kişisel eşyaları, kadın ve erkeklere ait iskelet kalıntıları da mevcut. Üstelik bazı iskelet kalıntılarının üzerinde hâlâ ayakkabı ve giyecekler bulunuyor.
Koruma ve yeniden yapım çalışmalarıyla geçen onlarca yıldan sonra, Stockholm’de kendisi için yapılan bir müzeye konulan Vasa, bugüne kadar arkeolojinin keşfettiği en büyük gemidir.
7) Yenikapı gemileri
Bizans’a ait en büyük gemi batığı grubu, geçtiğimiz yıllarda İstanbul’da bir liman dolgusu içinden çıkarıldı. Marmaray ve metro projeleri için 2004’te kazılmaya başlanan sahada bir zamanlar İmparator Theodosius’un limanının bulunduğu anlaşılınca arkeolojik kazılar başladı. Geç Neolitik dönemden Osmanlı’nın son dönemine kadar çeşitli tarihlere ait liman duvarları, 34 gemi, yerleşim katmanları, binalar ve başka yapılar bulundu. Ahşap taraklar, yüklü amforalar ve liman yapımı için Afrika’dan taş taşıyan develerin iskeletleri, günyüzüne çıkarılan milyonlarca nesneden sadece bazıları. MÖ 4. yüzyıldan MS 11. yüzyıla kadar geniş bir aralıkta tarihlenen batıklar, değişik tipteki Bizans ticaret gemilerini, balıkçı teknelerini ve pek çoğu iyi durumda olan yerel eşyaları gözler önüne seriyor. Batıklar arasında, “galea” olarak bilinen savaş gemisi gibi birçok deniz aracı daha önce belgelenmemiş tipte örnekler. İstanbul Üniversitesi ve INA tarafından yürütülen kazı çalışmaları büyük ölçüde bitmiş durumda; fakat Yenikapı batıklarının analizi, korunması ve yeniden inşası onlarca yıl alacak.
Batıklar arasından beş deniz aracının iyileştirme çalışmalarını yöneten Texas A&M Üniversitesi’nden Cemal Pulak, Yenikapı’nın, Bizans gemilerini anlamak konusunda bugüne kadar bulunmuş en önemli saha olduğunu söylüyor. Yenikapı’dan önce, Bizans gemilerine ilişkin arkeologların bilgisi az miktardaki farklı sahalardan edinilen bilgilerle sınırlıydı. Bunlardan biri Türkiye kıyılarından çıkarılan ve 11. yüzyıldan kalma Serçe Limanı batığı idi. Serçe Limanı batığının gövdesi parçalanmıştı; fakat eşsiz bir yük taşıyordu: Bir milyon civarında cam parçası. Özenli bir laboratuvar çalışması neticesinde bu parçalar günümüzde, Ortaçağ İslam camcılığına benzersiz bir bakışı olanaklı kılıyor.
8) İspanyol Armadası
Kubilay Han’ın 13. yüzyıldaki istilacı büyük donanması gibi, Kral II. Felipe’nin İngiltere’ye karşı 1588’de gönderdiği İspanyol Armadası da efsanevidir. Ona bu niteliği kazandıran, büyüklüğü ve gücünün yanında savaşta aldığı yenilgidir. İspanyol Donanması, savaşta İngiliz denizciler tarafından neredeyse toz duman edilir. Kaçmaya çalışan Armada, Britanya’nın sivri kayalarla bezenmiş kıyıları boyunca esen kötü şöhretli fırtınalar tarafından kırbaçlanır.
Çeşitli limanlardan ve kaynaklardan edinilen 130 gemilik ve 30.000 kişilik donanma, İngiltere’yi işgal etme ve Kraliçe I. Elizabeth’i tahttan indirme amacını taşıyordu. Böylece İspanyol otoritelere karşı başlatılan Hollanda’daki isyan bitirilirken, İngiltere’de de Katolik monarşi yeniden kurulacaktı.
Armada, “galleon” ve “galleass” adı verilen İspanyollara özgü büyük savaş gemileri ile Baltık ve Akdeniz’den istenen ticaret gemilerini barındırıyordu. 2500’e yakın silahıyla donanma, durdurulamaz görünüyordu. İngilizler, bu güçlü donanmayı tahrif etmek için ateş gemileri kullandı, yakılan deniz araçlarını Armada’nın üzerine göndermek gibi taktikler uygulandı. Ayrıca İngiliz Donanması oldukça hızlıydı ve isabetli atışlar yapıyordu. Kuzeye ilerlemiş olan Armada, hezimete uğrayacağını anlayınca, Britanya Adalarının etrafından dolaşarak İspanya’ya kaçmaya yeltendi. Fakat kış fırtınaları Armada’yı vurdu; gemilerin ve askerlerin üçte ikisi İskoçya ve İrlanda kıyılarında sualtında kaldı. Galip gelen Kraliçe Elizabeth bu olay için “Tanrı soludu” yorumunu yapmıştı.
İlkönce İspanyol soylularının malvarlıklarını bulma hevesindeki dalgıçlar tarafından keşfedilen Armada batıkları, onlarca yıl boyunca İskoçya’da Colin C. M. Martin ve diğer arkeologların çalışmalarının konusu oldu. El Gran Grifon, Juan de Sicilia, Girona, Santa Maria de la Rosa ve La Trinidad Valencera gibi batıklar, hem gemilerdeki yaşama ilişkin hem de gemilerin ayrıntılarıyla ilgili kanıtlar sundu. Martin’in çalışmaları, tıpkı Kubilay Han’ın donanmasında olduğu gibi, Armada’nın da yok oluşuna katkı sunan zayıf hazırlıkları ve aceleciliği net bir şekilde gösterdi. Matematiksel olarak hatalı navigasyonel araçlar ve kötü bir biçimde dökülmüş toplar, hazırlık aşamasındaki dikkat eksikliğine işaret ediyordu.
Martin, matematik hatalarını İspanya’nın katı dini görüşlerine bağlıyor. Zira 1492’den sonra Müslüman ve Yahudi yurttaşları sınırdışı eden veya din değiştirmeye zorlayan İspanya, en iyi eğitimli bilimcilerini sınırlarından uzaklaştırmıştı. Bu nedenle donanmada ciddi teknik aksaklıklar mevcuttu. Örneğin, gemi tayfası iki tekerlekli ve oldukça uzun İspanyol top arabalarını gemi gövdesinden dışarıya yönlendirilmek için kol gücü kullanmak zorundaydı. Bunu yaparken bir yandan da birbirinden farklı dökülmüş gülleleri ait oldukları toplarla eşleştirmeye çalışıyorlardı. İngilizlerin ise daha küçük, daha kolay manevra yapan, dört tekerlekli top arabaları, eş büyüklükte topları ve tüm silahlara uyumlu gülleleri vardı. İngilizlerin hızlı top atışlarına karşılık, İspanyol gemilerinin neden yavaş, bazen ağır aksak yanıt verdiği; İspanyolların daha fazla güllesi olmasına rağmen onları neden etkili kullanamadığına ilişkin arkeolojinin sunduğu açıklama budur.
9) Birleşik Devletler batıkları
ABD’deki iç savaşta kaybolan iki savaş gemisi, Amerikalılar için taşıdığı tarihi anlam nedeniyle, uzun süre araştırmaların öznesi oldu. Monitor, Konfederasyon’un zırhlısı Virginia’nın tehdidine karşılık aceleyle 100 gün içinde yapıldı. (Virgina da Merrimack gemisinin döküntüleriyle yapılmıştı.) 1862’nin Mart ayında Hampton Roads’ta karşı karşıya gelen bu iki geminin savaşı, ahşap savaş gemilerinin sonunu bildiriyordu.
Dokuz ay sonra Kuzey Carolina’da Hatteraz Burnu kıyılarında 16 mürettebatıyla battığında, gizli kusurları görünür hale gelen Monitor, alçak gövdesi ve dönebilen kulesiyle yine de bir mühendislik zaferiydi. “Sal üzerindeki peynir kutusu” unutulmadı; bu işe kendini adayan gönüllüler, 1973’te aracı yüzeyin yaklaşık 73 m altında keşfetti.
Monitor, önce ABD’deki ilk Ulusal Deniz Sığınağı’nda (National Marine Sanctuary) incelendi ve kazı denemeleri yapıldı. Daha sonra incelemeyi, Ulusal Okyanus ve Atmosfer Yönetimi (National Oceanic and Atmospheric Administration) ile ABD Donanması alarak geminin pervanesini, motorunu ve zırhlı kulesini üretti. Günümüzde Virginia’da bir müzede bulunan Monitor’un makineleri ile kulesi koruma ve inceleme altındadır. Batığın kalanı ise sığınağın bulunduğu kıyının yaklaşık 27 km açığında kaldı.
İç savaş sırasında iki tarafın da inşa ettiği pek çok denizaltıdan biri olan Hunley, 17 Şubat 1864’te Güney Carolina’nın Charleston Limanı’nda Housatonic gemisine saldırınca üne kavuştu ve savaşta bir deniz aracını batıran ilk denizaltı oldu. Onlarca yıllık araştırmalar, 1995’te Hunley’in keşfiyle doruğa ulaştı. Sualtı Kaynakları Merkezi ile Güney Carolina Arkeoloji ve Antropoloji Enstitüsü Hunley konusunda incelemelerde bulundu. Ayrıca bu denizaltı, Warren L. Lasch Koruma Merkezi’nde dikkatli bir çalışmanın öznesi oldu. Tüm bu çalışmalardan sonra Hunley, 2000 yılında kazıldı ve sudan çıkarıldı.
Savaşta zarar görmüş ve batmış her bir deniz aracının belgelenmemiş olan yapısı ve güvertedeki yaşam günışığına çıkarıldı. Örneğin Hunley, bazı tarihçilerin iddia ettikleri gibi kazan demirinden yapılmış üstünkörü bir savaş aracı değil, oldukça karmaşık bir gemi gibi görünüyor. Mürettebatın kalıntıları her iki gemide de bulundu ve forensik bilimi onlarla ilgili ayrıntıları ortaya çıkardı. Hunley mürettebatının -bir olasılıkla cephede kısa bir ara vermek üzere- aracı deniz tabanına indirirken kirli havaya yenik düşerek ölmüş olabileceği ileri sürülüyor.
10) Titanik
Geçtiğimiz birkaç yüzyılın en çok bilinen deniz felaketi Titanik’in batışıdır. Yolculuk öncesinde olanaksız olarak görülen bu son, teknolojik gelişmelerle olağanüstü bir biçimde donatılmış mühendisliğin başarısızlığı olarak hatırlanır.
Lüks yolcu gemisi Titanik bir buzdağına çarpınca, varlıklı ve ünlü aristokratlardan fakir göçmenlere kadar çeşitlenen 2200 yolcusundan 1500’ünü yanına alarak okyanusun 4 km derinine battı. Bu felaket sayısız şarkıya, anıta, kitaba ve filme ilham vermekle kalmadı, aynı zamanda gemilerin yeterli cankurtaran botu taşımasını ve yardım çağrısı yapan gemilere civardaki araçlar tarafından cevap verilmesini gerektiren yasalara da ön ayak oldu. Jean-Louis Michel ve Robert D. Ballard liderliğinde, ABD-Fransa işbirliği ile 1985 yılında gerçekleşen keşif gezisinde bulunan Titanik batığı, kâşifler, cankurtaranlar ve meraklılar için karşı konulmaz bir cazibeye sahipti. 1986’dan beri yüzden fazla derin su dalışı yapıldı. Özel bir şirket, 5500 civarında nesneyi sergilenmek üzere gün yüzüne çıkardı. James Cameron’un gişe rekorları kıran filmi de dahil olmak üzere pek çok film bir zamanlar erişilmez olduğu düşünülen derinliklerde çekildi. Son 30 yıl içinde, açık denizde yapılan çeşitli projelerde, başka batıklar keşfedildi. Bunlardan en eskiden beri bilineni 2012’de Mexico Körfezi’nden çıkarılan, 19. yüzyılın ilk döneminden kalma, bakır kaplı bir gemiydi. Keşfedilen batıklar arasında Alman savaş gemisi Bismarck ile Amerikan uçak gemisi Yorktown da bulunuyor. Ayrıca Titanik’in keşfi, okyanus dibinin zarar görmüş ya da görmemiş birçok önemli batığa ev sahipliği yaptığını göstererek, kâşifler ve arkeologların ilgisini uyandırdı.
2012’de Titanik üzerinde yürütülen bilimsel bir araştırmada, batığın bulunduğu sahanın detaylı bir haritasını çıkarmak ve parçalanmış geminin çeşitli bölümlerini yüksek çözünürlüklü, üç boyutlu bir biçimde belgelemek üzere sonarla donatılmış robotik araçlar ve kameralar kullanıldı. Titanik’in keşfi, okyanusların derinliklerini arkeolojinin ulaştığı son sınır olarak belirledi. 2012 tarihli Titanik projesi, nerede olursa olsun tüm batıklara arkeolojik standartların uygulanabileceğini ve uygulanması gerektiğini gösterdi. George Bass 1960 yılında Gelidonya Burnu batığını kazmaya başladığında, eleştiriler sualtında anlamlı bir arkeolojik çalışmanın yapılamayacağını iddia ediyordu. Geçen 50 yıl, hayret verici derinlikler için bile, bu eleştirileri haksız kıldı.