New York’un ilk olası Ebola vakasını TRT Türk Küresel Bakış programında canlı anlattıktan ve Ebola’nın şu anki tezlere göre büyük bir ihtimalle yarasa eti yenen Batı Afrika ülkelerinde yarasalardan insanlara geçtiğini öğrendikten sonra, kendimi Meksika’nın Yucatán yarımadasında yarasalarla dolu bir mağaranın içinde buldum. Aslında kaya kaplı bir arazinin ortasındaki delikten çivileme boşluğa atladığımda yarasalardan habersizdim. Hem dayanılmaz sıcak güneşten sonra yeryüzünün birkaç metre derinindeki buz gibi serin mağara suları ilaç gibi gelmişti. Ama bir de ne göreyim? Mağara duvarları yarasa kaynıyor! Eh, yarasa varsa o ilaç gibi hissettiren sular da yarasa dışkısı dolu demekti. Ve yarasadan Ebola ya da aynı şiddette ölümcül Marburg virüsü kapmak için ısırmasına gerek yok; dışkısı ile temas yeterli! Korkumu gören Meksikalı arkadaşlarım kahkahalarla gülmeye başladılar; sanırım benim yarasa korkum New York’a ilk gelen bir turistin metroya indiğinde etrafta koşuşturan farelere karşı olan korkusundan çok farklı değil. Son derece haklı ama çaresiz.
Belirtmek isterim ki ne Meksika ne de Türkiye’mizin yarasalarından Ebola ya da Marburg virüsü kapmak söz konusu değil. Bu virüsler şimdilik sadece Afrika yarasalarında görülüyor.
Diğer taraftan yine de mağaralara benimki gibi girmek akıl kârı bir davranış değil. Dünyanın pek çok mağarasında yarasalardan histoplasmosis denilen mantar hastalığını kapabilirsiniz. Bu hastalık genellikle yarasa ve kuşları etkiliyor ve onların mikroplu dışkıları üzerinde yürüyen, nefesle içine çeken ya da benim gibi içerisinde yüzen (!) insanlara bulaşabiliyor. Üstüne üstlük hastaların çoğu mikrobu aldıklarının o an farkında olmuyor. On gün kadar sonrasında ise grip ya da verem benzeri semptomlar oluşuyor. Genellikle ölümcül olmasa da hoş bir durum değil yani. Histoplasmosis’i önlemek için mağara turistlerinin içeride solunum cihazları kullanmaları gerekiyor. Ayrıca eğer yarasa tarafından ısırılırsanız, kuduz hastalığına da yakalanabilirsiniz. O yüzden mağara turizmi öncesinde kuduz aşısı da şart. ABD’lilerin dediği gibi: Oops!
Kim bilirdi ki, yarasalarla yüzmek benim için bir zarar teşkil etmeyecek, ama onun yerine Moctezuma’nın intikamına uğrayacağım!
Oysa Meksika ile aramızda her şey çok güzel başlamıştı. İnce kumu ile meşhur Carmen plajında (Playa del Carmen) şezlonglara uzanmış, yuvarlak yüzü ve sıska yapısı ile tipik bir Maya olan genç garsonumuz Lenin’in ailesi ile şu anda nasıl bir ilişki sorunsalı içerisinde olduğu üzerine varsayımlarda bulunuyordum. Kapitalist düzenle bütünleşmiş mini Lenin, bir dediğimizi iki etmiyor, bol limon suyu ekşisi ile ‘pişirilmiş’ çiğ balık ve ahtapottan oluşan chevichelerimizi kızartılmış mısır unu tortillası totopos eşliğinde servis yapıyor, bahşiş almaktan da gocunmuyordu.
Karayip sahillerinden içerilere, Yucatán yarımadasının kalbindeki Valladolid şehrine ilerlediğimizde sakinleri tamamen Maya idi. İşte tam bu bölgenin yerel yemeklerine karşı Moctezuma kendini gösterdi. Oysa Moctezuma II, Meksika’nın başkenti Meksiko civarı yerlileri olan ve bambaşka bir uygarlığın, Azteklerin eski imparatoru. Hem Aztekler Mayaları ve etraflarındaki diğer kabileleri çok ezmiş. O yüzden Maya bölgesinde Aztek İmparatorunun lanetine uğramak enteresan bir deneyim oldu.
Şöyle ki, 16. yüzyılda Moctezuma II, İspanyol işgalcilere yenilir ve büyük ihtimalle yenilgi sonucu kendi halkı tarafından taşlanarak öldürülür. Beyaz İspanyollar ise Meksika bölgesini kolonileştirmek için onları esir almaya ve öldürmeye devam ederler. Yerlileri kırıp geçiren istilacı beyazların çoğu, alışık olmadıkları yöresel yemekleri yemekte ve Azteklere karşı güçlü olsalar da bu yemeklere karşı mide fesadına uğramaktadırlar. İşte bu yüzden Meksika’ya gelip mide fesadına uğrayan bir beyaz (özellikle benim gibi Kuzey Amerika’dan gelen – oysa işgalciler İspanya’dan gelmişti ama olsun) Moctezuma’nın intikamına maruz kalmış olur. Bu intikam günlerce kusma ve ishal şeklinde zuhur eder. Çoğunlukla E. coli bakterisinin bu intikamda parmağı bulunur. Yine de her şerden bir hayır doğar deyimini kanıtlayarak hem E. Coli’a hem de Moctezuma’ya verdiğim 2 kilo için çok teşekkür ediyorum.
Ezilenlerin savunma aracı iken ezenlerin baskı aracına dönüşen acı biber
Şaka bir yana, 16. yüzyılda top ve tüfeklerle saldıran İspanyol işgalcilerine karşı Mayaların yemekleri haricinde güçlü hiçbir silahları yoktu. Onlar da bildikleri en güçlü silahı, acı biberi, istilacılara karşı kullandılar. Savaş esnasında kolilerce acı biberi ateşe verip, ortaya çıkan dumanla gözleri yakan ve cilde nüfus eden bir sis yaratıyorlardı. Bu sayede ya kaçma fırsatı yakalıyor ya da zayıf düşen düşmanlarına saldırıyorlardı.
Acı biberin içindeki aktif madde capsaicin, dudak, dil ya da göze dokunduğunda yanma hissine yol açıyor, çünkü ısıya hassas sinirlerin uçlarındaki bir reseptöre yapışıyor, bu da beyne sıcaktan yanma sinyali gibi ulaşıyor. Günümüzde halk ayaklanmalarını bastırmak için polis tarafından kullanılan biber gazları da capsaicin içeriyor. Hangi biberin ne kadar yanma gücüne sahip olduğu da Scoville ısı ünitesi (SHU) ile ölçülüyor. Mesela artık hepimizin aşina olduğu biber gazı 500.000 ila 5.000.000 SHU içerirken, bir jalapeno biberi sadece 8000, bir habanero biberi ise 350.000 SHU içerebiliyor. Doğada capsaicin biber meyvesinin böcekler ve memeli hayvanlar tarafından yenilmesini önlüyor. Çünkü çoğu memeli hayvana rahatsızlık verse de, kuşlara etki etmiyor. Nitekim canlı renkleri ile kuşları kendine çeken biber bitkisi, bu kuşlar sayesinde çekirdeklerini yayabiliyor.
Gökbilim sevdalısı eski Mayalar
Mini Lenin’in ataları eski Mayalar, Meksika, Belize, Guatemala, El Salvador ve Honduras’a yayılmış çeşitli gruplardan oluşuyordu. Uygarlıkları 2000’den fazla yıl sürmüş olsa da, altın çağları MS 300 ile 900 yılları arasındaydı. Bu dönemde gökbilim, tarım, mühendislik ve iletişimde zamanlarının ilerisinde bilimsel bilgilere sahiptiler. Tarıma elverişli olmayan arazilerde bile ekim yapabiliyor, hiçbir modern makine kullanmadan afili şehirler inşa edebiliyor, dünyanın ilk yazılı dillerinden birisini geliştirdikleri için yazılı iletişim kurabiliyor ve iki ayrı takvim sistemi ile zamanı ölçebiliyorlardı.
Mayalar evrenin günlük hayattaki etkilerine derinden inandıkları için gökcisimlerinin hareketlerini anlamaya çalışmış ve bu konuda ilerleme kaydetmişler; örneğin güneş tutulmalarını tahmin edebiliyorlardı. Varoluş mitolojilerinde takvimin ve gökcisimlerinin hareketlerinin önemi, kutsal kitapları Popol Vuh’tan (Toplumun Kitabı) kaynaklanıyor. 18. yüzyılda İspanyol Dominikan mezhebi rahibi Francizco Ximenez tarafından İspanyolcaya çevrilen Popol Vuh’a göre, insan beyaz ve sarı mısırdan yaratılmış; bu da mısırın Maya kültüründeki önemini gösteriyor. Nitekim Ay ve Güneş döngülerinin bilgilerini mısır ekimi ve mahsul toplanma zamanlarını hesap etmek, bunlara mukabil olarak da kurban adamak için kullanıyorlardı. Hıristiyan rahip Ximenez, kendi dünya görüşüne göre “mezarlık”, “cennet”, “cehennem” türü tabirleri çevirisine eklemiş olsa bile, sayesinde Popol Vuh kaybolmaktan kurtulmuş.
Eski Mayaların geliştirdikleri takvimlerin ilkinde iki örtüşen yıllık döngü bulunuyor: 260 günlük ‘kutsal’ yıl, ve 365 günlük ‘laik’ yıl. Bu sistemde her gün için 4 farklı bilgi var: kutsal takvimdeki gün numarası ve gün ismi ile laik takvimdeki gün numarası ve gün ismi. Her 52 yılda bir yuvarlak saat gibi tekrar başa dönen bu takvim, Yuvarlak Takvim.
Yuvarlak Takvim 52 yıllık döngüler içerisinde zamanı ölçtüğü için, kronolojik olayları ve onların birbirleri ile ilişkilerini daha uzun zaman dilimleri içerisinde belirleyemiyor. Bu açığı kapayan Uzun Sayma Takvimi, her geçen günü Milattan Önce 11 ya da 13 Ağustos 13,3114’e denk gelen bir tarihe uzaklığına göre sayıyor. Gerçi Uzun Sayma Takvimi de bir döngü içerisinde çalışıyor, ama her döngü 5,139’er yıl sürüyor – tevekkeli ‘uzun’.
Piramitten yeryüzüne kayan yılan tanrı Kukulkan
Mayalar ileri gökbilim bilgilerini tapınaklarında da kullandılar. Mesela Yucatán yarımadasında yer alan ve bir UNESCO dünya mirası ilan edilen Chichén Itzá piramiti ilkbahar ve sonbahar ekinoksu (gece ve gündüzün eşit saatler sürdüğü günler) güneş batımı açısına göre inşa edilmiş. Yılda iki kere, bu ekinoks günlerinin güneş batımlarında piramit kendi üzerinde bir gölge oluşturuyor. Bu gölge, piramidin merdivenlerinde inşa edilmiş ilah Kukulkan’ın (tüylü yılan) üzerine öyle bir açı ile düşüyor ki, izleyiciye güneş battıkça yılan yeryüzüne doğru kayıyormuş izlenimi veriyor.
Velhasıl İspanyol istilacılar Maya kültürüne ait pek çok bilgiyi yok etmiş olsalar bile, Piramitler ve Moctezuma’nın intikamı hâlâ sağlam ve yerli yerinde. Bu sayede Karayip sahillerinde başlayan gezimiz Maya kültürüne ait enteresan bilgileri öğrenerek ve hasta yatağında Popol Vuh okuyarak noktalandı!