John Brockman, her yıl, bir grup biliminsanına kışkırtıcı bir soru yöneltir ve aldığı yanıtları derleyip editörlüğünü yaptığı bir kitapta yayımlar. 2014 yılında yayımlanan kitabın sorusu şöyle: Nelerden kaygı duymalıyız? Bu soruya 150 biliminsanının verdiği hayli ilginç ve geniş bir yelpaze içinde yer alan yanıtları incelediğimizde, birtakım kaygı alanlarının belirgin şekilde ortaya çıktığını görmekteyiz.
İngiliz kimyacı ve yazar Charles Percy Snow’un 1959 yılında yaptığı konuşma tarihte iz bıraktı. “İki Kültür” başlığını taşıyan bu konuşmasında, Snow, insan toplumlarının önünde duran sorunların, fen bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki kopukluk ve iletişimsizlikten kaynakladığı tezini ileri sürdü. Şu ifadeleri çarpıcıydı: (1)
“Geleneksel kültür standartlarına göre iyi eğitim sahibi olduğu söylenebilen kişilerin, biliminsanlarının kitap okuma konusundaki cehaletlerine şaşırdıklarını büyük bir zevk ile ifade ettikleri toplantılarda birçok kez bulundum. Bir iki defa kışkırtılmam üzerine, ben de aralarından kaç kişinin Termodinamiğin İkinci Yasası’nı açıklayabileceğini sordum. Aldığım yanıt, soğuk olduğu kadar olumsuzdu. Oysa sorduğum soru, bir bakıma, ‘Shakespeare’in bir eserini okudunuz mu?’ sorusunun bilimsel karşılığıydı.
“Şimdi inanıyorum ki, kütle ya da ivme nedir gibi daha da basit bir soru sormuş olsaydım eğer -ki bu da ‘Okuma bilir misiniz’in bilimsel karşılığıdır- yüksek eğitimlilerin onda birinden fazlası bile onlarla aynı dili konuştuğumu düşünmezlerdi. İşte modern fiziğin büyük inşası yükselirken, Batı dünyasındaki en akıllı insanların çoğunluğunun kavrayış derecesi, Cilalı Taş Devri atalarının kavrayış derecesinin ötesine gitmemektedir.”
Edge ismindeki platforma göre, C. P. Snow’un parmak bastığı bu iki kültürün birbirine yabancılaşmasından beslenen fevkalade önemli toplumsal sorunlarla baş edebilmenin yolu, ancak üçüncü bir kültürün ortaya çıkmasıyla mümkün olacak. Bu üçüncü kültür, farklı düşünüp akıl yürütebilen ve görüşlerini/çalışmalarını geniş halk kitlelerine duyurabilen vizyoner biliminsanlarının oluşturduğu kültürün adıdır. Dolayısıyla, aynı isimdeki İnternet sitesi (www.edge.org), bilimsel, sanatsal ve sosyal sorulara, yeni bir doğa felsefesi çerçevesinde yanıt getirmeye çalışan sosyal bilimcilerin, fizikçilerin, biyologların, nörofizyologların, mühendislerin, kısaca bilimin kenar (‘edge’) bölgelerinde ve disiplinler arası gezinen biliminsanlarının buluştuğu bir ortamdır. Evrenimiz nereden geliyor? Hayat nedir? Ruh nedir? Teknoloji nereye gitmekte ve insanoğlunun üzerine ne gibi etkileri olacaktır? İşte bu tür sorulara özgün ve yenilikçi yaklaşımlarla yanıt vermeye çalışan Edge hareketi, etkinliklerinin önemli bir kısmını 1996 yılında kurulan ve John Brockman’ın önderlik ettiği söz konusu İnternet sitesi üzerinden yürütmektedir.
John Brockman, her yıl, çalışmaları ve sergiledikleri tutumlarıyla fark yaratmış bir grup biliminsanına kışkırtıcı bir soru yöneltir ve aldığı yanıtları derleyip editörlüğünü yaptığı bir kitapta yayımlar. Geçmiş yıllarda sorulan sorulardan bazıları şöyle: Kendi kendinize hangi soruları sorarsınız? (1998), Günümüzün rapor edilmemiş en önemli olayı nedir? (2000), Hangi sorular artık ortadan kalktı? (2001), Kanıtını sunamamış olduğunuz halde, neyin doğru olduğunu düşünüyorsunuz? (2005), Sakıncalı fikriniz nedir? (2006), Hangi konuda fikrinizi değiştirdiniz? (2008), Her bir şeyi değiştirecek olan nedir? (2009), İnternet düşünme tarzınızı nasıl değiştirmekte? (2010). En son olarak, 2014 yılında yayımlanan kitabın sorusu şöyle: Nelerden kaygı duymalıyız?
Bu soruya 150 biliminsanının verdiği hayli ilginç ve geniş bir yelpaze içinde yer alan yanıtları incelediğimizde, birtakım kaygı alanlarının belirgin şekilde ortaya çıktığını görmekteyiz. Bunlardan bazılarını aktaralım. (2)
Yeni teknolojilerin toplumsal ve sosyal etkileri
Kitapta dile getirilen kaygıların bir bölümü, teknolojinin, insan toplumlarının sağlıklı işlemesine karşı yarattığı tehdit ile ilgili. Örneğin sosyal medya, bir yandan insanların sosyalleşmesine ama öte yandan, tam aksine, yalnızlaşmasına da yol açtı. Yüz yüze görüşme, fiziksel temas, tokalaşma ya da vücut dili insan ilişkilerinin önemli bir parçasıdır, oysa sanal ortam üzerinden yürütülen ilişkiler bu bileşenlerden tümüyle yoksun. Benzer şekilde, insanların yazı aracılığı ile kurdukları ilişkilerin de içi boşaltıldı: İnternet ortamında o kadar çok sözcük üretiliyor ki, artık her bir sözcük tam aynı oranda değerini yitirdi. Sözcük enflasyonuna tanıklık eden dünyamızda, insanların, sözcükleri seçilip tartılarak yazılan metinler üretmeye, ya da okumaya, ne zamanı kaldı ne de sabrı. Belki daha da vahim olanı, herkesin sahip olduğu cep telefonu, tablet ve benzeri elektronik cihazların gitgide daha genç yaşta çocukların ellerine teslim edilmesi sonucu, yeni nesillerin zihnine sürekli bağlanmışlık, sürekli oyalanma ve asla yalnız kalmama hislerinin aşılanmasıdır. Oysa eğitimci ve psikologlara göre, kendini kenara çekebilmek, yalnız kalabilmek ve zihin odaklayabilmek, bir çocuğun tahayyül edebilme ve yaratma gücünü geliştirebilmesi ve diğer insanlarla sağlıklı ilişkiler kurabilmesi açısından kilit kavramlardır.
Verinin hâkimiyeti
Günümüz dünyasında verinin önemi gitgide artmakta. Veriye ulaşabilen ama daha da önemlisi veriyi yorumlayabilen, işleyip anlamlaştırabilen, veriyi bilgiye dönüştürebilen kişiler çok kıymetli bir yeteneğe sahipler. Bazı tahminlere göre dünyada her gün üretilen veri miktarı 1018 byte (teknik ifadeyle: 1 exabyte, 1EB) değerinde. Facebook’un günde işlediği veri miktarı 500 terabyte (yani 500 x 1012 byte, 500 TB). YouTube’un günde topladığı veri miktarı ise 24 petabyte (yani 24 x 1015 byte, 24 PB). Ekonomik, siyasi ya da sosyal alanlarda veriye erişememek ciddi bir kaygı unsuru oluşturmaktadır; çünkü artık veri ve onu anlamlaştıran algoritma, fevkalade önemli bir güç kaynağı demektir. Bu gücün sadece küçük bir azınlığın -veri oligarklarının- elinde toplanması demokratik toplumlar için kaygı verici değil midir?
Silah olarak teknoloji
Teknolojinin insanlara zarar vermek amacıyla kullanılmasının kolaylaştığı, dolayısıyla bu amaca yönelik girişimlerin daha sıkça ortaya çıkabileceği bir döneme girdiğimiz düşüncesi pek çok yazarın ortak kaygısı. Bilindiği üzere, 20. yüzyıl biliminin belki de en karanlık yönü, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana insanlığın üzerinde dolaşmakta olan bir nükleer savaş tehdidini yaratmış olmasıdır. Bu tehdit ile yaşamaya her ne kadar ‘alışmış’ olsak da, teknolojik ilerleme ile birlikte pek çok yeni tehdit de doğdu. Örneğin biyoloji ve biyomühendislik, tıpta veya tarımda yepyeni imkân ve ümitlere kapı açarken, yeni organizma tasarımını da aynı şekilde kolaylaştırdı. Bu amaçla kullanabilecek biyolojik ve genetik yapıtaşları artık adeta her lise öğrencisi için, rutin olarak yeni organizmalar yaratabilme imkânını doğurduğu gibi, çevre ve insan toplumları açısından potansiyel bir tehdit haline dönüştü.
Belki de paradoksal olarak, artık birtakım teknolojik imkânları sokaktaki adamın yetenek düzeyine indirgemiş olan bilimsel ilerleme, aynı zamanda son derece karmaşık bir teknolojik dünya yarattı. Aşırı karmaşıklık, kırılganlık demektir ve bu da önemli bir kaygıya yol açmakta. Örneğin bilgisayar hacker’larının, İnternet’i, ulaşım ya da hava trafik kontrol sistemlerini, uluslararası finans sistemini, doğalgaz ve elektrik şebekelerinin işleyişini bir siber saldırı ile çökertme olasılığı ciddi şekilde arttı ve bunlar da endişe yaratan senaryolardan sadece bazıları.
Olası tehlikeleri öngörüp hazırlanmamız gerekir. Örneğin er ya da geç Internet’in arızaya uğrayacağı pek çok uzman tarafından öngörülmekte. Peki, bu adeta kaçınılmaz tehlikeye karşı hazırlıklı mıyız? Örneğin İnternet arızalandığında daha düşük hızla çalışan ama İnternet üzerinden sağlanan hizmetlerin en yaşamsallarını sağlayabilen ‘dart bantlı’ bir bilgisayar ağını hayata geçirecek bir B planımız yok. Internet’in çökmesi durumunda, tüm kullanıcıların ne yapması gerektiğini açıkça ortaya koyan bir plan üretilmeli ve -nasıl afet hazırlık planlarında yapılıyor ise- bu planın da aynı şekilde provaları yapılmalı.
Bilimin aczi
Birçok yazar, bilimin pek çok alanda başarısız kalışı konusunda endişeli. Bu alanlardan bir tanesi, kanserdir. Son 40 yılda kanseri daha iyi anlayabilme yönünde önemli bir ilerleme sağlanamadı. 1971 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, Amerika’nın kansere karşı savaş ilanı olarak kabul edilen National Cancer Act Nixon tarafından imzalandı fakat 40 küsur yıl sonra savaş henüz kazanılmış değil. Bu arada kanser araştırmaları için yaklaşık 125 milyar dolar harcandı, fakat sonuç nedir? Aynı zaman zarfında sadece ABD’de 16 milyon insan kanserden öldü. Kanser alanında ilerleme kaydedilmedi değil, ama gerçekten ne kadar bir ilerleme sorusunu kendimize sormalıyız. Hâlâ doktorların ağzından çıkan ifadeler sıklıkla ‘Tam olarak bilmiyoruz’, ‘Emin değiliz’ şeklinde. Öte yandan bazı yazarlar şu diğer soruyu da sormadan edemiyorlar: Acaba kanser konusunda ilerlemeye büyük firmalar mı engel oldu? Gıda, kimya veya tarım sektörlerinde büyük firmaların ürünlerinin ne kadar kanserojen olduğu hakkında ciddi incelemeler yapılabildi mi? Yapıldıysa eğer, tüm sonuçlar kamuoyuna duyuruldu mu?
Aslında insan genomunun fiziksel bir haritasının çıkarılması büyük umutlar doğurmuştu: Pek çok hastalığa genetik yöntemlerle çare bulma umudu! Ancak insan genomunu dizilemenin meyvelerini henüz toplamaya başlayabilmiş değiliz. Oysa hastaların derdine derman bulmak bir yana, bazı hastalıkların maddi yükü artık toplumlar tarafından kaldırılamayacak raddeye geldi. Söz konusu olan hastalıklardan bir kısmı, ruhsal bozukluklardır. Tahminlere göre Kuzey Amerika’da otizmin yıllık maliyeti 35 milyar dolar, şizofreninin ise 33 milyar dolar. Depresyonun maliyeti ise bu rakamların çok daha üstünde. Akıl hastalıkları ve ruhsal bozuklukların başarılı tedavilerinin kişiden kişiye değişen pek çok özelliklerin göz önünde tutulmasından geçtiği düşünülüyor. Bu farklı ihtiyaçlar nasıl karşılanacak? Tolstoy’un sözünü hatırlayacak olursak, “Mutlu beyinler hep aynıdır; her mutsuz beyin ise kendine özgü bir şekilde mutsuzdur.”
Bu durum da başka bir kaygıya yol açmakta aslında: Bilimin ilerlemesi hakkında sabırsızlaşmamız, bilime güvenimizi yitirmemiz. Kitapta yer alan birçok yazıda, bilimde yapılan hataların, izlenen yanlış yollar ve hiçbir sonuca varmayan çabaların, sürekli tekrar gözden geçirmelerin ve revizyonların altı çizilmekte. Ancak bilimsel süreçlerin gerçek hayatta ne denli karışık ve çetrefilli olabileceğini hatırlamamız gerekir. Gerçeklerin çok ötesinde olan beklentilere yer vermemek de önemli.
Bilim ve demokrasi
Günümüz dünyasında hissedilen bir diğer kaygı, hayatlarımızın her köşesine sızmış olan teknolojinin liberal demokrasiler üzerine yarattığı tehdittir. Modern teknolojiler, eğitim, sosyal güvenlik ya da çevresel sorunlar gibi birtakım önemli toplumsal sorunlara uzun vadeli çözüm arama ve üretme imkânını sağlar. Fakat öte yandan siyasetçilerin zaman ufku çok kısaldı: en fazla bir sonraki seçimlere kadar. İşte, zaman ölçeklerinin bu denli uyuşmaz oluşu kaygı vericidir. Siyasetçiler, uzun vadeli çözümleri yürürlüğe sokmakta ne kadar isteklidirler acaba? Bir diğer uyuşmazlık unsuru ise, günlük hayatta yer alan ifade şekilleriyle ilgili: Bir taraftan İnternet teknolojileri çok daha kısa ifade şekillerini teşvik ederken (Twitter, SMS ve benzerleri) diğer taraftan, sosyal ve kamusal meseleler o kadar kısa formüller ile ifade edilemiyor: Vatandaşın uzun metinleri okumaya ve onları anlamak için uğraşmaya sabrı var mı? Demokrasi açısından bir diğer endişe unsuru, karar vericilerin bilimsel konularla aşina olmamasıdır: Örneğin genetik, GDO, pandemiler, finansal türevler, küresel ısınma, siber güvenlik, yeni tıbbi yöntemler konularında sağlıklı kararlar verebilmek için bilimsel bir formasyona sahip olmak gerekir, ama siyasetçilerin ne kadarı böyle bir bilgiye sahiptir? Zaten siyasetçi mesleğinin doğru düzgün bir iş tanımlamasının olmaması kaygılandırıcıdır: Siyasetçi olmak için, iyi konuşabilmek ve iyi görünmek çoğu zaman yeterli değil mi?
Bilimsel araştırmaların niteliği
Akademik kökenli bazı yazarlar, bilimsel yayınların niteliği ile ilgili kaygı duymakta. Bilindiği üzere, günümüzde atıf sayısı, makale sayısının yanı sıra, terfilerde önemli rol oynamakta. Teknik imkânların artmasıyla mevcut atıfların tümünü ve kimler tarafından hangi yayınlarda yapıldığını neredeyse gün be gün izlemek mümkün oldu. İşte bu yüzden pek çok araştırmacı, çalışmalarında, herkes tarafından izlenen yollardan uzaklaşma riskine girmek istemiyor. Atıf endekslerinde yer almama ya da projelerine maddi destek sağlayamama korkusu, biliminsanlarını özgün çözümlerin peşinden gitmekten alıkoyuyor. Böylece cesaretsizleştirilen araştırmacılar, gerçekten yenilikçi -demek ki riskli- yöntemler geliştirmekten kaçınıyorlar. Bu bağlamda, Max Delbrück’ün örneği konunum önemini çok iyi gözler önüne seriyor.
Max Delbrück (1906-1981) fizik dalındaki doktorasını Max Born’un danışmanlığında ve doktora sonrası çalışmalarını da Kopenhag’da Niels Bohr’un danışmanlığında yaptı. 20. yüzyıl fiziğinin bu devleriyle birlikte çalışmaya devam ederek, başarılı bir kariyeri garanti altına alabilirdi Delbrück. Ama öyle yapmadı. Yirmi altı yaşında, fizik ile biyoloji arasındaki bağlantıları ve özellikle virüslerin çoğalma mekanizmalarını araştırmaya koyuldu. Öğretim üyeliği kendisine ancak otuz dört yaşına gelince verildi: Vanderbilt Üniversitesi gibi pek de anı şanı olmayan bir üniversitede öğretim görevlisi oldu. Fakat bu yıllarda yürüttüğü çalışmalar sayesinde, otuz küsur yıl sonra (1969 yılında), fizyoloji veya tıp dalında Nobel Ödülü’ne layık görüldü…
***
Nelerden kaygı duymalıyız adlı kitapta kaygıya yol açacak başka pek çok olay veya düşünceye yer verilmiş. Bunların tümünü burada aktarmamız olası değil elbette, ancak “nelerden kaygı duymalıyız?” sorusunu tüm okurlarımın kendilerine sorup bir yanıt aramalarını dilerim. Ben hangi cevabı verirdim bu soruya? Sanırım bende kaygı yaratan, sayısı yüz elliyi bulan ve düşünceleri sorulan bu kitaptaki düşünürler arasında tek bir Türk düşünürün olmamasıdır…
2015’te yayımlanacak olan kitabın sorusu: “Hangi bilimsel fikir artık emekliliğe hazırdır?” olacak. Yanıtları sabırsızlıkla bekliyoruz.
Dipnotlar
1) http://en.wikipedia.org/wiki/C._P._Snow
2) John Brockman (Editör), What should we be worried about? Harper, 2014.