İnsanlık bugün “ikinci modernite atılımı”nın doğum sancılarını çekiyor. Moderniteyi ve sosyalizmi kapanmış bir parantez haline getirecek yeni karanlık çağların değil, bugün yaşanan geri düşüşü bir parantez haline getirecek çok daha aydınlık bir çağın şafağındayız. Gerek felsefe gerek bilim gerek siyasal alanda çok daha kapsayıcı pratikleri ve kuramlarını yaratacaktır bu süreç.
Tarihe kuşbakışı göz attığımızda belirsizlik, düzensizlik, dağınıklık ve saçılım dönemlerinin geçici olduğunu, genel akışın içindeki küçük sapmalar olduğunu, daha doğrusu bu tür dönemlerin aslında yeni ve daha kapsayıcı bir düzenliliğin işaretleri olduğunu, onun doğum sancılarının yaşandığı dönemler olduğunu görürüz.
Yıkım, kurumun ilk adımıdır. Belirsizlik, daha üst düzeyde bir belirlenimin ihtiyacının göstergesidir. Dağınıklık, eskisinden daha kapsayıcı bir düzenin habercisidir. Bilinmezlik, çok daha fazla olguyu açıklayıcı bir kuramın müjdecisidir.
Gerek toplumların gerekse toplumsal bir insan etkinliği olarak bilimin gelişimi düz bir çizgi izlemez. Zigzaglarla, geri düşüşlerle ve ileri atılımlarla dolu bir yol izler. Aslında bu, mutlak düzenleyici, yön verici doğaüstü bir gücün (örneğin tanrının), belirlenmiş bir kaderin bulunmadığının kanıtıdır. Tarihin motoru biziz, bizler arasındaki mücadeledir; yani kaderimiz kendi ellerimizdedir.
Modernite de en genel ifadeyle insanın kendi kaderini kendi ellerine alma çabasıdır. Bilimsel devrim, aydınlanma, demokratik devrimler, devamında sosyalist atılımlar bu çabanın pratikteki büyük adımlarıdır. Fakat her biri büyük toplumsal mücadelelerle, acılarla, geri düşüşlerle ve yeni atılımlarla oluşabilmişlerdir ve oluşmaya devam ediyorlar.
Bu, Pollyanna’cılık değildir; derin bir tarih bilincinin ve insanlığa güvenin (çünkü güvenilecek ve sığınılacak başka bir şey yok) yarattığı umuttur. Gerçekçidir; çünkü tarih ne (hem) büyük acıların ne de (hem de) büyük başarıların tarihidir, bir bütün olarak mücadelenin tarihidir. Türümüz Homo sapiens evrimin doğal süreci içinde yok olana dek de böyle sürecektir. Ötesi bizim ufkumuzun -şimdilik- dışında.
***
Mevcut olgulardan da beslenen yaygın bir karamsar görüş var: İnsanlık karanlık bir çağa giriyor. Sadece sosyalizmin değil aydınlanmanın da küpeşteden atıldığı, yani insanlığın son 500 yılda geliştirdiği iki büyük/kapsayıcı akımın kazanımlarının yok edildiği bir “geriye dönüş” çağı. Yerelliğin, parçalanmışlığın, etnikçiliğin, dinciliğin, mezhepçiliğin, mistisizmin, bilim düşmanlığının, bireyciliğin, sonu gelmez savaşların dünyası. Evrensel değerlerin yıkımı. “Yeni dünya feodalizmi”. Modernite parantezinin kapanması.
Yaşadığımız dönemde -hem dünyada hem de ülkemizde ve bölgemizde- bu karamsar eğilimi destekleyen yeterince olgu var. Karanlık bir dönemden geçtiğimiz açık. Ülkemizde emekçileri temsil ettiklerini iddia edenler dahi, çaresizliğin ve mevcuda, hakim olana teslimiyetin yollarına sapıyorlar. Kendileri olmaktan, kendileri olmak için direnmekten yan çiziyorlar; yancı oluyorlar, destekçi oluyorlar. Oysa gerek bireysel gerekse toplumsal pratiklerde sayısız kez kanıtlanmıştır ki, kendin olmadan başkasıyla olmaya kalkarsan onun olursun.
Bu görüşün sahipleri çok “gerçekçi”dirler. Ya o “gerçeğe” teslim olup karamsarlık girdaplarına sürüklenmişlerdir; ya da o “gerçeği”, onu kabul ederek aşabileceklerini sanmaktadırlar, ama aslında o “gerçeğin” bir parçası olma eğik düzleminde yol almaktadırlar.
Gerçek, ilk bakışta görüldüğü denli karanlıksa, haklıdırlar. Ama gerçek ilk bakışta görüldüğü gibi olsaydı, ne felsefeye gerek vardı ne bilime ne de politikaya… Gerçek -özellikle toplumsal konularda, toplumbilimleri alanında- ilk bakışta görünenden çok farklı olabilir.
***
Karamsar kuramcıların düştüğü tuzak, modernitenin burjuvazinin ve kapitalizmin ürünü olduğu sanısıdır. Burjuvazi gericileşmiş, kapitalizm iyice çürümüş ve yozlaşmış, dolayısıyla modernite de (bilimsel devrim ve aydınlanma da, hatta reel sosyalizm de) aynı kaderi paylaşmıştır.
Böyle bir ön kabulle yola çıkıldığında ne kadar “post” denirse densin “pre-modernizm”e varılması kaçınılmazdır. Hem de son derece iyi niyetle (anti-kapitalist ve anti-emperyalist iddialarla) döşenmiş yollardan geçerek… Moderniteyi, bilimsel devrimi, aydınlanmayı ve reel sosyalizmi reddederek (eleştirerek demiyorum) varılacak yer burjuva düzeninin, kapitalizmin sonrası değildir, olsa olsa öncesidir. Çünkü bugün moderniteyi, bilimsel devrimi, aydınlanmayı -reel sosyalizmi zaten- reddeden ve küpeşteden atan bizzat küresel kapitalizmin kendisidir.
Karl Marx ve ardılları kapitalizmin en köklü eleştirisini yaptılar, ayrıca bu eleştirinin toplumsal pratiğinin gerçekleşmesine de önderlik ettiler. Öte yandan Marx, burjuva modernizminin ve burjuva aydınlanmasının da şu ana kadarki en köklü eleştirmeniydi. Ama aynı Marx, dönemin devrimci burjuvazisi önderliğinde gelişmiş olsa bile bilimsel devrimin, aydınlanmanın, demokratik devrimlerin insanlığa getirdiği kazanımlara sonuna kadar sahip çıktı, mirası kabul etti. Marx, kuramının üç kaynağı olarak Alman klasik felsefesini, Fransız toplumculuğunu ve İngiliz ekonomi-politiğini saymıştır ki bunlar modernitenin ve aydınlanmanın o dönemdeki en ileri ürünleriydi. Burjuva modernizminin en köklü eleştirmeni Marx, modernizmin ürünlerini kuramının kaynakları ve mirası olarak kabul ediyor. Mevcudu aşmak isteyenin tutumu budur. Marx moderniteye karşı değildi, burjuva modernizminin güdüklüğünün ve yetersizliğinin köklü bir eleştiricisiydi.
Evdeki bulgura (modernizme, aydınlanmaya, demokratik devrimlere) sahip çıkmayan, Dimyat’taki pirinci (kapitalizmi ve burjuva uygarlığını aşmayı) ufkuna alamaz. Lafta ne derse desin pratikte modernizmin gerisine düşer. Evdeki bulguru da kaybeder.
***
Hep “gerçekler devrimcidir” deriz ya, bu madalyonun bir yüzüdür. Başka bir açıdan bakıldığında gerçekler oldukça tutucudur. Özellikle toplumsal süreçler söz konusuysa, bu süreçlerin bir geleceği olduğu gibi geçmişi de vardır. “Birikim”, “kazanım”, “toplumsal miras” dediğimiz de budur. Herhangi bir ileri atılım bu birikimi (geçmişi) reddederek gerçekleşemez. Eğer reddedilirse, onun adı atılım değil, saçılım ve dağılım olur. Köksüzlük anlamına gelir ve yenilgiye mahkûmdur. Tarihsel mirası ne kadar güçlüyse bir hareketin ileri atılımı da o denli güçlü olur. Bu nedenle sınıf mücadelesinin en yaman muharebeleri tarih alanında verilir. Tarihi kazanan, geleceği kurmaya da hak kazanır.
Devrimci, tarihe hovardaca yaklaşmaz; deyim yerindeyse sinekten yağ çıkarır. Tarihte neye sahip çıkacağını, neyi tarihin çöplüğüne yollayacağını iyi analiz eder, sahip çıktıklarını damıtır ve geleceğin tetiği yapar. Marx’ın kuramsal güçlülüğü, kök aldığı ve miras kabul ettiği modernite ve onun büyük ürünlerine bu damıtma işlemini (aşma) son derece başarılı bir biçimde uygulamasıdır.
Modernizme, aydınlanmaya, bilimsel devrime hovardaca yaklaşan ve devrimcilik adına onları burjuvaziye terk edenlerin çaresizliğe, karamsarlığa düşmeleri kaçınılmazdır. Hatta bugün sosyalizm pratiklerinin yarattığı birikime de dudak büken “devrimciler” görülüyor. “Statüko”yu yıkıyorlar, “keşif”ler yapıyorlar. Birikimi olmayan “keşifler”, farkında olmadan en büyük statükoların parçası haline gelirler.
Tekrar edelim: Kendin olmadan, kendi birikimin üzerinde güçlü bir inşa yapmadan başkasıyla olmaya kalkarsan onun olursun. Stratejisiz taktik olmaz. Stratejisi olmayan, başka stratejilerin taktiği olabilir ancak.
Tarih bilinci, yaşam sevincinin, iyimserliğin ve kararlılığın kaynağıdır.
***
Sosyalizm henüz emekleme çağında. Modernitenin ise yeni yeni ergenliğin eşiğine geldiği söylenebilir. Tarihsel kökleri tabii ki mevcut, ama ilkinin 150, ikincisinin ise taş çatlasa 500 yıllık bir geçmişi var. Bu gençlik, aslında iyimserliğimizin de kaynağı. Henüz yaşlanmamış, çürümemiş, yozlaşmamış, devrimci barutlarını tüketmemiş, önü açık, insanlığa katabileceklerini tamamlamaktan çok uzak, geleceğe uzanan büyük fikir akımlarıdır bunlar. Bir görüşe göre erken ötmüşlerdir; olsun, herkesi uyandırmışlardır bir kere…
Karamsar görüş sahiplerinin yukarıda özetlediğimiz bütün argümanları gerçektir; ama tarih bilinciyle bakıldığında bunlar ve yaşanan kaos, bir “geriye dönüş”ün değil, yeni bir atılımın ayak sesleridir. Yaşadığımız bunalımlar, karamsarlıklar, çaresizlikler ve bunlardan kaynaklanan teslimiyetler veya kendini oraya buraya vurmalar, aslında yeni bir atılım ihtiyacının belirtileridir.
Avrupa’da burjuvazi önderliğinde başlayan ilk modernite atılımının güdüklüğü ortaya çıktı. İnsanlığın kadim hedeflerine (eşitlik, özgürlük, kardeşlik) ulaşmasına yetmedi. Hatta bu burjuva önderliği giderek yozlaştı ve o hedeflerin düşmanı haline geldi. Bugün bu güdüklüğün/yetersizliğin sonuçlarını yaşıyoruz. Ama bu, ilk atılımın gerisine düşmekle, modernite defterini kapatmakla değil, ilk atılımın kazanımlarına sahip çıkıp yetersizliklerini aşan ikinci bir atılımla sonuçlanacaktır.
İnsanlık bugün “ikinci modernite atılımı”nın doğum sancılarını çekiyor. Moderniteyi ve sosyalizmi kapanmış bir parantez haline getirecek yeni karanlık çağların değil, bugün yaşanan geri düşüşü bir parantez haline getirecek çok daha aydınlık bir çağın şafağındayız. Gerek felsefe gerek bilim gerek siyasal alanda çok daha kapsayıcı pratikleri ve kuramlarını yaratacaktır bu süreç.
İlk atılıma göre daha avantajlıyız, daha birikimliyiz. İlk atılım bize, nasıl olamayacağını gösterdi; bu muazzam bir kazanımdır. İnsanlık bunun kuramını da oluşturmayı başardı: Bilimsel Sosyalizm. Bu kuram bize nasıl olamayacağını gösterdiği gibi, nasıl olabileceğine ilişkin ipuçları da verdi: Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıflardaki şimdiye kadar hiçbir ezilen sınıfta görülmemiş potansiyellere dikkat! Bu vurgu, bugün doludizgin giden her türlü kimlikçiliğin, etnikçiliğin, milliyetçiliğin, mezhepçiliğin, yerelciliğin panzehiridir.
Fakat elimizdeki sadece bir ipucudur. Ne 19. yüzyıl Avrupa’sında, ne 1910’lar Rusya’sında, ne 1920’ler Türkiye’sinde, ne de 1930’lar Çin’inde yaşıyoruz. Tıpkı o dönemdekiler gibi bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. İpuçlarımız var, ama hazır kalıplarımız yok. Bizim mutlak kitaplarımız ve tanrılarımız yok. Kendi modernitemizi ve sosyalizmimizi yeni koşullara uygun pratikler geliştirerek kendimiz yaratacağız.
İyimseriz, son derece güçlü bir tarihsel birikimimiz ve tarih bilincimiz var.
İyimseriz, ipuçlarımız var.
İyimseriz, Dünya dönüyor hâlâ…
***
Fazla uçtuk, sadede gelelim…
Türümüz açısından evrim göz önüne alındığında bilemem, pek umut vaat etmiyor, ama devrim için Homo sapiens’e güvenelim. Fazlasıyla devrimci bir türüz. Devrim yapa yapa devrimi gereksizleştirebilirsek ve evrimimizi de doğa ile uyumlulaştırabilirsek ne âlâ! Yoksa doğa gereğini yapar. Doğanın ne dini var ne tanrısı, uygarlık falan bilmez, moderniteyi takmaz, sosyalizm umurunda bile değil. Bizi kusar…