Yine bir merak, beni bu sefer Hint Okyanusu’nun doğu ucundaki dünyanın dördüncü büyük adası Madagaskar ile Mascerene platosundaki Reunion ve Mauritius adalarına götürdü. Jeolojik evrim ile biyolojik evrimin nasıl iç içe geliştiğinin tipik örneklerinden olan Madagaskar ve diğer adaları endemik flora ve faunası ve yok olan türleriyle yakından görmek heyecan verici olacaktı.
Evrim kuramının, yalnız biyolojik yönünü kullanarak anlatılmaya çalışıldığında, anlaşılmasının ne denli güç olabileceğini, bir zamanlar ekranlarda sıkça yapılan evrim tartışmaları sırasında anladım. Hiç unutmam, tanınan bir biyolog sinek kanatlarını ve meşhur Drosophila’nın (sirke sineği) renkli göz değişimlerini kullanarak evrimi anlatmaya çalışıyordu. Konuşma uzadıkça uzuyor ve bir süre sonra anlaşılmaz hale geliyordu. Konuk ile sunucu arasında geçen konuşma o kadar anlaşılmaz bir hale gelmişti ki, bırakın evrimin ne olduğunu anlamayı, bu konuşmaların anlamı ne diye düşünmeye başladım. Sunucunun yüzünde şaşkınlık ifadesi gittikçe artmış, konuyu daha ilginç hale getirmek için, hocam şimdi biz AÜ’deki antropoloji müzesine gitsek orada insan kemiklerine bakarak evrimi anlayabilir miyiz diye bir soru daha yöneltmişti. Biyolog tabi ki anlarız deyince, ben de yerimden kalkarak TV’yi kapattım. Bu konuşmalar, fırsatı kaçırmak istemeyen evrim karşıtlarının ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramadı ve öyle de oldu. Bu tartışmalardan hiçbir anlam çıkaramayan halkımız din motifleriyle süslenmiş evrim konuşmalarına daha çok ilgi gösterir oldu.
Basit olarak şunun açıklanmasında yarar var. Evrim=Zamandır. Zaman=Harekettir. Hareket=Süreçler topluluğudur. Süreçler=birbiri ardına sıralanmış olaylar dizisidir. Evrimi ve bu tarz düşünebilmeyi anlamak için yukarıda belirtilen eşitliklere çok dikkat etmemiz gerekir. Evrim, jeoloji ile sarmaş dolaştır. Jeolojide zaman vardır. Süreçler vardır. Tüm bu özellikleri barındıran çok güzel bir örnek var: Madagaskar Adası. Onun geçirdiği jeolojik ve biyolojik evrim, gerçek bir evrim dersi niteliğinde.
Yolculuk başlıyor
Yine bir merak; beni bu sefer Hint Okyanusu’nun doğu ucundaki dünyanın dördüncü büyük adası Madagaskar ile Mascerene platosundaki Reunion ve Mauritius adalarına götürdü. (Foto-1) Jeolojik evrim ile biyolojik evrimin nasıl iç içe geliştiğinin tipik örneklerinden olan Madagaskar ve diğer adaları endemik flora ve faunası ve yok olan türleriyle yakından görmek heyecan verici olacaktı.
Geziye katılmadan önce adalar hakkında kısa bilgileri edinip ve en önemlisi fotoğraf makinemi yanıma alıp, 13 Mayıs’ı 14 Mayıs’a bağlayan gece saat 01.25’te havalanan uçakla 14 saatlik yorucu bir yolculuktan sonra Madagaskar’ın adını söylemesi zor olan başkenti Antananarivo’ya (Tana) ulaştığımızda yerel saat 14.30’u gösteriyordu. (Foto-2) Kısa bir gezi şehri tanımak için yeterli oldu. Başkent olmasına rağmen deyim yerindeyse her tarafı b.. götürüyordu. Burası böyle olursa diğer şehirler kim bilir nasıldır diye düşündüm. Bu pisliğe insanlar nasıl dayanıyordu anlamak mümkün değildi. Bağışıklık sistemleri çok iyi gelişmiş olmalıydı. Öyle ya, Ortaçağ’da Avrupa’yı kasıp kavuran veba denilen illetten daha yeni kurtulmuşlardı. Durgun suların, bataklıkların, yaygın pirinç tarlalarının vazgeçilmezi sivrisineklerin taşıdığı “zika” virüsüyle bulaşan sıtma (sarıhumma) zaman zaman bölgede salgın derecesinde yaşamı tehdit etmekteydi. Buna karşın, Antananarivo ya da kısaca “Tana” denilen şehirde halk bu önemli sağlık sorunlarına aldırış etmeksizin günlük yaşamlarına devam ediyordu. (Foto-3)
Birçok önemli sorunla boğuşan kentin tarihi oldukça eskiye dayanıyordu. 1612-1630 yılları arasında bir krallığın başkenti olan Tana daha sonra Fransızlar tarafından 1897’de kolonize edildi. Bu 1960’a kadar sürdü ve bu tarihten itibaren Madagaskar bağımsızlığını kazandı. Olumsuz bir sosyolojik yapısı olmasına rağmen, muhteşem ve değişken doğasıyla adaya gelen insanları büyülemesi, onu dünyada görülmesi gereken yerlerin ilk sıralarına yerleştirdi.. Tarihsel derinliğinin yanı sıra, tropikal iklimin yarattığı flora ve fauna birlikteliğinin endemik özelliği ve jeoloji tarihi, Madagaskar Adası’nı tam anlamıyla jeolojik ve biyolojik evrimin daha doğrusu yalnızca evrimin mabedi yaptı.
Uçak Antananarivo’ya inişe geçtiğinde toprak dikkati çekecek kadar kırmızıydı. Yoğun buharlaşma, yağmur, kısaca subtropikal iklim buradaki kayaları halen devam eden yoğun bir alterasyona uğratıyordu. Hidrotermal süreçler, genelde yengeç ve oğlak dönenceleri arasında yer alan ve yarı tropikal kuşakta yaygın olarak rastlanılan, demir ve alüminyum minerallerince zengin, laterit (Latince: sonra) adı verilen kırmızı toprakları ve kayaları meydana getiriyordu. İşte Antananarivo ve adanın merkez ve güney kesimlerinde yaygın olarak rastlanılan kırmızı topraklar nedeniyle bu adanın diğer bir ismi de “Kırmızı Ada” olarak biliniyordu. Yerleşimlerin çoğunun bu topraktan üretilen tuğlalardan yapılmış olması burayı bir tuğla kent haline dönüştürmüş, şehrin tuğla rengine bürünmesi görülmeye değer görüntüler meydana getirmişti. (Foto-4)
Bütün bunları gördükten sonra aklıma, binlerce yıllık tarihi olan şehrim İstanbul geldi. Fakir ve sağlık problemleri olan bu adadaki yapılaşmanın halen geleneksel tuğla ile devam ediyor oluşu, dünya görüşü dar, gördüğünü de anlamayan basiretsiz ve bilgisiz idarecilerin İstanbul’u rant uğruna ne hale getirdiklerini bir kez daha üzülerek anlamamı sağladı. Geziye yüksek topraklar diye bilinen ve zenginlerin oturduğu tepelik alanlarda yer alan krallık sarayından başladık. Kente hakim bir tepede yer alan saray ve kralları hakkında bilgiler veren rehberimiz Ayşe Hanım’ın anlattıkları oldukça heyecan vericiydi. Buraya ilk gelenlerin ve yerleşenlerin hep Afrikalı olduğu düşüncesi egemendir, ama öyle olmadığını öğreniyoruz. İlk yerleşimlerin, MÖ 300’lü yıllarda pigme tipli insanların kanolarla Polinezya’dan adaya gelmesiyle başladığı düşünülüyormuş. İnsanların adaya ilk ulaşımı güneydoğu sahillerinden olmuş. Kendilerine ekim alanları açmak için yağmur ormanlarını kesmeye başlamaları önemli bir sorunu da beraberinde getirmiş. Adanın endemik türleri olan bir primat türü lemurların, bol etli devekuşu benzeri fil kuşlarının, etçil fossaların ve hippopotamusların yok olma süreci de böylece başlamış olmalı.
Gezinin ikinci gününde, sabahın erken saatlerinde başkenti terk etme zamanı gelmişti. Otelin önünde bekleyen aracımızın üstüne bavullar yüklenmeye başladığında, yolculuğun bundan sonraki günlerinin çok daha heyecanlı olacağını sezinliyorduk. (Foto-5)
Lemurlar dünyasına yolculuk
Bu primatları görmek bir yerde evrimi anlamak gibi bir şey olmalıydı. Hem zoolog hem de jeolog olmanın kazandırdığı bilgilerle Madagaskar’ı bu yönleriyle görmek gerçekten ilginç olacaktı. Kanımca bu özelliklere sahip başka bir coğrafya gezegende yoktur. Aracımız lemurları göreceğimiz yağmur ormanlarına doğru hareket ettikten kısa bir süre sonra ana yolu terk etti. Bol çamurlu kırmızı yollar bizi biraz yorduysa da ilk koruma alanı Pareyras Çiftliği’ne ulaştığımızda ve ilk lemurla karşılaştığımızda yorgunluktan eser kalmamıştı.
Lemurlar her taraftaydı. Rehberin elinize verdiği muz parçası, onun omzunuza gelip yerleşmesi için yeterliydi. Bazen çıkardıkları sesler ürkütücü oluyordu. Rehberin dediğine göre bu sesler iki lemur grubunun karşılaşması sırasında sıkça çıkartılıyordu. “Burası benim alanım senin ne işin var” gibilerden “burayı terk et” anlamına gelen tehdit sesleriydi. Bunu öğrendikten sonra onlara yaklaşmak ve iletişim kurmak daha kolay oldu.
Bu tanışma sonrasında korunaklı bölgede dünyanın en büyük kelebeği (güve) olan Argema mimosae (Kuyruklu Yıldız Güvesi) ile karşılaştık. Muhteşem görüntüsü ile ağaç dalına asılmış vaziyette sessizce dinleniyordu. (Foto-6) Güney Afrika ve Doğu Afrika’da yaşayan bu kelebeğin kanat açıklığı 10-12 cm’yi buluyordu.
Can alıcı renkleriyle dünyanın en zehirli kurbağalarının mekânı Madagaskar adasıydı. Ancak rehberimiz önemli bir ayrıntıyı anlattıktan sonra içimiz rahatladı. Bu küçücük kurbağalar doğal hayattan alınıp özel koruma yerlerine konulduklarında tehlikeli özelliklerini kaybedip uysal ve zararsız bir canlıya dönüveriyormuş. Bu arada ağaçta ve yerde boa yılanları, hani birisi beni alıp da boynuna dolasa der gibi kıvrılarak sakin sakin size bakıyordu. Rehberimiz Ayşe Hanım daha öncesinden alışık olmalı ki korkusuzca boa yılanının boynuna sarılmasına izin verdi. Aslında uysal hayvanlar, ama ne olur ne olmaz diyerek uzak durmanın daha güvenilir olduğunu unutmamak gerek.
Tel örgülerle kaplı, içinde birçok bitkinin bulunduğu dev bir kafesin içine rehberlerin eşliğinde girdikten sonra, burada ne var niçin bizi buraya soktular diye düşünürken, kamuflaj ustası olan bukalemunları (Calumma parsonii) görüverdik. Ortamla o kadar güzel uyum sağlıyorlardı ki onları bir an göremiyordunuz. Gözlerimiz ortama alıştıktan sonra fotoğraflar için en güzel pozlarını vermeye başladılar. (Foto-7) Renklerinin anında değişmesi ve o meşhur dillerini bir anda avının üstüne göndermeleri gerçekten görülmeye değerdi.
Bukalemunlarla olan fotoğraf şöleni sonrası, başka bir koruma alanı olan Andasibe Milli Parkı içindeki Perinet Rezervi’ne doğru yola çıktık. Burada yeri gelmişken rezervlerden (koruma alanları) söz etmek yerinde olacaktır. Kolonileşme döneminden kalma muazzam araziler. İçinde yağmur ormanları, göller ve el değmemiş doğal yaşam alanları var ve çoğunlukla zengin Fransız ailelerine ait. Bu araziler doğaları nedeniyle koruma altında. Hem bilimsel hem de turistik amaçlı olarak kullanılıyorlar. Gelen turistler ortam ile uyumlu bungalovlarda kalıyor ve doğal ortamı rehberler eşliğinde araçlarla dolaşıyorlar.
Perinet Rezervi işte böyle bir yer. Vahşi doğa içinde bir gece kalıp adanın en büyük lemurlarından olan ve yerli halkın kutsal kabul ettiği ‘Indri Indri’leri (yerel dilde Babakoto) göreceğiz. Sabah erken saatlerde bu lemurları görmek için yola çıktık. Bir gün öncesinden yağan şiddetli yağmur etrafı çamur içinde bırakmıştı. Nem de oldukça yüksekti. Ormanın derinliklerine ilerledikçe nem dayanılmaz oluyordu. Bir süre sonra rehberler seslerini taklit ederek indri-indrilerle irtibat kurdu. Bu hayvanların en önemli özelliği, sabah beslenmelerini ağaçları üzerindeki meyve, böcek ve bitkilerle yaptıktan sonra, öğleye doğru yediklerini sindirmek için ağaçların yere daha yakın alt dallarında son derece süratli hareket ederek dolaşmaları. Bir süre sonra birkaç tanesi yanımıza kadar gelerek rehberin verdiği muzu yemeye başlayınca fotoğraf makinelerinin deklanşör sesinden başka bir şey duyulmaz oldu. Kocaman şaşkın gözleri ile durmaksızın etrafı kollayan bu primatlar, kim bilir kaçıncı fotoğraf makinesinin kendi gözleri gibi parlayan objektiflerine poz veriyorlardı. (Foto-8) Fazla ilgiden sıkıldıkları belliydi. Birden çığlıklar atarak, daldan dala atlayarak ormanın içlerinde kayboldular.
İkinci bir şölen daha bizi bekliyordu. Sıra, adanın en ender bulunan, yalnızca gece görülen, yerli halk tarafından kötü ruhlar olarak bilinen ve soyu tükenme tehlikesinde olan lemuru, Daubentonia madagascariensis’i (Aye-Aye) görmeye gelmişti. Bunun için bir günlük yolumuz daha olacaktı. Gezi ekibi sabahın erken saatlerinde yola koyuldu. Akşam Hint Okyanusu kıyısında littoral ormanın içindeki Palmarium Rezervi’nde olmalıydık. Bunun için aracımız bizi Pangalanes kanalının yakınındaki bir köye bıraktı. Motorla kalacağımız yere gidecektik. Köyde ilginç birkaç portre çektikten sonra yola koyulduk. Kanal, okyanus kıyısının hemen arkasında yer alan birçok lagünün yapay kanallarla birleşmesi sonucunda oluşmuş, yaklaşık 450 km uzunluğunda adanın en önemli ulaşım ağlarından biriydi. Kanalı takip eden ve ulaşımı sağlayan demiryolu da adanın ikinci büyük şehri ve en önemli uluslararası limanı olan Toamasina’ya kadar devam ediyordu.
Uzun süren yolculuktan sonra kalacağımız özel rezerve ulaştık. Burası gerçekten görülmeye değer bir yerdi. Şöyle bir duyguya kapılmamak mümkün değil: Yağmur ormanlarının içinde, gezegenin ulaşılması güç bir yerinde, ürkütücü lemur seslerine karışan okyanus dalgalarının uğultusu arasında, gökyüzündeki milyarlarca yıldızın altında insan olarak ne düşünebilirsiniz ki? Burada insan, doğa karşısında ne kadar çaresiz olduğunu bir kez daha anlıyor.
Kalacağımız bungalovu kaybetmemek için sahildeki bir palmiye ağacını işaretlemiştim. Yolu kolaylıkla bulduktan sonra içeri girdik. Görünüşü çok otantikti. Tümüyle ağaçlardan yapılmış bu kulübede yatak, yerlere kadar sarkan ve yatağı kaplayan bir nevi cibinlikle kaplanmıştı. Bunun nedenini anlamakta gecikmedim. Her yer örümcekle doluydu. Rehberimizin korkmayın, hepsi zararsız dediğini hatırladım ama gel de onu sen bana anlat… Neyse, zoolog olmanın vermiş olduğu cesaretle bir süre sonra okyanusun dalga sesleri arasında uyuyakalmışım.
Sabah bakalım neyle karşılaşacağız diye erkenden kalktım, niyetim biraz fotoğraf çekmekti. Bembeyaz kuvars kumlarından oluşmuş sahil güneş ışığı altında pırıl pırıl parlıyordu. Filmlerde olduğu gibi suya kadar eğilen palmiye ağaçları görülmeye değerdi. Yağmur ormanlarının içinde kahvaltı yapmak güzel olacaktı. Yemek yerine kısa bir yürüyüşten sonra ulaştık. Etrafta lemurlar bize günaydın dercesine bir daldan ötekine atlayarak zıplayıp duruyorlardı. O şaşkın ve hayret içindeki halleri insanları cezbediyordu. Birçok fotoğraf çektikten sonra motorla kanaldaki koyları, mangrov ormanını ve içindeki kuşları görmek için yola koyulduk. Bütün gün böyle geçecekti. Akşamüstü kanalın hemen yanında bulunan bir balıkçı köyü ziyaret edildi. Burada insanların ne kadar zorluklar içinde yaşadıklarını gördük. Zor koşullara rağmen, yüzlerinden hiç eksik olmayan gülümsemeleri yine de mutlu olduklarının işareti gibiydi.
Motorla başka bir yere hareket ettik. Karanlık çökmeye başlamış, dolunay dönemindeki Ay yükselmişti. Rehberlere neyi göreceğimizi sorunca, eğer şansımız varsa, Daubentonia madagascariensis’in (Aye-Aye) bize bir şov yapacağını söylediler. Neydi bu Aye-Aye? Bu hayvan sadece Madagaskar’da bulunan, soyu tehlike altında olan, şempanze, maymun ve insanlara en yakın olan bir primattı. Yerli halk bu hayvanın uğursuz olduğunu ve kötülük getireceğine inandığından ve onu gördüklerinde öldürdüklerinden, ayrıca yabani hayatın yine insan eliyle tahribatı sonucunda bu ilginç primat yok olma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Günümüzde soyu tehlike altında olan bu hayvan gerek yerel halk gerekse hükümet tarafından koruma altına alınmıştır. Görünümü ürkütücü olmasına rağmen son derece uysal olan Aye-Aye, büyük gözleri, ince uzun parmakları, büyük ve hassas kulakları, bol kıllı kuyruk ve bedeni ile dikkati çeker. Uzun tırnaklarını kullanarak ağaçlarda asılı kalabilir. Beslenmedeki en önemli özelliği, uzun olan orta parmağını bir stetoskop (dinleme aleti) gibi kullanarak ağaç gövdelerinin içindeki kurt larvalarının hareketlerini hissetmesi ve onları ortaya çıkartarak yemesi. En sevdiği meyve de Hindistan cevizidir.
Hava iyice kararmıştı. Özel ışıklarla donatılmış çubukları taşıyan rehberler, Aye-Ayeler için hazırladıkları Hindistan cevizini bir ağacın iki dalı arasına sıkıca koydular. Yaklaşık bir saat gibi bir zaman geçmiş ve yavaş yavaş yorgunluk alametleri gösteren bizlerde galiba gelmeyecek, boşuna bekliyoruz mırıldanmaları artmıştı ki, rehberler heyecanla sağa sola koşuşturmaya başladılar. Aye-Aye’nin yakınlarda bir yerde olduğunun müjdesini veriyor olmalıydılar. Özel ışıklarla aydınlatılmış alanın gerisinde toplanan grup fotoğraf makinelerinin ayarlarını yapmakla meşguldü. Profesyonel makineleri olanlardan flaşlarını kullanmamaları rica edildikten kısa bir süre sonra Aye-Aye göründü.
Çok iri gözleri ve uzun parmaklarıyla ilk bakışta bir vampiri andırıyordu. Keskin iki ön dişi önceleri onu kemirici sınıfına sokmuştu ama o bir primattı ve insan soyunun ilk örneklerinden biriydi. (Foto-9) Şov başladı. Önce keskin ön dişleriyle Hindistan cevizinin sert kabuğunu kısa sürede parçaladı. Sonra uzun orta parmak devreye girdi. Sulu kısma ulaşıncaya kadar epey bir zaman geçti. Arada sırada ağzına gelen lifleri tükürerek yere atıyordu. Bir süre sonra meyvenin öz suyuna ulaştı ve herkesin şaşkın bakışları arasında lıkır lıkır sesler çıkararak bir güzel içti. Yemeğini bitirmişti, etrafına şöyle bir baktı ve gece karanlığında ağaçların arasında kaybolup gitti. Herkes şaşkındı. Ne yalan söyleyeyim, ben çok daha fazla şaşkındım. Neden mi? Çünkü bu şovu bir zoolog gözüyle izleyen şanslılarından biriydim.
Tekrar kaldığımız yere hareket ettik. Yerel halkın ateşler altında bizi karşılama dansının müziği rüzgârın eşliğinde kulağımıza gelmeye başladı. Bu sefer bir dans şovu bizi karşıladı. Yorulmuştuk. Ertesi gün kanalda üç saatlik Toamasina yolculuğu başlayacaktı. Hemen yattık. Gece büyük bir gürültüyle uyandım. Dışarıda sanki kıyamet kopuyordu. Siklon yağmuru ve rüzgârı okyanus dalgalarının gürültüsü ile birlikte etrafı kıyamete çevirmişti. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Sabah kıyamet halen devam ediyordu. Bungalovdan çıkıp sert rüzgârın ve yağmurun altında yemek yenilecek yere zorlukla ulaştık. Herkes endişeliydi. Bu kötü hava koşulları altında kanalda üç saatlik yolculuk yapacaktık. Bavullar tekneye yüklendi. Yerliler pek endişeli görünmüyordu. Alışık olmalıydılar. Yağmur ve rüzgâr altında yola koyulduk. Daha sonra hava açtı. Birçok ilginç köyün, su bitkilerinin ve kuşların görüntüleri arasında Toamasina’ya ulaştık. Devasa Banyan ağaçlarının bulunduğu park ilk duraktı. “Buda” ilk kez Hindistan’da bu ağaçların altında dua etmişti. Bu nedenle yerel halk Banyan ağaçlarını kutsal sayıyordu. Bu ağaçlar, saçı başı birbirine karışmış çok yaşlı insanlar gibiydi; gövdesi ve kökleri birbirine karışmıştı. (Foto-10).
Bu adada aslında görülmesi gereken iki şeyi göremedim. Bunlardan biri adanın kuzey batısındaki taş ormanları, diğeri de adanın güney batısındaki çöl ortamında yaşayan ve yalnızca Madagaskar’da bulunan Adansonia grandidieri (Büyük baobab) ağaçları. Yolların çok kötü olması nedeniyle bu ağaçları göremedik ama Reunion Adası’nda küçük bir örneğini fotoğrafladım. (Foto-11) Bir jeolog olarak özellikle “taş ormanlarını” görmek isterdim ama gezi programı içinde değildi. Olsa bile oraya ulaşmak oldukça zordu.
UNESCO tarafından koruma altında olan bu özellikli yer, doğanın bize bıraktığı önemli bir mirastır. Burası milyonlarca yıl süren Jura yaşlı kireçtaşı platosunun erozyonlarla parçalanması sonucunda, yüzeyleri bıçak gibi keskin sivri uçlu derin vadilerin ve mağaraların oluşmasıyla ortaya çıkan Madagaskar dilinde “Tsingy – çıplak ayakla yürünemeyen yer” anlamına gelen karstik bir platodur. (Foto-12) Burası jeolojik önemi yanı sıra biyolojik olarak da önemlidir. Fauna ve florası halen keşfedilmeyi bekleyen endemik birçok cins ve türü barındırır.
Jeolojik olarak Madagaskar
300 milyon yıl önce Karbonifer döneminin sonlarına doğru, Karoo rift sisteminin bir parçası olan Somali havzası riftleşme ile oluşmaya başlarken Gondvana da parçalanma sürecine girecektir. Jura’nın erken dönemlerinde, Toarsiyen zamanında 182 milyon yıl önce (dinozorların koşuşturduğu ikici zamanın ortalarında) transform fay boyunca oluşan volkanik faaliyetler sürerken, Gondvana’nın doğusundaki Hindistan, Madagaskar, Antarktika ve Avustralya levhaları Afrika levhasından ayrılır. (Foto-13) Madagaskar’ın jeolojik bağımsızlığını ilan etme süreci de böylece başlamıştır. Hindistan, 135 milyon yıl önce kuzeye Lavrasya kıtasına doğru giderken, 100 milyon yıl öncesine gelindiğinde büyük bir transform fayla Madagaskar Hint ana karasından kopar ve bir ada olarak Afrika kıtasının doğusuna yerleşerek jeolojik bağımsızlığını ilan eder.
Adanın bugünkü jeolojik görünümünde merkezde ve büyük bir bölümü neoproterozoyik yaşlı genelde kristalen bir temel ile bunun üstüne adanın batısında yaygın olarak görülen fanerozoyik yaşlı sedimenter bir örtü bulunur. Gondvana kıtasının tüm jeolojik özelliklerini taşıyan ada, buna paralel olarak ilginç bitki çeşitliliğini de içerir. Jura ve Kretase zamanlarında yaşamış ve soyları tükenmiş dinozorlar ile yine aynı zamanın ammonitleri Madagaskar’ın karakteristik fosilleri olarak doğa müzelerini süslemektedir. Milyonlarca yıllık bu hareketli süreç kıtaları nasıl evrimleştirdiyse, canlı yaşamı da öyle evrimleştirecektir.
Yaşayan fosil: lemurlar
Biliyoruz ki lemur denilince akla gelen coğrafya Madagaskar Adası’dır. Günümüzde filmlere bile konu olan çocukların sevgilisi lemurların evrim gibi önemli bir düşüncenin kahramanları oldukları bu filmlerde anlatılmaz ama bilim dünyası ne denli önemli canlılar olduklarını bilir. Afrika’da yaşayan lemur benzeri primatlar ya da onların ataları olan nokturünal (gündüz uyuyup gece aktif) primatlardan Lorisoidea alt familyasına ait Lemuriformların 60 milyon yıl önce Eosen döneminde suda yüzen bitki ve ağaç topluluklarını kullanarak ana kıta Afrika’dan Madagaskar’a kadar rüzgar ve akıntılarla geldikleri tahmin edilmektedir.
Lemurların ait olduğu primat grubunun evrimine kısaca bir göz atalım. Memeli benzeri ilk primatlar, 2. Zaman sonundaki büyük yok oluştan hemen önce yani dinozorlar gezegenin hayatından çekilmezden 66 milyon yıl önce evrimleşmeye başlamışlardı. Bunlarla ilgili fosil kayıtları, Kuzey Amerika’da, Çin’de, Avrasya’da, Avrupa’da ve Afrika’da subtropikal koşulların etkin olduğu Paleosen ve Eosen zamanlarına ait çökellerde bulunmuştur. Bu konudaki kesin ve önemli bilgi, erken primatların en fazla Avrasya’da geliştiği ve evrim yollarının da maymunlar ve sonrası insana kadar devam ettiğini yönündedir. Afrika’daki erken primat topluluğu 63 milyon yıl önce dallanarak evrimleşme sürecine girmiştir (Foto-14). Bu süreç içinde yer alan iki önemli primat grubu Strepssirhini (Islak Burunlular – Lemuriform Primatlar) ve Haplorhini (Kuru Burunlular – Tarsieriform Primatlar) gibi iki farklı grup oluşturarak gelişmeye başlamış, bunlardan Haplorhini’nin yolu insana kadar devam etmiş, Strepssirhini ise Madagaskar’ın endemik lemurlarını oluşturmuştur.
Ancak bu ilginç evrimleşmede levha tektoniğinin önemli rolü bulunur. Nokturinal (ıslak burunlu) Lorisoidea’nın 62 milyon yıl önce Afrika’yı Madagaskar’dan ayıran Mozambik Kanalı’nı yüzen bitki toplulukları üzerinde geçerek Madagaskar’a ulaşması ile yaklaşık 54 milyon yıl önce başlayan bu evrimleşme süreci, adada farklı ortamlara uyum sağlayan türlerin gelişmesine olanak sağlamıştır. Kimi türler yağmur ormanlarında, kimisi littoral ormanda, ya da jilet gibi keskin kireçtaşı dağlarında veya çöl koşullarındaki ortama uyum sağlayarak yaşamlarını sürdürmeye başlamıştır. 2010’da yapılan çalışma verilerine göre, adada beş lemur ailesi, 15 cins ve 101 tür ve alt türle temsil edilmektedir. Çoğu tehlike altındaki türlerdir.
Mascarene Adaları
Madagaskar Adası’nın doğusunda yer alan volkanik üç ada Reunion, Mauritius ve Rodrigez’dir. Portekizli Pedro Mascarenthas tarafından 16. yüzyılın başlarında keşfedilir. Kaşifinin adı verilen Mascarene deniz altı platosundaki bu sıcak noktaların (Hot Spot) oluşumu 65 milyon yıl önce Hint plakasındaki Dekkan bazalt indifaları ile ilgilidir. 28-18 milyon yıl önce denizaltı volkanizması sonucunda resifleriyle ünlü Mauritius Adası oluşur. Reunion ise çok daha yenidir ve 5 milyon yıl önce aktif olmuştur. Mascerene adalar topluğunun en genci 1,5 milyon yaşında olan Rodrigez Adası’dır. Renuion iki önemli volkanı ile dikkati çeker. Bunlardan biri aktifliğini kaybetmiş 3000 m yüksekliğindeki Piton des Neiges, diğeri ise gezegenin en aktif volkanı 2632 m yüksekliğindeki Piton de la Fournaise’dir. Bu volkan yapılan araştırmalar ve radyometrik yaş tanımlamalarına göre 500.000 yıldan daha fazla bir zamandır aktif haldedir. 1986’daki püskürmesinde lav nehri birçok küçük yerleşim alanını ve ana ulaşım yolunu keserek denize kadar ulaşmıştır.
Piton de la Fournaise’ye yolculuk: Reunion Adası
Muhteşem bir doğada lemurlarla geçen dört günün sonunda Madagaskar’ı terk etme zamanı gelmişti. Bundan sonraki durak yanardağların adası Reunion’du. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra inişe geçen uçağın penceresinden adayı yakından izlemek bir jeolog için keyif vericiydi. Gezegenin en genç Sheild (Kalkan) biçimli aktif volkanlarından biri olan Piton de la Fournasie (2632 m), bu keyfin en can alıcı görüntüsü olarak, muhteşem krateri ile sanki dokunacak kadar bize yakındı. Otelimize yerleştikten sonra rehberimiz Ayşe Hanım bir tam günümüzü volkanı gezmek ve incelemek için ayırdığını söyleyince oldukça heyecanlandım.
Öyle ya, dünyanın aktif volkanlarının ilk sırasında yer alan Piton de la Fournaise’yi yakından görme, fotoğraflama ve hatta küçük lav örneklerini alma fırsatını yakalamıştım. Tümüyle volkanik bir ada olan Reunion, volkanları yanı sıra vanilya üretimi ve şeker kamışından elde edilen romlarıyla da meşhur bir Fransız adasıydı. (Foto-15 ve 16) Yüzyıllardır çekilen koloniyal acılara rağmen bu değerlerini kaybetmemişti.
Hint Okyanusu kenarındaki otele yerleştiğimizde akşam olmuştu. Okyanus kıyısında kısa bir keşif gezisi yapmak ilginç olacaktı.
Sahil tümüyle mercan kalıntılarından oluşmuştu. İrili ufaklı hatta neredeyse kum boyutuna gelmiş mercan kırıntıları tüm sahile yayılmıştı. Kıyıdaki dalga enerjisi o kadar fazlaydı ki devasa okyanus dalgaları mercan resiflerini paramparça ederek, işleyerek sahil şeridine yaymıştı. (Foto-17)
Sabah “Piton de la Fournaise” bizi bekliyordu. 2600 metreye çıkacaktık. Uzun ve dönemeçli bir yolculuktan sonra keşif gezisine başlayacağımız noktaya geldik. Rehberimiz özellikle böyle doğa şaheseri olan yerlerde bana özel bir zaman aralığı tanıyordu. Ben de bunu değerlendirip biraz daha iyi fotoğraflama yapmak için yabancı rehberle birlikte daha fazla yer görme ve resim çekme fırsatını buluyordum. Yanardağın kalkan biçimli görüntüsü muhteşemdi. (Foto-18) Etrafında birkaç tane parazit koni dikkati çekiyordu. Kratere kadar yürüyüş yolları, gözlem taraçaları, derin yamaçlardaki yürüme yolları, bilgilendirme panoları ile tam bir açık hava müzesi şeklindeki “Piton de la Fournaise”, aynı zamanda lokantaları, hediyelik eşya ve diğer ilginç satış malzemeleriyle birlikte bir para makinesi gibi de çalışıyordu.
Yanardağ Hawaii’deki volkanların püskürme tipiyle (Phreatic püskürme) benzerdi. Bu tip püskürmelerde, magma kanallarından akan bazaltik lavlar yeraltı sularına rastlayınca su buharı ve volkanik malzeme birlikte yüzlerce metre yüksekliğe püskürüyordu. Bazı durumlarda kızgın lavlar yanardağın yamacı boyunca denize ulaşabilir ve önünde ne varsa yakar yıkar yok edebilirdi. Piton de la Fournaise bu tür bir volkandı. Adanın doğu kesiminde bulunan bu yanardağ her patladığında bir lav nehri okyanusa kadar ilerleyerek suyla karışmış ve muhteşem görüntülerle doğanın ne denli güçlü olduğunu göstermiştir.
Bunları görmek için adanın doğu tarafındaki yerleşim alanlarına doğru gitmeye başladık. Manzara görülmeye değerdi. Sol tarafta Hint Okyanusu sağ tarafta Piton del la Fournaise’nin lavları. Kısa bir fotoğraf molası iyi olmuştu. Süratle arabadan inip henüz bir iki yıllık olan lavların üzerinde yürümek bir jeolog için önemliydi. Lavlar ortalığı yakıp yıkmıştı ama eski lavların arasından fışkıran bitki toplulukları her şeye rağmen yaşamın devam ettiğini gösteriyordu. (Foto-19) Her bir lav akıntısının ne zaman oluştuğunu, kimyasal içeriklerinin neler olduğunu anlatan bilgi panoları “aynen ülkemizdeki volkanlarda olduğu gibi ” etrafa konulmuş, gelen ziyaretçiler volkanın özelliklerini okuyarak volkan hakkında bilgi alıyorlardı. Biz de öyle yaptık. 17. yüzyıldan beri Piton del la Fournaise’nin tüm patlamaları biliniyordu. En son patlamasının lavları ise 1 yıllıktı. 1 Ağustos 2015’de patlayan volkanın lavları okyanusa kadar ulaşmış yine etrafı özellikle kesif ormanlarını yakıp yok etmişti. Bu görülmeye değer geziden sonra otele dönüp, yorgunluk gidermek için erkenden yattık. Ertesi gün resifler adası Mauritius bizi bekliyordu.
Resiflere yolculuk: Mauritius Adası
Sabah kötü bir sürpriz bizi bekliyordu. Mauritius uçağı 5 saatlik bir gecikmeyle kalkacaktı. Bu programın yarım gün aksaması demekti. Fazladan bir yarım gün Reunion’da dolaşacaktık. Başkent St. Denis küçük bir şehirdi. Evlerin hemen hepsi iki katlıydı ve çok güzel bahçeleriyle dikkati çekiyordu. Zar zor zamanı geçirdik. Havalimanına gitme zamanı gelmişti ama yeni bir sürpriz bizi epey etkiledi. Uçak iki saat daha rötar yapmıştı. Neyse sabrın sonu selamettir diye bekleyip, akşamüstüne doğru Mauritius’a ulaştık. (Foto-20)
Adada şiddetli okyanus dalgaların parçaladığı ve sahile yaydığı mercan resiflerinin kum, çakıl ve blok boyutundaki kalıntılarından oluşan kilometrelerce uzunluğundaki sahil şeridi tatil köyleri tarafından neredeyse kapatılmıştı. Biz de bunlardan birine yerleştik. Burada üç gün geçirecektik. Tatil köylerini hiç sevmem ama katlanacaktık. İlk gün botanik parkının yolunu tuttuk. Buranın bir özelliği vardı. 50’ye farklı türde palmiye ağacı bulunuyordu. Ayrıca neredeyse çapları iki metreyi bulan devasa nilüfer havuzları ziyaretçilerin uğrak yeriydi. Asrın modası “selfie” burada da geçerliydi! Rengârenk egzotik kuşlar insanlara alışkındı ama etli butlu bir tanesinin soyu insanlar tarafından tüketilmişti. Meşhur Dodo kuşu (Raphus cucullatus) Mauritius’un simgesiydi. (Foto-21) Kendisi ortalıkta yoktu ama her yer de biblolarda, tişörtlerde, magnetlerde, insanların kullandığı her eşyada ona rastlamak mümkündü. Adaya gelen gemiciler insandan korkmayan bu kuşu kolayca avlayarak neslinin tükenmesine neden olmuştu.
Botanik parkı gezisinden sonra adada görülebilecek önemli bir yer daha kalmıştı: Chamarel yerleşim alanının hemen yanındaki “yedi renkli topraklar”. Şansımız vardı ki, akşamüstü güneş batarken oraya ulaşmıştık. Eğer hava kapalıysa ya da yoğun ışık varsa yedi rengi görmek mümkün olmuyordu. Güneş ışıklarının en uygun olduğu zamanda oradaydık. Volkanik tüflerin içeriğindeki renkli mineraller (demir, kükürt, bakır ve bunların bileşikleri) güneş ışığının yardımıyla gökkuşağına benzeyen güzel bir görüntü oluşturuyordu. Gezinin geri kalan iki gününü tatil köyünde dinlenerek geçirecektik. On iki gün boyunca oldukça yorulmuştuk ama gördüklerimize de değmişti.
Otelde birçok aktivite vardı. Bunlardan biri de mercan resiflerine dalmak, o muhteşem balıkları, mercanları ve diğer canlıları yerinde görmekti. Bunlardan birine hemen yazıldım. Bizi resiflere götürecek motor bir süre sonra hareket etti. Kısa bir yolculuktan sonra bariyer resiflerine ulaştık. Tek korku köpek balıklarıydı ama şimdiye kadar insanlara bir saldırı olmamıştı. Birbirinden güzel renkleriyle hekzakoral mercanlar bazen tek bazen de koloniler şeklinde her tarafa yayılmıştı. Özellikle Kırmızı Algler (Rhodophycea) mercan ve alg birlikteliğini tamamlıyordu. Rengarenk balıklar ve diğer dip canlıları bu muhteşem ortama ayrı bir güzellik katarken, gözlüğünüze dokunacak kadar yanı başınıza ürkmeden yaklaşan balıklar aktivitenin güzelliğini tamamlıyordu.
Resif denilince ilk akla gelen Darwin olmalıdır. Resiflerin oluşumu hakkındaki ilk görüşlerini 1842’de yayınladığı The Structure and Distribution of Coral Reefs isimli eserinde açıklar. Beagle gemisi ile geri dönüş yolculuğunda, Hint Okyanusu’ndaki volkanik irili ufaklı yüzlerce adadan oluşan Keeling adalar topluluğundaki resifler dikkati çeker. Ona göre resiflerin oluşumu volkanik adaların okyanus tabanına belli bir zaman içinde batmaları ile ilgilidir. Bu batış sürecinde volkanik adanın civarında okyanusun ekolojik koşulları (fiziksel ve kimyasal) sert mercan kolonilerinin gelişimine neden olmaktadır. Bu yaşam ortamı daha sonra gelişerek bir biyolojik çeşitlilik zenginliğine dönüşür. Özellikle Pasifik ve Hint okyanuslarındaki binlerce sıcak nokta (hot spot) ve bu volkanik adalardaki mercan resifleri bu şekilde oluşmuştur. Okyanus haritalarına baktığımızda bu adaların genelde levha sınırlarının bulunduğu yerlerde sıralandığını ya da kümelendiğini görürüz. Örneğin, Galapogos, Keeling, Polinezya, Avustralya, Tahiti, Maldivler, Masceren (Reunion, Mauritius, Rodrigez) ve diğerleri… (Foto-22)
Darwin, oluşumlarına göre, saçak resifleri, atol ve bariyer resifleri olarak üç tip resif tanımlar. Saçak resifler doğrudan kıyı ile bağlantılıdır ve adanın etrafının çevreler. Örneği: Bahamalar, Karayipler ve Kızıl Denizdeki resifler. Atol ise ortası batan volkanik adanın kalderasının oluşturduğu derin bir ortam ve onu çevreleyen resiftir. Örneğin: Maldive, Chagos Adaları ve Seyşeller. Eğer resifle kıyı arasında lagün denilen sakin bir sığ ortam bulunuyorsa buna da bariyer resif adı verilir Örneğin Avustralya kıyılarında olduğu gibi. Bazen bariyer resiflerin yüksek enerjili okyanus dalgaları tarafından parçalanması sonucunda yama resifleri denilen bir başka resif tipi daha gelişebilir. Resiflerin jeoloji tarihi boyunca Paleozoyik, özellikle Mesozoyik zamanda ve de günümüze kadar olan jeolojik süreçte tropikal okyanuslarda gelişmeye başladığını biliyoruz. Önemli bir özellikleri var. O da organik malzeme bakımından son derece zengin olan jeolojik resiflerin petrol oluşumunun en önemli kaynağı olmasıdır.
Darwin Madagaskar’a uğrasaydı
Beagle Galapagos adalarına uğradığında buradaki biyolojik çeşitlilik ve doğal seçilim Darwin’in evrim hakkındaki düşüncelerini iyice güçlendirmişti. Darwin daha sonra buradan ayrıldı. Batıya doğru hareket etti. Yolunun üstündeki Keeling (Cocos) adalarında resiflerin nasıl oluştuğunu keşfetti. Daha sonra Mauritius’a geldi, adayı haritaladı. Reunion’u geçti ve Madagaskar’a uğramadan adanın güneyinden geçerek Ümit Burnu’na doğru yöneldi. Şimdi soralım: Eğer Darwin Madagaskar’a uğrasaydı neler görecekti? Bir defa şimdiye kadar uğradığı yerlerin hem coğrafyasından hem de biyolojik çeşitliliğinden çok daha farklı bir manzara ile karşılaşacaktı. Darwin’in karaya çıkıp yağmur ormanlarının içlerine doğru yürüdüğünü varsayalım. İlk karşılaşacağı görüntüler, gruplar şeklinde daldan dala süratle atlayan ve acayip ürkütücü sesler çıkardan lemurlar olacaktı. Adanın değişik yerlerinde ise farklı ortamlara uyum sağlamış lemur türleriyle karşılaşacaktı. Bunların bir kısmı yüzeyleri bıçak kadar keskin kireçtaşları (Taş Ormanları) üzerinde atlayarak yaşayanlar, ya da adanın güneyindeki Boabab ağaçlarının yaygın olduğu çöl ortamına uyum sağlayarak yaşayanlardı. Bir şey daha dikkatini çekecekti: Burada lemurlara zarar verecek Fossa hariç büyük etçillere (aslan, kaplan gibi) rastlamayacaktı.
Galapagos adalarında vakit geçiren ve örnek toplayan Darwin Madagaskar’a uğramamakla bir yerde tembellik yapmış. Onun bu adaya neden uğramadığını bilemeyiz ama dönüş yolculuğunda lemurların adası Madagaskar’a uğramak evrim düşüncesi için daha iyi bir final olabilirdi.
Not-1: Bu yazı hazırlanırken Piton de la Fournesie’nin bir kez daha püskürmeye başladığı ve bazaltik lav akıntılarının alevler içinde akmaya başladığı haberi basında yer almaya başladı. Ne zaman olacağı belli olmaz ama adanın doğu yamacında yer alan yanardağ şiddetli bir patlama sonucu oluşan volkanik bir heyelanla adanın önemli bir kısmını okyanusa gömebilir ve hatta oluşacak tsunami de doğuya doğru önündeki Mauritius ve Rodrigez ile diğer küçük adaları haritadan silebilir.
Not-2: Yazıdaki fotoğraflar yazara aittir.