Yahudi bilimcilerin konumu nettir: Onlara Nazi Almanya’sında yer yoktur, dolayısıyla bir tartışma da yoktur. Asıl zor durumda olanlar Alman bilimciler, özellikle de yönetici ve öncü konumda bulunan Max Planck ve Werner Heisenberg gibiler… Onlar an be an, Nazilerin her adımında seçim yapmaya zorlanıyorlar ve iki taraf açısından da sınanıyorlar. Zor ve zaaflara açık bir konum. Bu sınavdan alnının akıyla çıkanlar var elbet, ama çoğu çeşitli düzeylerde zaaf gösteriyorlar. Günümüz açısından bizi ilgilendiren de bu zaafların nedenleri.
Nazilerin 1930’ların başında Almanya’da iktidara yürüyüş sürecinde, genel olarak aydınların özelde de biliminsanlarının aldıkları tutumlar çok tartışılmıştır. Fakat bu tartışma, tıpkı Galilei’nin Engizisyon karşısındaki tavrı gibi, her somut durumda yeniden anımsanır ve yeni dersler çıkarılır. Bugün de ülkemizde AKP iktidarı tarafından dayatılan “Yeni Türkiye rejimi” ve bu rejimi hayata geçirmek adına çeşitli toplum kesimlerine yönelik baskılar ve saldırılar, bu tartışmayı yeniden gündeme getirmeye ve kendi somutumuzdan yola çıkarak bazı dersler çıkarmaya yöneltti bizi.
Alan D. Beyerchen’in Nazi Döneminde Bilim: 3 Reich’da Üniversite adlı kitabı ilk olarak 1985’te Alan Yayıncılık’tan, sonra 2015’te Say Yayınları’ndan Haluk Tosun çevirisiyle Türkiyeli okura kazandırılmıştı. Beyerchen’in yapıtı, Nazilerin iktidarı ele geçiriş ve iktidar sürecinde (1930-1945) her biri dünya çapında ün sahibi biliminsanlarının aldıkları farklı tutumları ve gerekçelerini ayrıntılarıyla anlatıyor. Bu anlamda son derece bilgilendirici ve deyim yerindeyse ibret verici bir eser.
Okuyacağınız dosyanın ana gövdesini bu kitaptan yaptığımız ve esas olarak Nazilerin iktidara yürüyüş yılları olan 1930-35 dönemine yoğunlaşan derlememiz oluşturuyor. Daha sonraki süreç, bilindiği gibi Nazi yönetiminin hem Almanya’da acımasız bir faşizmi uyguladıkları hem de dünyayı kana bulayan bir savaşın müsebbibi oldukları dönemdir ve bu anlamda gerçek yüzleri tüm karanlığıyla ortaya çıkmıştır. Yani saflar nettir; ya anti-faşist olunacaktır ya da faşist. Fakat 1930’lu yılların başlarında tablo herkes için bu kadar net değildir; tereddütlü tutumların bir nedeni de budur. Dolayısıyla bu döneme yoğunlaşmak, biliminsanlarının farklı tutumlarının altında yatan sosyolojik ve ideolojik nedenleri tartışmak günümüz açısından daha anlamlı ve ufuk açıcı.
Bugünden baktığımızda, hatta 1945’ten geriye bakıldığında, 1930’ların başlarında Alman biliminsanlarının tutumunu yargılamak kolaydır. Yaşanan bunca acıdan sonra belki buna hakkımız var, ama tarihsel materyalist bir yaklaşım olmaz. Daha önemlisi, böyle “kestirmeci” bir yaklaşım, dersler çıkarmamızı engeller ve tarihin tekerrür etmesine yol açabilir.
Dönemin önde gelen biliminsanlarının neden farklı tutumlar aldıklarını, neden tereddütler yaşadıklarını, zaaflar gösterdiklerini dönemin koşullarını göz önüne alarak tahlil etmeye çalışmalıyız. Bu bir “anlama” ve “hoş görme” çabası değil, “ders alma” yaklaşımı.
Dosyamızda okurlara fazla müdahale etmek istemedik. Beyerchen’in kitabından yaptığımız derlemede tek tek bilimcilerin Nazi yükselişine ilişkin yaklaşımları ayrıntılarıyla ve çarpıcı anekdotlarla veriliyor. Okur kendi tutumunu belirleyecektir. Bu sunuş yazısında da kesin yargılara varmaktan çok bazı tartışma noktalarını formüle etmeye çalışacağız. Böyle yaparsak günümüzle daha kolay bağlantı kurulabileceğini ve okura kendi tartışmasını yapmak için geniş bir alan kalacağını düşünüyoruz. Tabii bazı çıkarımlar yapacağız; o kadar da liberal değiliz!
***
Yahudi kökenli bilimcilerin konumu nispeten daha kolay. Onların çoğu daha en baştan -Einstein örneğinde görüldüğü gibi- Nazilere karşı sert bir muhalefet yapmışlar ve radikal tutumlar alabilmişler; çünkü Naziler onlara karşı son derece radikal. Nazi iktidarının ilk yılında, 1933’te çıkarılan Devlet Memurları Yasası ile bütün Yahudi bilimciler görevden alınmışlar ve baskılar sonucu ülkeyi terke zorlanmışlar. Bizzat Hitler’in ağzından bu konuda hiçbir taviz verilmeyeceği defalarca deklare edilmiş. Dolayısıyla -ister teslim olsunlar ister direnme yolunu seçsinler- Yahudi bilimcilerin konumu nettir: Onlara Nazi Almanya’sında yer yoktur, dolayısıyla bir tartışma da yoktur.
Asıl zor durumda olanlar Alman bilimciler, özellikle de yönetici ve öncü konumda bulunan Max Planck ve Werner Heisenberg gibiler… Onlar an be an, Nazilerin her adımında seçim yapmaya zorlanıyorlar ve iki taraf açısından da sınanıyorlar. Zor ve zaaflara son derece açık bir konum. Bu sınavdan alnının akıyla çıkanlar var elbet, ama çoğu çeşitli düzeylerde zaaf gösteriyorlar. Günümüz açısından bizi ilgilendiren de bu zaafların nedenleri zaten.
***
İlk olarak, Beyerchen’in de altını çizdiği şu saptamayı aktarmak gerekiyor: Devlet memuru niteliğindeki çoğu bilimci, aslında, Nazilerin ısrarla vurguladıkları “büyük amaçları” paylaşmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın onuru kırılmıştır, Versay Anlaşması ile eli kolu bağlanmıştır ve kırılan bu onur yeniden tesis edilmelidir. Esas olarak Alman tekelci burjuvazisinin taleplerini yansıtan bu görüşlerin gerek Alman halkında gerekse Alman entelektüelleri içinde geniş bir tabanı bulunmaktadır. İşte Naziler bu talebin radikal temsilcileri olarak ortaya çıkmışlardır. Evet, bazı aşırılıklar yapmaktadırlar, ama bunlar o “büyük amaçlar” uğruna ihmal edilebilirler; zaten giderek törpüleneceklerdir.
Aslında sonuna kadar “sınıfsal” olan bu “büyük amaçları” sorgulamak Alman bilimcilerin aklından bile geçmemektedir. Onlar, yeniden eski gücüne kavuşması arzulanan Alman devletinin bilimcileridirler. Başta Alman biliminin saygın lideri olan Max Planck olmak üzere çoğu bilimcinin, başlarda Nazilere karşı tutum alamayışlarının arkasında bu ideolojik konum yatmaktadır.
Naziler ortak “büyük amaçlar”ın “haşarı çocukları”dırlar; dolayısıyla Planck ve arkadaşları onlara karşı “uzlaşarak dizginlemek” diye formüle edilebilecek bir muhalefet çizgisi izlerler. Örneğin Nazilerden “Yahudiler arasında ayrım yapmalarını”, Einstein gibi büyük isimlere ve Fritz Haber gibi savaş yararlılık nişanı sahiplerine dokunulmamasını talep ederler (sanki diğerlerine dokunulması meşru imiş gibi). Fakat bu uzlaşma çabaları dahi sert bir duvara çarpar, hiçbir şekilde dikkate alınmaz; hatta koca Planck, Hitler tarafından çocuk gibi azarlanır.
Az sayıdaki sosyalist bilimci dışında, Planck gibi devlet geleneği içinde yetişmiş entelektüellerden söz konusu “büyük amaçları” sorgulamalarını, en azından ayrıştırmalarını beklemek fazla iyimserlik tabii. Ama biz bunu “trajik bir ders” olarak bağımsız olduklarını sanan tüm aydınların önüne koymak durumundayız. Ne “ortak amaçlar” ne de “bağımsız bireysel tutum” diye bir şey vardır; hele siyaset arenasının kızıştığı, çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde… Bu “yüce konumlar” devletin ve devleti ele geçiren politik odakların “oltalarına” dönüşmektedirler.
***
“Ortak büyük amaçlar” yaklaşımının altında daha köklü bir ideolojik tutum yatar: Sınıflar üstü bir “yüce devlet” anlayışı. Alman bilimini yönetenler bu devlete ve geleneklerine sonsuz bir güven duymaktadırlar. Deyim yerindeyse, Alman bilimindeki “devlet adamları”dırlar.
Onlara göre devlet denen şey, öyle keskin bir “ayar mekanizması”, öyle sağlam bir tornadır ki, hükümete kim gelirse gelsin, devletin başına kim geçerse geçsin, önünde sonunda, bu devletin hizasına gelmek, iktidar sorumluluklarına uymak ve aşırılıklarından arınmak zorundadır. Naziler de başlangıçta ne kadar “haşarı” olurlarsa olsunlar, aynı tornadan geçecek ve yontulacaklardır. Telaşa mahal yoktur!
Sınıflar üstü yüce bir varlık olarak devlet, herkesin uymak zorunda olduğu sınıflar üstü “mecburiyetler”, bu devlet tarafından temsil edilen sınıfsız-kaynaşmış bir millet, devletin millet adına koruyup kolladığı “milli irade”, giderek bu devleti ve milleti kişiliğinde bütünleştirmiş “milli reis” gibi kavram ve yaklaşımlar bize hiç yabancı değil.
Uzak geçmişe gitmeye gerek yok, son 15 yılda, gerek “aşırı” AKP’nin iktidara geliş sürecinde devlet tarafından dizginleneceği, gerekse günümüzde iktidarını pekiştirme sürecinde “mecburiyetlere” ister istemez uyacağı türünden yaklaşımlar biliniyor. Bu arada, aynı yaklaşımı, “Türk devleti” ve “Türkiye’nin mecburiyetleri” gibi “yerel” düzlemde değil, “Batı dünyasının mecburiyetleri” ve “Amerikan devleti” gibi “küresel” düzlemde sergileyenleri de unutmamak gerek. Bu ikincilere göre, Türk devleti de bu “küresel mecburiyetlere” uymak zorundadır ve önünde sonunda hizaya gelecek/getirilecektir.
Bunların hepsi hayal! Alman bilimciler bu hayalin bedelini toplumlarıyla birlikte çok kötü ödediler. Defalarca kanıtlanmıştır ki, üstü ne kadar kapatılmaya çalışılırsa çalışılsın, toplumsal süreçlerde, gerek yerel gerekse küresel düzlemde tek bir “mecburiyet” var: sınıflar arası mücadele. “Devletler arası mücadele”, “milletler arası mücadele” diye tanımlanan süreçlerin altında karşıt sınıflar arası mücadele yatar. Millet, farklı sınıflardan oluşmaktadır; devlet de o sınıflardan hakim olanının devletidir. Politik düzlemde, bazı koşullarda, “milli birlik”, hatta “devletin savunulması” dahi gündeme gelebilir, ama bu temel toplum yasası unutulmadan. Devleti de milleti de sınıflar arası mücadele belirler. Sorulması ve yanıtlanması gereken ilk soru “hangi sınıf adına?” olmalıdır. Emekçiler ve onların öncüleri bu soruyu unuturlarsa, yerel veya küresel ölçekte, hakim sınıfın ve onun devletinin tabanı ve adamı olmaktan kaçınamazlar. Veya “adamı” olacak kadar alçalmazlarsa eğer, ezilmekten ve türlü trajediler yaşamaktan kurtulamazlar. Tıpkı Max Planck’ın 1944’te oğlunun idamını yaşaması gibi…
Bu bölümü bitirmeden son bir not: Aşırılıklar devlet tarafından törpülenmez, tam tersine aşırılıklar devleti törpüleye törpüleye ele geçirir. O aşırılık denilen davranışlar da belli sınıfların ihtiyaçlarından kaynaklanır (kaynaklanmıyorsa zaten iktidarın yanına bile yaklaşamaz, “meczup davranışı” olarak nitelenip silinir gider). Aşırılıklar, “ortak amaçlar” için gereklidir aslında (yani amaçlar ortak değildir aslında). Dolayısıyla, ortak amaçların aşırılıkları törpülemesini beklemek yerine, o aşırılıkların altında yatan sınıfsal ihtiyaçları çözümlemek ve ona göre tutum almak gerekir. Alman bilimciler “ortak” denilen “amaçlar” ile “aşırılıklar” arasındaki bu diyalektik (sınıfsal) bağı görememişler, gördüklerinde de artık çok geç olmuştur.
***
Beyerchen, bir bölümünü dosyamıza da aldığımız sonuç bölümünde bir vicdan ve ahlak tartışması yapıyor. Alman bilimcilerin yararcı bir bakış açısını benimsediklerini, “direnirsem ne yararım dokunacak” diye düşündüklerini, işin vicdani ve ahlaki yönünü ıskaladıklarını vurguluyor. Pragmatizm ve aşırı pozitivizm eleştirisinden yola çıkarak ve toplumsal eylemlerin bilimsel deneylerden farklı olduğunu belirterek şöyle yazıyor:
“Bilimsel araştırmanın temel ilkesi onun sonuçlarını önceden kestirebilmektir. Ancak çoğu kez bu çaba politikada köstekleyicidir, çünkü bir eylemin sonuçları önceden görülemez. Böyle durumlarda, eylemin temelinde ahlaki, vicdani ve toplumsal sorumluluk bulunmalıdır.”
Einstein da Von Laue’nun direnişçi tutumunu övgüyle anarken benzer bir değerlendirme yapmış:
“Bilimadamlarının istisnalar olmadıklarını (büyük çoğunluğu bakımından) öğrenince şaşırmamalıyız. Eğer bir farklılıkları varsa bu, entelektüel yeteneklerine değil, Laue’de olduğu gibi insani özelliklerine bağlanmalıdır. Onun örneğinde, güçlü bir adalet duygusunun etkisiyle sürünün geleneklerinden kendisini nasıl adım adım sıyırdığını gözlemek özellikle ilginçtir.”
Özellikle aydınlar arası bir tartışma yapılacaksa, bunlar çok önemli ve değerli tespitler. Ama eleştirel çözümlemeyi bu nokta ile sınırlamak yeterli olur mu? “Vicdan”, “ahlak”, “insani özellikler”, “adalet duygusu” gibi kavramların hükmü nereye kadar? Entelektüeller kendi aralarında tartışırken birbirlerini bu kavramlardan yola çıkarak ikna edebilirler veya suçlayabilirler belki; ama ya toplumu? Eleştiriyi “vicdan ve ahlak” ile sınırlamak da bir başka tür “apolitizm” değil mi?
Beyerchen ve Einstein, Alman bilimcileri sıradanlıkla ve entelektüel duruşun gereğini yerine getirmemekle eleştiriyorlar. Haklılar. Ama bu eleştiriyle ancak Planck’ı ve Heisenberg’i ikna edebilirsiniz. Esas mesele bizzat o “sıradanları” ikna etmek değil mi? Hitler, “orta sınıfların bizimle çalışmayacağını mı sanıyorsunuz?” diye sorarken ve sonuçta haklı çıkarken çok daha gerçekçi değil mi?
Dahası, anti-semitizm politikası yüzünden daha en başta Almanya’yı terk etmek zorunda kalan ve Nazilere karşı sert bir muhalefete geçen Yahudi bilimciler, eğer anti-semitizm yapılmamış olsaydı aynı tutumu alabilecekler miydi? Savaş sonrası Filistinli katliamı temelinde İsrail devleti kurulurken, yani Nazilerin yarattığı vicdan azabı Filistinlilerin sırtına yüklenirken, bu Yahudi bilimcilerin kaçı vicdanen ve ahlaken doğru tutum alabildiler? Batı’ya kaçan fizikçilerin Amerikan devletinin atom bombası projesinde çalışmaları ve o bombaların Nagazaki ve Hiroşima’da yarattığı yıkım hangi vicdan ve ahlak ile açıklanabilir?
Kısacası toplumsal sorumluluğu bireysel vicdana indirgemek yeterli mi, meseleyi çözüyor mu? Kaldı ki, “vicdan” nedir?
***
Vicdan, bireysel gibi gözükmekle birlikte sınıfsal bir kavram, son derece ideolojik bir kavram. Dolayısıyla kolaylıkla eğilip bükülebilen bir şey. Çok farklı kılıklara girebilen, değişken, çok yüzlü, zeytinyağı gibi su yüzüne çıkabilen, yani “becerikli” bir şey. Bu niteliği, sonuna kadar sınıfsal olmasına karşın, bizzat kendimizin bile onun bireysel olduğunu sanmamızdan kaynaklanıyor.
Bir aydın metafiziğidir, vicdanın bireysel olduğu yanılsaması; tıpkı bilginin bireysel olduğu yanılsaması gibi.
Sanıyoruz ki vicdanımız bize aittir. Hiç de değil. Biz hangi sınıfa aitsek, vicdanımız da o sınıfın çıkarlarınca belirlenir. Nasıl sınıflar üstü bir devlet ve millet kavramı yoksa, sınıflar üstü bir vicdan kavramı ve “aydın duruşu” da yoktur. Aydının (entelektüelin, biliminsanının, sanatçının vb.) kendisini fasulye gibi nimetten sayması, sıradan emekçilerde veya burjuvalarda bulunmayan (daha doğrusu bulunmasına gerek olmayan) bir “lüks”e sahip olmasından kaynaklanır: Kendi sınıfını kendi seçme lüksü. Kendi seçtiği için, vicdanının da seçtiği sınıfa değil kendisine ait olduğunu sanır. Ama bu lüksün de ciddi bir bedeli var: Her an kalın hatlarını (seçtiği sınıfın çıkarlarını) yitirme riski. Bir sınıfın doğal üyesi olmadığı için, değişen her durumda sıfırdan başlama sıkıntısı. Sürekli ve sürekli sınanma ve bu sınanmayı tek başına yaşama gerilimi. Burjuva aydını da emekçi aydını da, farklı biçimlerde de olsa, sürekli yaşar bu gerilimi.
Uzatmayalım, sonuç olarak, vicdanın, -bireysel düzlemde- sıradanlığın ve teslim olmanın garantili panzehiri olması olanaksız gözüküyor. Bunu ancak Tanrı becerebilir belki!
Toplumsal (politik) düzleme gelindiğinde ise, vicdani ve ahlaki eleştirinin hiçbir hükmünün bulunmadığı gözükür. Bu konuyu Machiavelli Usta çok net bir biçimde çözümlemiş, “siyaset başka ahlak başka” demiş, “ikisini birbirine karıştırma”. Onun söyledikleri üzerine fazla bir laf etmenin gereği yok (kaldı ki iki sayı önce Bilim ve Gelecek’te uzun uzadıya aktarmıştık bu çözümlemeleri). Sadece şunu vurgulayalım: Salt vicdani-ahlaki eleştiriler ve sloganlarla kitleleri ve sınıfı ayağa kaldırmanın, bir politikaya yöneltmenin ve dolayısıyla politik bir hedefe varmanın olanağı yoktur. En fazla kendi kendimize gelin güvey oluruz.
Bu konuları tartışmak ve berraklaştırmak önemli. Çünkü günümüz Türkiye’sinde de sosyalistler salt vicdani-ahlaki talepler ve sloganlarla siyaset arenasına girmeye çalışıyorlar (daha doğrusu başka bir şey yapamadığımız için bu alanla sınırlı kalıyoruz). Örneğin AKP iktidarından kurtulma, dikta rejimine geçit vermeme veya -daha somut bir politika olarak- cumhuriyetçi kitlelerle Kürt halk kitlelerini birleştirme ve bu birliğin katalizörü olma hedefi koyuyoruz; sloganlarımız: “Teslim olma”, “Boyun eğme”. Bu tür politik olmayan vicdani söylemler aydınların birbirlerine yönelik talepleri olabilir ancak; Einstein Planck’a, Von Laue Heisenberg’e söylediğinde belki bir anlamı olabilir (o da belki).
Bu sloganlarla bir sınıfı veya geniş kitleleri etkilemenin, politik bir hedefe ulaşmanın olanağı yoktur. Vicdana ve iradeye dayalı mücadele, politik güç karşısında etkisiz kalacaktır. Politik bir güce karşı, politik bir karşı güçle mücadele edilebilir ancak.
Kitleler vicdani tutumlar almazlar; kendilerini güçlü hissettikleri, başarının kokusunu aldıkları ve güvendikleri bir önderliğe sahip oldukları zaman mücadeleye girişirler. Bunu bulamadıkları zaman boyun da eğerler, teslim de olurlar, dahası güçlü olan karşı odakların peşinden de gidebilirler. Hitler de, “Alman orta sınıfı başarıya ulaşanın yanında yerini alacak ve biz onunla istediğimizi yapacağız” derken politikanın bu tunç kanununa vurgu yapmaktaydı.
Aslına bakılırsa, aydınların ve öncülerin boyun eğmemesinin ve teslim olmamasının garantisi de toplumdaki maddi bir güce yaslanmaları ve komuta edebilmeleridir. Tarihi kahramanlar yapmaz, öncülerinin komutasındaki sınıflar yapar.
Türkiyeli sosyalistler olarak vicdani-ahlaki sloganların ötesine geçemeyişimiz, sınıf hareketi olma niteliğinden çok uzak olduğumuzu, henüz bir aydın hareketi olma aşamasını geçemediğimizi gösteriyor.
Gerçek budur ve tersine çevrilmesi gereken olgu da budur.
(*) Yıllar önce “Sophie’s Choise” (Sophie’nin Seçimi) adlı bir film izlemiş ve çok etkilenmiştim. İki çocuğundan birini Nazilere vermeye zorlanan bir kadının sonraki yaşamını da kapsayan trajedisi anlatılıyordu. Başlığı bu filmin adından esinlenerek koydum. Meryl Streep’in Sophie rolünde olağanüstü bir oyun sergilediği (Tabii Sophie’nin sıra dışı aşığı rolündeki Kevin Kline’ı ve öyküyü aktaran genç yazar rolündeki Peter MacNicol’u da es geçmeyelim) bu filmi seyretmelerini tüm okurlara öneririm.