İnsanlık, Modernitenin (bilimsel devrimin, aydınlanmanın, demokratik devrimlerin ve endüstri devrimlerinin) öncü isimlerine ve bu akımı toplumsallaştıran devrimci sınıfa ne kadar borçluysa, hatta daha da fazla, kapitalizmin iç çelişkilerini analiz eden ve onu aşmanın yollarını gösteren Marksist kuramın geliştiricilerine, bu kuramın hayat bulmasını sağlayan sosyalizm pratiklerine ve emperyalist tahakküme direnen ulusal/demokratik hareketlere de borçludur. Sosyalizm, Moderniteyi çürümekten ve boğulmaktan kurtardığı gibi, evrenselleştirmiştir de.
İnsanlık, uygarlık tarihi boyunca, yani 7-8 binyıldır, büyük ileri atılımlar yaşadı. Belki bunu daha yakın ve daha iyi bildiğimiz bir süreç olduğu için söylüyoruz ama, bu ileri atılımların sanırım en belirleyici olanı 15.-16. yüzyıllarda Avrupa’da başlayan ve bugün tüm dünyayı kapsayarak süren Modernite sürecidir.
On binlerce yıllık büyüsel düşünce biçimi ve 7-8 binyıllık dinsel düşünce biçimine (ki bunların ikisine birden “inançsal düşünce biçimleri” diyebiliriz) son derece köklü eleştiriler getirerek, yeni bir düşünce biçimini, bilimsel düşünce biçimini doğurmuştur Modernite.
Yeni bir düşünce biçimi, onu toplumsallaştıracak devrimci bir sınıf ile buluştuğunda, o sınıfın elindeki bir silaha dönüştüğünde, her şeyi, büyük bir hızla kökten değiştirir. Hiçbir şey eskisi gibi olamaz artık; ne felsefe, ne bilim, ne sanat, ne siyaset, ne üretim, ne toplum, ne de birey… Elde yepyeni bir yöntem vardır ve her şeye başka ve yepyeni bir açıdan yaklaşılacaktır; buluş üstüne buluş, keşif üstüne keşif, devrim üstüne devrim yapılacaktır.
Modernitenin bakış açısı şudur: Doğadaki ve toplumdaki süreçler, herhangi bir doğaüstü ve fizikötesi gücün tasarrufları sonucunda oluşmamıştır, doğa yasalarına tabidir; insanoğlu aklıyla bu yasaları kavrayabilir ve kavradığı ölçüde doğayı ve toplumu dönüştürebilir. Kısacası, insanın kaderi kendi ellerindedir.
Belki bu tarz düşüncenin ipuçlarına, Antik Yunan’ın özellikle İyonya kökenli materyalist filozoflarında, onların devamcısı Romalı Lucretius gibi düşünürlerde, Ortaçağ Doğu uygarlıklarının (Çin, Hint, İslam) altın çağlarındaki büyük filozoflarda da rastlıyoruz ama, onlar bu düşünceleri toplumsallaştıracak bir devrimci sınıftan, maddi güçten, bir toplumsal kaldıraçtan yoksundular; dolayısıyla ancak sonraki izleyicileri için birer esin kaynağı olabildiler.
Fakat Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketleriyle başlayan, Bilimsel Devrim ve Aydınlanma felsefesiyle devam eden Modernite süreci, burjuvazi önderliğindeki emekçi sınıfların aristokrasiye başkaldırdığı demokratik devrimlerle (İngiliz, Fransız, Amerikan, Alman devrimleri) toplumsallaşabildi. Devrimci burjuvazi iktidarı ele geçirdi, aristokrasiyi tasfiye etti ve endüstri devrimleriyle yeni bir üretim tarzını (kapitalizm) hâkim kıldı. Buna Modernitenin ilk atılımı (ilk aşaması) diyebiliriz.
***
Bu ilk aşamanın gerek düşün, gerek bilim, gerekse siyaset alanındaki öncülerine çok şey borçludur insanlık. Döne döne bu isimleri vurguluyoruz ve anımsatıyoruz. İşte elinizdeki derginin kapak dosyası bu düşünürlerin en radikallerini, Tanrı’yla bile boğuşmayı göze alanlarını tanıtıyor.
Fakat Modernite boğulabilirdi; bu ilk aşamada takılıp kalabilirdi. Çünkü Modernitenin bu ilk aşamasının, burjuva önderliğinden dolayı, sınırlılıkları vardı. Burjuvazi Modernitenin toplumsal anlamda öncü sınıfıydı ama temsil ettiği toplumsal sistemin aşamayacağı iç çelişkilerinden dolayı giderek Modernite atılımının önündeki bir engele dönüşmüştü.
Burjuvazinin temsil ettiği sistem (kapitalizm) başından itibaren; 1) Sermayenin emek üzerindeki egemenliğine ve sömürüsüne, 2) Kapitalist-emperyalist ezen ülkelerin, dünyanın dörtte üçünü kapsayan ezilen ülkeler üzerindeki yıkım ve talanına, tahakkümüne, sömürüsüne dayanır. Dolayısıyla burjuva aydınlanması, burjuva laikliği, burjuva insan hakları ve özgürlüğü, toplumun egemen, yönetici, elit kesimleriyle sınırlıdır. Emekçi sınıflara ve ezilen halklara gelindiğinde ise, burjuva aydınlanması, gericiliğe, ortaçağ karanlığına, dinciliğe, despotizme, yıkıma, talana, köleliğe ve sömürüye dönüşür. Emekçiler ve ezilen halklar, burjuvazinin istediği ve sınırladığı kadar “aydınlanabilirler”, ötesi yasaktır.
Burjuvazinin ideologları, burjuva aydınlanmasının bu güdüklüğünü perdelemeye çalışır. Onlara göre, aydınlanma aklın egemenliği demektir ama, bu “aklı” burjuvazi ve onun devleti temsil etmektedir. Böylece “aklın egemenliği”, burjuva sınıfının ve onun devletinin egemenliğine dönüştürülür. Emekçiler ve ezilen halklar kendilerine dayatılan bu akıl kadar “akıllı” olabilir. Emeklerini kime satacaklarına (yani kim tarafından sömürüleceklerine) karar verebilecek kadar “özgür” olabilirler. Mülkiyetleri ne kadarsa o kadar “hak sahibi”dirler. Burjuvazinin sistemi böyle işler.
İlk ipuçları 19. yüzyılda Avrupa’da görülen, 20. yüzyılda tüm dünyaya yayılan, kapitalist sisteme göğüs germe ve giderek aşma yönündeki büyük pratikler yaşanmasaydı, Modernite -tarihte birçok örneği görüldüğü gibi- kendi içine çökebilir, çürüyebilir ve boğulabilirdi. Proletarya öncülüğündeki sosyalist devrimler ve ezilen halkların anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri, Moderniteye bir gençlik aşısı yaptı ve onun ikinci dalgasını (atılımını) temsil etti. Özellikle 20. yüzyılın sosyalizm pratikleriyle Modernite, Avrupa’yla sınırlı bir süreç olmaktan çıktı ve dünyalılaştı.
Bu nedenle insanlık, Modernitenin (bilimsel devrimin, aydınlanmanın, demokratik devrimlerin ve endüstri devrimlerinin) öncü isimlerine ve bu akımı toplumsallaştıran devrimci sınıfa ne kadar borçluysa, hatta daha da fazla, kapitalizmin iç çelişkilerini analiz eden ve onu aşmanın yollarını gösteren Marksist kuramın geliştiricilerine, bu kuramın hayat bulmasını sağlayan sosyalizm pratiklerine ve kapitalist/emperyalist sömürü ve tahakküme direnen ulusal/demokratik hareketlere de borçludur. Sosyalizm, Moderniteyi çürümekten kurtardığı gibi, onu evrenselleştirmiştir de.
Ne demek istediğimiz şöyle bir tablo hayal edilirse daha rahat anlaşılabilir: Günümüz dünyasında sosyalizm pratiğini yaşamamış bir Rusya ve Çin ile cumhuriyet devrimini yaşamamış bir Türkiye’nin bulunduğunu göz önüne getirin… Bir kâbus olurdu bu!
İnsanlık Sovyet ve Çin sosyalist devrimlerine ve en tipik örneği Türkiye’de yaşanmış cumhuriyet devrimlerine -diğer her şeyi bir kenara bıraksak bile- en azından Moderniteyi borçludur. Sosyalist devrimler yaşanmamış olsaydı, bugün İngiliz, Fransız, Amerikan ve Alman devrimlerini anımsamayacaktık bile. Bilimsel devrimin anıt isimleri Kopernik, Galilei, Kepler, Newton, Lavoisier, Darwin’i; aydınlanmanın -bugün dergimizde kapak yaptığımız- büyük filozoflarını duyanımız olmayacaktı. Nazilerin, IŞİD’lerin dünyasında yaşıyor olacaktık.
Sosyalizm küpeşteden atılırsa, ortada bilimsel devrim, aydınlanma ve demokratik devrimler de kalmaz. Bugün çok büyük acılar yaşayarak bunu kavrıyor ve kavrayacaktır insanlık.
Kısacası Modernite, sosyalizm ile yeniden hayat bulmuş ve kendisine geri dönülmez bir yol açabilmiştir. Bilimsel devrim ve aydınlanma ile sosyalizm arasındaki kopuşu kavramak gerekir elbet, Modernitenin ikinci atılımının niteliklerini iyi anlayabilmek için. Ama bugün daha önemlisi, bilimsel devrim ve aydınlanma ile sosyalizm arasındaki sürekliliği kavramaktır; Moderniteye yönelik saldırılara sağlam bir karşı duruş geliştirebilmek için.
***
Modernite süreci henüz ilk aşamalarında, çok genç. Siyasal iktidarlar nispeten kolaylıkla değişebilir, ama toplumların ve bireyin dönüşümü uzun zaman ister. Dolayısıyla duraklamalar, geriye düşüşler yaşanabilir. Fakat yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, dünyanın çok geniş alanlarında yaşanan sosyalizm pratikleri sayesinde Modernite açısından kritik eşik aşılmıştır.
Modernite sürecine bir kez girmiş ve ilerlemiş (hele sosyalizmi de bir biçimde yaşamış olan) toplumlar, bir daha Modernite öncesine döndürülemezler. Hiçbir güç Rusya’yı tekrar Çarlık Rusya’sına, Çin’i tekrar İmparatorluk Çin’ine döndüremez. Sosyalizm oldukça ileri bir adım, oradan geri dönüşler yaşanabilir, kapitalist yola sapılabilir, ama Modernite öncesine dönüşün yolu kapalıdır. O iş bitti! Bu, sosyalizmin, çoğu kişinin fark etmediği, en büyük kazanımıdır.
Ve hiçbir güç Türkiye’yi tekrar bir Osmanlı toplumuna, bir ümmet toplumuna dönüştüremez. O iş de bitti!
Zorlayabilirler, toplumsal fay hatlarıyla oynayabilirler, toplumu sıkıntıya sokabilirler… İlerlemeyi durdurabilir, hatta birçok kazanımı geri alabilirler… Zaten Cumhuriyet tarihi boyunca bu mücadele yaşanıyor. Fakat Türkiye’ye padişahlığı ve halifeliği geri getiremezler.
Türkiye’ye oranla çok daha zayıf bir Modernite birikimine sahip olan Suriye’de bile, dünyanın bütün şeriatçı/cihatçı teröristlerini toplayıp ülkeye salmalarına rağmen başarılı olamıyorlar. Türkiye’de hiç başarılı olamazlar.
Güncele bulaşmayan, kuramsal bir yazı niyetiyle başladık ama ülkenin bu koşullarında olmuyor, beceremiyoruz. Son diyeceğimiz şu:
Bizim ülkemizde, laik cumhuriyetçilik ile vatan kurtarıcılığı ve kuruculuğu (yani Türkiyecilik) özdeşleşmiştir. Siyasal İslamcı akım ve Osmanlıcılık ise tarihsel olarak vatana muhalefet ve emperyalizm işbirlikçiliği ile damgalıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca bu gerçeği tersine çevirecek bir gelişme de yaşanmış değil, hatta daha da belirginleştiği söylenebilir. Cumhuriyetçiliği daha da ileri götürmenin, ilericiliğin yolu açıktır, ama cumhuriyet yıkıcılığının ve gericiliğin yolu tıkalı. Ne kadar zorlanırsa zorlansın, bu temel gerçek önünde sonunda kendini dayatacaktır.
Moderniteyi (Türkiye özelinde laik-demokratik cumhuriyeti) zorlamayın. Bizden söylemesi…