Bir zamanlar akademi, erkeklerin dünyasıydı. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları boyunca, antropolojiden zoolojiye, fildişi kulenin koridorları erkeklerle doluydu. Hatta bazıları kadınların, akademik hayatın entelektüel gereksinimlerini karşılayamayacaklarını düşünüyordu. Fakat geçtiğimiz birkaç on yılda, kadınlar sahip oldukları azmi kanıtladı. Artık moleküler biyoloji lisansında başarılı olanların yarıdan fazlasını ve karşılaştırmalı edebiyat lisansını bitirenlerin yüzde 60’ını kadınlar oluşturuyor. Fakat fizik, felsefe ve siyasal bilimler gibi diğer alanlarda soru hâlâ varlığını koruyor: Kadınlar nerede?
Bu durum, ilgili alanların kültürüyle, özellikle doğuştan yeteneğe vurgu yapan bir kültürle ilgili olabilir. Bu konuda yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, bir alanda ne kadar çok akademisyen o alanın “sadece öğretilebilir olmadığı”nı düşünürse, o kadar az kadın alanda varlık gösteriyor. Bulgular kadınların neden fizikte psikolojiye nazaran daha az hoş karşılanmış hissetiklerini açıklar nitelikte, bununla birlikte bu duruma katkı yapan diğer pek çok faktörü de reddetmiyor. Nedeni ne olursa olsun, bazı alanların tutum değişikliğinde zamanın gerisinde kaldığı açık.
Princeton Üniveristesi’nden filozof Sarah-Jane Leslie ve Illinois Üniversitesi’nden psikolog Andrei Cimpian, psikoloji ile felsefe arasındaki farkı tartışırken, yeteneğe vurgu yapan alanlar ile çalışmaya vurgu yapan alanlardaki cinsiyet temsilleriyle ilgilenmeye başladılar. Alanlarıyla ilgili notları karşılaştırırken, psikolojinin çok çalışma ve adanmışlığı vurguladığını, buna karşılık felsefenin “ham, içkin deha” gereksinimini vurgulama eğiliminde olduğunu fark ettiler. Aynı zamanda bu iki alandaki temsillerinin arasındaki keskin farkı da dikkate aldılar. Felsefede, doktora derecelerinin yüzde 35 kadarı kadınlar tarafından alınırken, psikolojide en son akademik derecelerin yüzde 70’ini kadınlar almıştır. Bu sayılar diğer doğa bilimleri ve beşeri bilimlerle benzer. Fizikte doktora derecesini alanların yüzde 20’den azı kadınken, moleküler biyolojide bu sayı yüzde 50’den fazla. Beşeri bilimlerde sanat tarihi, doktora alanında neredeyse yüzde 80’lik oranla ağırlıklı olarak kadınken müzik kompozitörlüğünde kadınların durumu yüzde 15-16 ile iç karartıcı. Bu veriler üzerine çalışan Leslie ve Chimpian dehaya mı, yoksa çalışmaya mı vurgu yapıldığının, cinsiyet uçurumu ile ilgili olup olamayacağını merak etmeye başladılar.
İkili, fizik ve matematik gibi deha vurgusu yapan akademik alanların, sanat tarihi ve eğitim gibi adanmışlık ve çaba vurgusu yapanlara göre daha az kadın barındırdığı hipotezini kurdu. Yazarlar doğa bilimleri, teknoloji, mühendislik, matematik ile sosyal ve beşeri bilimlerden 30 farklı alandaki 28. 210 akademisyene anket formu gönderdiler. Alıcılardan yalnızca yüzde 6, 5’i anketlerini geri gönderdi; araştırmacıların çalışabileceği 1820 örnekleri oldu.
Ankete katılanlar, “Eğer (disiplininizde) başarılı olmak isterseniz, yalnızca çok çalışmak yetmeyecektir; içsel bir yeteneğe de sahip olmak zorundasınızdır” ve “Yeteri miktarda çaba ve adanmışlıkla, herkes (disiplininizde) en iyi olabilir” gibi ifadelere, “büyük ölçüde katılıyorum” ile “büyük ölçüde katılmıyorum” arasında değerler verdiler.
Anket, kadınların akademideki temsilinin azlığı konusunda, araştırmacıların hipotezi ile diğer olası hipotezleri karşılaştırdı. Örneğin bir hipoteze göre, kadınlar belirli akademik alanların gerektirdiği kadar uzun çalışamazlar ya da çalışmayacaklar. Bu nedenle ankette katılımcılardan, üniversite yerleşkesi içinde ve dışındaki çalışma saatlerini listelemeleri istendi.
Bir diğer hipotez cinsiyet ayrımının, zekâ ölçeğinin en üst noktalarında varlık gösterdiğini belirtiyordu. Eğer böyleyse, oldukça seçici alanlarda erkekler kadınlardan fazla olmalıydı. Buna değinmek için yazarlar katılımcılara alanlarındaki doktora derecelerinin kabul oranlarını sordular ve bunları farklı disiplinlerden mezun öğrencilerin GRE (ABD’de yüksek lisansa başvuran öğrencilere yönelik bir çeşit seviye belirleme sınavı) puanlarıyla karşılaştırdılar.
Son olarak, erkek ve kadınların farklı düşündükleri hipotezini incelediler. Eğer erkekler soyut düşünmede, kadınlarsa duygusal kavrayışta daha iyiyse, daha sistematik ve soyut düşünme gerektiren alanlarda daha az kadın olurdu. Bu nedenle yazarlar ankete, katılımcıların soyut düşünme ya da duygusal kavrayışın kendi akademik alanları için ne kadar önemli olduğunu değerlendirecekleri ifadeler de ekledi.
Leslie, Cimpian ve meslektaşlarının 15 Ocak’ta Science’ta bildirdiklerine göre, bir alanda dahilik beklentisi alanda ne kadar kadın olduğuyla ilişkilendirildi. Müzik kompozitörlüğü gibi dehaya çok fazla vurgu yapılan alanlarla, kadın sayısının oldukça azlığı birbiriyle örtüşüyor. Öte yandan, antropoloji gibi alanlarda doğal yeteneğe daha az vurgu yapılıyor ve doktora dereceli kadın oranı daha yüksek. Erkekler ve kadınlar, alanlarını nasıl değerlendirdikleri bakımından bir farklılık göstermiyor. Sonuçlar yalnızca kadınlarla sınırlı değil. Yazarlar ikincil bir çalışmada benzer ilişkiyi, entelektüel yetenek konusundaki stereotiplerle karşı karşıya kalan Afro-Amerikalılar için de kurdu.
Cimpian’ın belirttiği gibi, mesele yetenekle ilgili değil, alınan tutumla ilgili. Bir röportajında “Kadınların (ya da Afro-Amerikalıların) dahi olmadıklarını ya da dahilik gerektiren bir alanda başarılı olamayacaklarını söylemiyoruz” diyor Cimpian: “Mesele, stereotipler nedeniyle kadınların temsilini baltalayan alanların kültürü.”
Araştırma akademik alanlardaki dahilik beklentisi ile kadın sayısı arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Fakat dahiliğin gerekliliği inancının kadınları bazı alanlardan uzak tutup tutmadığının aydınlatılması ileri araştırmalar gerektiriyor.
Ayrıca araştırmacıların sordukları bir dizi belirli ifade, bir hipotezi test etmek ve diğer üçüyle kıyaslamak amacını taşıyor. Fakat farklı yorumlar ve başka açıklamaların var olma olasılığı da her zaman mümkün. Cimpian, dahiliğin gerekliliği inancının hikâyenin tamamı olmadığını söylüyor. “Bu, kadınların temsilinin en temel belirleyeni değil” diyor ve başka faktörlerin de var olduğunu ekliyor. İşyerinde taciz ya da çocuk bakımı için zaman sağlayacak esnek programlamanın azlığı, kadınların tercihinde rol oynuyor.
New York Üniversitesi’nden sosyal psikolog Joshua Aronson, kültür ve eğilimlerin, yalnızca yetersiz temsiliyette değil, aynı zamanda yetersiz temsiliyetle ilgili geliştirilen teorilerde de önemli bir rol oynadığını belirtiyor. 1960’larda psikoloji alanında daha az kadın olduğunu söyleyen Aronson, stereotip tehdidi üzerine 2009’da yazdığı makaleye gönderme yapıyor:
“Eğer o dönemde psikoloji bölümünün koridorlarında dolaşsaydınız, kadınların psikoloji alanı için ne kadar yetersiz olduğu konusunda kendini beğenmiş erkek konuşmalarını duyabilirdiniz. Bugün, psikoloji alanındaki doktora derecelerinin yüzde 70’i kadınlara veriliyor. Ve bugün, psikolojinin kadınların alanı olduğunu ve kadınların bunun için yeterli niteliklere sahip olduğunu söyleyen insanları duyuyoruz. Teoriler ve açıklamalar kısmen, güncel pratiği gerekçelendirmek üzere ortaya çıkıyor.”
Leslie ve Cimpian’ın çalışması bu konuyu da incelemek üzere, “Politik olarak söylemesi doğru olmasa da, disiplinimiz yüksek dereceli işler için erkekler kadınlardan daha uygundur” gibi ifadeleri de ankette kullandılar. Yazarlar, daha az kadının bulunduğu ve daha çok deha vurgusu yapan alanların, kadınların bu alanda çalışmaya ne kadar uygun olabilecekleri sorusuna yönelik inançlara ev sahipliği yapmaya eğilimli olduğunu buldu.
Araştırmanın sonuçları, akademik kültürün öneminin altını çiziyor. Araştırmaya ilişkin bir perspektif yazısı yazan Kaliforniya Üniversitesi’nden sosyolog Andrew Penner, “FeTeMM (fen bilimleri, teknoloji, mühendislik ve matematik) disiplinlerinde çalışan kadınları inceleyen alanda, problemin kadınlarda olduğu varsayımının var olduğunu düşünüyorum” diyerek ekliyor: “Varsayım şu ki, ‘Eğer kadının sadece daha fazla erkek gibi davranmasını sağlayabilseydik sorun çözülürdü.’ Bu muhteşem bir varsayım değil. Eğer bir işin kadın ya da erkek işi olduğunu söylerseniz, insanlar seçimlerini buna göre şekillendirir.”
Leslie, kadın temsilini artırmak isteyen akademik alanların “Dehanın başarıyı ne kadar etkilediğine dair sahip oldukları kültürü incelemek isteyebilecekleri”ni belirtiyor. Ona göre sınıfta dehanın öneminden bahsetmek yerine “öğrencilerin çok çalışmalarının önemine vurgu yapılmalı.” Aynı zamanda fakülte ve alanda karşılaşılan kişisel mücadele ve zorluklara ilişkin anekdotlar paylaşabilir. Aronson, “Bir profesör dikkatsizce nezaketsiz bir yorum yapabilir ama bu, kadınların hissettiği korkularla yankı bulabilir” diyor.