Ana Sayfa Dergi Sayıları 180. Sayı İçimizdeki zaman

İçimizdeki zaman

409
0

Herkesin zaman algısı kendine özgü mü? Zaman algımız hızlanır ya da yavaşlar mı? Zamanın bilincine nasıl varırız? Öznel zaman nesnel zamanla ne kadar örtüşür? Beynin bir ritmi var mı? Bu ritim beynin neresinde, hangi nörolojik süreçlerde ve nelere bağlı olarak oluşur? Zaman ufkumuz ne kadar? Geçmişe takılıp kalmak mı, anın tadını çıkarmak mı, gelecekteki hedeflere yoğunlaşmak mı: Zaman yönelimlerimiz neden birbirinden farklı? Zamana neden ihtiyaç duyarız?

Biliminsanı Marc Wittmann Hissedilen Zaman adlı kitabında, insanın zaman deneyimiyle ilgili yukarıdaki sorulara ve benzerlerine, nöroloji ve psikoloji temelli güncel araştırmalar ve deneyler üzerinden yanıtlar arıyor.

Vakit kaç nakit?
Zamanı en yoğun ne zaman hissederiz? Saatin tiktaklarının içimizde büyüyüp, adeta nabzımız haline geldiği zamanlar hangileridir? Yanıtta herkes hemfikir olacaktır: Beklerken. Özellikle arzuladığımız bir şeyi beklerken, zamanla adeta sabır imtihanına gireriz. Ya da bir deneye…

Bekleyebilme, tatmini erteleyebilme becerisini ölçmeyi hedefleyen, çocuklara uygulanan ünlü şekerleme deneyinin yetişkinlere yönelik versiyonunda şeker yerine para kullanılmış. Araştırmaya katılanlara örneğin şu soruluyor; hemen şimdi 1 dolar mı almak istersiniz, yoksa bir hafta sonra 50 dolar mı? Akılcı olan bir hafta bekleyebilmek, insanlar da genelde böyle davranıyor. Hemen verilmesi önerilen paranın miktarı farklı deneylerde artırılıyor; bir aşamada, diyelim ki kendilerine hemen önerilen 20 doları, haftaya ödenecek 50 dolara tercih edenler çıkmaya başlıyor. Hemen alınan 20 dolar, bir dahaki hafta alınacak 50 dolara eşit gibi düşünülüyor. Başka bir deyişle bekleme süresi, deneğin gözünde 50 doların değerinin 20 dolara düşmesine neden oluyor.

Bu deneyin özgüllüğünde, zaman ve para (nakit) birbirine çevrilebilen değerleri temsil ediyor. Kapitalizmin mottosundaki gibi: Vakit nakittir. Bekleme süresi iki haftaya çıktığında, deneklerde hemen verilecek daha az miktara razı olma eğilimi baş gösteriyor. Bekleme süresi kısaldığında bekleme isteği artarken, bekleme süresi uzadığında ödüle hemen ulaşmak isteği ağır basmaya başlıyor. Buna “zaman miyopluğu” deniyor: Yakın zaman aralıkları net, uzaklar belirsiz görünüyor.

Yazar Wittmann’a göre, her insan biraz zaman miyobu: Hepimize bir olayın bugün olmasıyla yarın olması arasındaki fark, yarın olmasıyla, yarından sonra olması arasındaki farktan daha büyük geliyor. Fakat miyopluğun derecesi, farklı zaman perspektiflerine sahip insanlarda farklı olabilir. Örneğin itkisel davranışlar sergileyen kişiler yüksek dereceli zaman miyopluğundan mustarip; bu kişilerce anında gelen kazanç, uzun vadedeki sonuçlarına bakılmaksızın daha değerli kabul ediliyor.

Ağır çekim etkisi
Peki zaman algımızın ritmi hep sabit mi kalıyor? Dışımızdaki dünyayı algılamamızın hızlandığı, dolayısıyla olayların yavaşladığı izlenimine kapıldığımız zamanlar oluyor mu? Ağır çekim gerçek hayatta da yaşanılan bir olgu mu? Belirli bir zaman kesiti, kimi durumlarda bizler için daha uzun hale geliyor mu? Bu konunun bilim açısından henüz net bir yanıtı olmasa da, deneylerin sunduğu sistematik olmayan kimi kanıtlar bulunuyor.

Tehditkâr ve duygusal içerikli uyaranların gerçekte olduğundan daha uzun sürüyormuş gibi algılandığının gösterildiği deneyler var. Gözlemciler ekranda kendilerine yaklaşıyormuş gibi görünen bir imge varken, kendilerinden uzaklaşıyormuş gibi görünen bir imgenin olduğu duruma göre süreyi daha uzun tahmin ediyorlar. Benzer bir etki, deneklere duygusal etki yaratacak bir içeriğe sahip fotoğraflar gösterildiğinde de gerçekleşiyor. Bir kaza anından ya da erotik fotoğraflar, dingin doğa fotoğraflarına göre, deneklerde daha uzun süre ekranda kalmış sanısı uyandırıyor. Hepimiz, uyaranlar bizim için hayati önemdeyken beynimizin daha hızlı ve yoğun çalıştığını deneyimlemişizdir. Algıdaki bu hızlanmanın evrimsel bir önemi olduğu da aşikârdır; tehlikeli ve önemli uyaranlar karşısında vaktinde tepki verebilmek, hayatta kalabilmek ya da soyu sürdürebilmek için bir gerekliliktir.

Zamanı nasıl uzatırız?
Aynı noktadan devam edersek, algımız yavaşladığında da, öznel zamanımız hızlanır. Rutinlerimiz arttıkça, yaşadığımız yeni deneyimlerin sıklığı azalır; algımız yavaşlar ve zihin yenilik içermeyen rutinleri kalıcı biçimde kaydetmez olur; geçen zamana baktığımızda, hızla geçtiğini düşünürüz.

Bir zaman diliminin öznel süresinin, bu kesitte meydana gelen ve bellekte depolanan olayların ve çevresel, duygusal ve düşünsel değişikliklerin sayısına bağlı olduğunu gösteren çok sayıda araştırma yapılmıştır. Hatırlanan deneyimler çoğaldığında, bu deneyimlerin yaşandığı zaman dilimi daha uzunmuş gibi gelir bizlere. Sürekli yeni izlenimler edindiğimiz bir haftalık tatil, evle iş arasında gidip geldiğimiz rutin bir haftaya kıyasla öznel olarak daha uzundur. Ama yeni olan şey bir rutine dönüştüğünde de öznel zaman yine hızlanacaktır.

Öte yandan zamanın uzadığı duygusu kişi dinlenirken, kendine ya da bedenine odaklandığında da ortaya çıkar; örneğin meditasyon sırasında, öznel zaman yine uzar. Bir yanda yoğun duygusal/düşünsel/çevresel durumların öznel zamanın uzamasına yol açtığını söyledik, diğer yanda rahatlamanın ve kendine odaklanmanın. Çelişkili geliyor değil mi? Ama değil: Her iki durumda da bedensel ve zihinsel süreçlere yönelik algı yoğunlaşmıştır.

Son olarak, Romalı filozof ve devlet adamı Seneca’nın Yaşamın Kısalığı Üzerine adlı yapıtında, yüzyıllar öncesinden “yaşamı uzatmanın” anahtarını veren sözlerine kulak verelim:

“Mesele yaşamak için kısa bir süremizin olması değil, bunun çoğunu boşa harcamamızdır. Hayat yeterince uzundur ve tamamını iyi bir biçimde değerlendirdiğimizde bize en büyük başarıları elde etmemiz için yeterince cömert bir süre verilmiştir.”

Hissedilen Zaman – Zamanı Nasıl Deneyimleriz?, Marc Wittmann, Çev. Özde Duygu Gürkan, Metis Kitap, 2018, 160 s.