1839’da Tanzimat Fermanı ile resmi başlangıcını yapmış olan Türk modernleşmesi (1) Jön Türk’lerin genellikle Fransız ağırlıklı entelektüel kaynaklardan beslenmesi ve İttihat Terakki kadrosunun düsturu haline gelen 19. yüzyıl pozitivizmi ile güçlü bir “bilimci” damara sahip olanların bir hareketi olagelmiştir (2). Büyük hikayeci ve dil ustası Ömer Seyfettin de bu gelenekten gelen, ancak kuşağının, yüzünü batıya çeviren yüzeysel ve kaba çoğunluğundan farklı, nüktedan ve sivri kişiliklerinden biridir (3). 19. yüzyıl Türk modernleşmesi entelejansiyası ve onların 20. yüzyıldaki devamı, kabalaştırılmış biçimiyle Darwin ve evrimden de haberlidir ve hatta bu kaba Darwinizm modernleşme aktörlerinin devindirici motifleri arasında önemli bir yere de sahiptir.

Kesik Bıyık
Geniş bir entelektüel birikime sahip Türkçeci bir öykücü olan Ömer Seyfettin, kuşağını etkileyen felsefi, edebi ve siyasi kuramların farkında olarak yazar: Darwin de Seyfettin’in dağarcığındadır ve bu noktada ise karşımıza -bu yazının konusu olan- Darwin’i ve dönemindeki evrim anlayışını kullandığı iki öykü ile çıkmaktadır (4).
“Darwin denilen herifin sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz; oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hâsılı hâsılı her şeyi…”
Ömer Seyfettin’in Kesik Bıyık hikayesi bu satırlarla başlıyor. Dikkati çeken nokta bu hikayenin üstadın Oryantalizmi ve Batı hayranlığını, daha çok taklitçiliğini hicvettiği öykülerin bir araya getirildiği Gizli Mâbet adlı kitaptan bir hikaye olması. Kitaba adını veren bu öyküde, Fransız arkadaşını Piyer Loti’nin Türkiye’sini görmesi için mahallesine getiren öykü kahramanının evinde yaşanan komiklikler anlatılmakta. Fransız, misafiri olduğu alaturka evde rastladığı hamamın loşluğunda, ilk kez gördüğü hamam tası, kurna vb. den mistisizme kapılıp kendinden geçer ve hamamı daha önce hiçbir Avrupalının keşfetmediği bir gizli bir mâbet zanneder. Arkadaşını gülmekten kırıp geçiren Fransız kimliğinde aslında, Ömer Seyfettin Oryantalizmi ve doğu aşığı Piyer Loti’yi hicvetmektedir. Kesik Bıyık’ta Seyfettin, bu kez de madalyonu ters çevirip, 20. yüzyıl Osmanlı Türkiye’sinde (aslında İstanbul’da) çok yaygın olan çocuksu taklitçiliğe varan Batı hayranlığına şamarını atmaktadır. Öykünün kahramanı tam bir zamanedir. “Avrupalı”dır. Bıyığını da, dönemin Amerikanvari modası uyarınca kazıtır.
“…Ah, evet, ben de kestirdim; ben de pala bıyıklarımı sırf taklitçilik gayretiyle kestirdim. Hakikaten Darwin’in istediği gibi ecdadıma benzedim.”

Ömer Seyfettin’in Kesik Bıyık hikayesi bu satırlarla başlıyor.
İşte bu noktadan sonra da işler sarpa sarmaya başlar. Eve döndüğünde evlâtlıkları onun tanımaz, annesi evlatlıktan reddeder, babası evden kovar. Kahramanımız ancak karşılaştığı sporcu arkadaşlarının (idman yapıp zinde kalmak da günün alafranga adetlerindendir) “bonjur, bonjur!” haykırışları ile teselli bulur. Burada Ömer Seyfettin Darwin’e ilişkin önemli yanlışlardan biri üzerinden hicvini kurmakta; yani “insanın maymundan türemesi” üzerinden. Bu doğrudan maymundan gelme iddiası, bilindiği gibi Darwin’e ya da Darwinci canlı evrimine ait değildir (5). İnsan ve maymunun ortak bir atadan türemiş oldukları yönündeki güçlü evrimsel çıkarım -pek çok diğer orijinal Darwin postülaları ile aynı kaderi paylaşmış (6)- Türlerin Kökeni’nin yayımlanmasının hemen ardından gelen genel ideolojik ve popülist kabalaştırma ile yerini “maymundan türeme”ye bırakmıştır. Bilindiği gibi bu kabalaştırma, konunun uzmanı olmayan, günümüz insanının da algıladığı biçimdir ve evrim karşıtlarının favori “evrimi çürütme” hikayeleri arasında yer alır. Aslında Darwinci evrime karşı çıkışın en önemli nedenlerinden biri, tanrı suretinde yaratılan insanın kendi mikrokozmozunda, dağdan gelip bağdakini kovmaya çalışan kıllı, taklitçi, ciddiyetsiz bir mahluk -yani maymun-tarafından aşağılanmak istediği şeklindeki rahatsızlıktır.İşte Ömer Seyfettin’in Kesik Bıyık’ta hikaye ettiği dönem batıcılığının yüzeyselliğindeki gülünç durum, taklitçi şebeğin insanı türetmesindeki münasebetsizlik oranında yersiz ve içerikten yoksundur. Böyle bir bağlantılandırma, yukarıda tarihi çerçevesinden kısaca söz ettiğimiz gibi, temelini insanın yüceleştirilmesinden alan derin bir dinsel ideolojik başvuruya dayanmaktadır. Bu başvuru genel insan merkezciliğinin yansıması olarak kabul edilebilir ve eskiden olduğu gibi günümüzde de rasyonel bakışı bulandıran başlıca nedenlerden biridir. Ancak Ömer Seyfettin elbette böylesi köklü bir bağnazlığı hikayesinde aksettirip savunmamaktadır. Hikayenin tamamından kolayca anlaşılacağı gibi döneminin yaygın -ancak yanlış- insan türeyişi algısını kullanarak, dönemin taklitçilikten öteye gidemeyen dışa açılma gayretini hicvetmektedir.
Kesik Bıyık’ta kahramanımızın sarfettiği “… Hakikaten Darwin’in istediği gibi ecdadıma benzedim.” cümlesi de ilgiye değer bir nitelik taşımaktadır. Köken alınan ataya benzemek söz konusu insan olduğunda, etrafında kopan tartışmalarda, biyolojik bir tanımlama olmaktan hayli uzaklaşır. Bir insan olarak kendisinden türediğiniz yaratıkla olan organik bağ, evrim tartışmalarına, biyolojik olandan daha güçlü bir biçimde kültür ve uygarlık kavramlarına ilişkin olarak da katılagelmiştir. Adına “sosyal Darwinizm” denen ancak Darwin’de ve O’ndan bu yana gelen ciddi evrimsel biyoloji kuram ve pratiğinde bulunmayan bu tartışmalar bütünü, burjuva devriminin yarattığı, doğanın her şeyiyle bir parçası olarak algılanan müteşebbis, dinamik bireyinin sosyal ve iktisadi gelişme modelinden köken alır. Darwin’den hayli öncesine dayanan ve Türlerin Kökeni’nin yayınlanması ardından insana dair her şeyin doğal seçilimle değiştiği biçiminde bir ton kazanan bu sürekli evrimcilik Herbert Spencer’da sosyal gelişim modeli olarak iyice belirginleşir, Haeckel’in monist felsefesiyle yaygınlaşır. Öyle anlaşılıyor ki Ömer Seyfettin’de, taklitçiliği -aslında özel olarak maymunun insanı taklitçiliğinin gülünç olduğu yönündeki insan merkezli kanı ile- maymun ecdadımızdan devir aldığımız sosyal bir özellik olarak tanımlamaktadır. Ancak, döneminin ve öncesinin yenilikçi hemen tüm rejim karşıtlarında sosyal Darwinist bir damar bulunmasına karşılık, Ömer Seyfettin’in kaba pozitivist bir çizgisi olduğunu söylemek de pek mümkün değildir (3).

Pireler
Darwin, Gizli Mâbet’te yer alan ikinci bir öykü ile yine karşımıza çıkar. akılcı, Özellikle Darwin sonrası maddi dünya algısını bir şekilde içeren akılcı Batı tıbbı karşısında eski usül hekimliğin yerildiği bir hikayede, Pireler’de. “Pireler”, tam bir Batı karşısında imtihan hikayesi. Kahramanımız, “Gavur İzmir”de ikinci sınıf bir otelde minik köpeği Koton ile yapayalnız yaşayıp giderken incelik ve sessizliğine hayran olduğu mavi gözlü sarı saçlı Fransız kızı Rose Mayer ile hayatını birleştirip mevki yükselten bir delikanlıdır. Evlendikten sonra görür ki karısı temizlik hastasıdır. Evi günde üç kez yıkar, minik Kotonu ise sürekli parfümleyip baştan aşağı yıkayıp arıtır Rose Mayer. Delikanlımıza karısının bu sakin, huzurlu hali pek dokunur ve bu hayata kendisini de uydurur. Ancak bu saadet fazla sürmez, zira Koton pek hastadır. Bir haftadır bir şey yiyip içmemekte, sürekli yatıp uyumakta ve kilo kaybetmektedir. Her türlü müshil, ilaç denerler, kâr etmez. Sonunda bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Avrupalı bir baytara giderler.Yaşlı keçi sakallı İtalyan baytar Koton’u şöyle bir muayene eder ve köpeğin üzerine bir avuç pire serpildiğinde iyileşeceğini söyler. Bizim delikanlı bunu bir hakaret ve küçümseme sayar ve çekip gider. Fakat gel gör ki Koton iyice güçten düşmekte, ruhunu teslim etmeye yaklaşmaktadır. Son çare olarak, kendine kızarak da olsa, bir arkadaşının pireyle dolu ambarına Koton’u kapatır. Ertesi gün geldiğinde hayretler içinde köpeğin ayağa kalktığını, canlandığını görür. Bir hafta içinde Koton kendine gelir ve artık eskisinden daha canlıdır. Utanıp sıkılarak baytarın kapısını çalar kahramanımız. Baytar onu ağırbaşlı bir bilgiçlikle karşılar ve köpeğin iyileştiği cevabını aldıktan sonra söze devam eder:
“Siz istersiniz muska…siz istersiniz üfürük…Siz istersiniz ilâç! Halbuki hastalıkların evvelâ sebeplerini bulmak lazım! Bu sebep bulununca şifâ bulundu demektir! Senin köpek hasta, niçin?…Allah dünyada hiçbir hayvanı, hiçbir âzâyı vazifesiz yaratmadı. En fena hayvanların, en muzır mikropların bile vazifeleri vardır. Dört ayaklı hayvanlar çok tembeldirler. Allah bunların üzerine pireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zaman rahatsız olup tekrar uyumamaları için…Bu pirelerin ısırmalarından kaşınarak hareket, yani jimnastik yapmak için…Siz ne yaptınız? Bu köpeği yıkadınız. Üzerine kolonya sürdünüz. Vücudunda hiç pire kalmadı. Rahat uyumağa başladı. Uyandı tekrar uyudu. Uyandıktan sonra onu uyutturmayacak hayvanlar üzerinde yoktu. Uyuya uyuya iştahı kapandı. Midesi bozuldu. Yemedi, içmedi, hareket etmedi. Vücudu toksin doldu. Hastalandı. Bir ay daha üzerine pire koymaya idiniz, açlıktan halsizlikten ölecekti!…”
Pirelerin vazifelerini ağzı açık dinleyen kahramanımız ihtiyar baytarın bilgisi karşısında iyice şaşalar:
“…sonra sineklere, farelere, vızvızlara, kedilere geçti. Küçük buzağıları koşturmak için tabiat, burunlarının dokunamayacağı bir yere, meselâ kuyruklarının dibine bir takım muacciz (taciz eden) sokucu sinekler musallat ediyordu. Darwin’in hakikatlarını dinliyordum…”
Ömer Seyfettin burada da bize zihniyet tarihi açısından, Osmanlı’ya dek akseden çok önemli bir kavramsal çerçeveden bahsediyor. “Darwin’in hakikatları” olarak tanımladığı bu kavramsal çerçeve, aslında döneminde Darwin’e de çok yabancı olmayan; evrimsel biyolojinin işleve ilişkin açıklama biçimlerine -daha incelikli olmak kaydıyla- önemli bir süre egemen olan uyarlanma (adaptasyon) kavramına karşılık gelmektedir. Bu görüşe göre her canlının, canlıdaki her bir organın bir işlevi bulunur. Bu işlevi tanımlayan ise, canlıların içine doğdukları, onların biyolojisinden bağımsız çevrelerin oluşturdukları çözülmesi gereken sorunlardır. Klasik ekolojideki niş kavramı, nişin birincil sözlük anlamının ifade ettiği içi boş oyuk tanımının biyolojiye doğrudan taşınmasından başka bir şey değildir aslında. Organizma kendinden bağımsız bir dış çevrede bulunur hep. Dış çevrenin değişmesi, bu çevrede yaşamını sürdüren canlıların da bu değişikliğe ayak uydurmasını gerektirir. Çevre sorun üretir, organizma çözmeye çalışır. Ayak uyduranlar hayatta kalıp soylarını devam ettirirler; ayakta kalamayan yani uyarlanamayanlar ise yok olur giderler. Bu nedenle bir organizmadaki tüm organ ve yapılar, canlı çeşitliliği içinde gördüğümüz tüm türler arası ilişkiler uygun işlevler yapmaya uyum göstermişliği ifade eden bir düzene işaret ederler. Gözlerimiz güzele bakmak için yaratılmıştır; pirelerin işlevi ise dört ayaklıları zinde tutmaktır. Darwin özellikle bu tür işlev uydurmalarından kaçınmış olmasına karşın, evrimsel biyolojinin avam formlarında doğal seçilim algısı ve adaptasyon hep bu akıl çizgisini izlemiştir (7). Bu uyarlanma algısının, ironik biçimde, 17. yüzyıl doğacı ilahiyatının temel düsturuyla, yani doğadaki varlıkların ilahi bir armoni arzettikleri yönündeki başvuru ile çakışması ilginçtir. Aslında Pireler’in İtalyan baytarının “Allah dünyada hiçbir hayvanı, hiçbir âzâyı vazifesiz yaratmadı” çıkışıyla öyküde Darwin’in çakışması Osmanlı’ya dek aksetmiş olan bu karışıklığı göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bununla birlikte Ömer Seyfettin döneminin bu kafa karışıklığına, yine bir edebiyatçının olacağı türden, kabalaştırmaya uygun popülist bilimciliğini alaya alarak mesafe koymaktadır. Pireler şu sözlerle bitmektedir:
“… Hakikaten hayatın müsbet esrarı, bir Asyalının iman dolu menfî kafasına sığacak maslahat (konu) değildi…Rose, artık Koton’u yıkamaktan vazgeçti. Sevgili köpeğimizin pireleri az zamanda bütün apartmana yayıldı. O kadar ki… Bizi bile eskisi gibi öğleye kadar yatağımızda uyutmuyor, daha güneş doğmadan erkence kalkıp kahvaltımızı yemeye mecbur ediyordu.”
Ömer Seyfettin Türk kısa hikayeciliğinin en önemli ve idealist isimlerinden biriydi. 1920’deki genç yaşta ölümüne dek yazdığı onlarca hikaye ile döneminin entelektüel kavgasının da bir aynasıydı. Böylesi birikime sahip birinin Darwin adını telaffuz etmesi şaşırtıcı olmasa gerek. Darwin ve evrim Osmanlı Türkiyesi’nde (ve hâlâ devam ederek günümüze kadar gelen zaman diliminde de) hemen her eli kalem tutanın değindiği konulardan biriydi. Ancak Ömer Seyfettin’i, zamanının -ve şimdi de- örneklerini sıkça gördüğümüz sosyal Darwinizme varan evrime dair bilgisizliğinden uzak tutan şey, asıl ürünü olan hikayelerinden anladığımız kadarıyla, edebiyatçı olarak kendi yaratı sınırları içinde kalabilme becerisi olmuştur. Evrimsel biyolojinin ve Darwin’in ağızlarda sakız olduğu, bilgisizlerin konuyu bilenlerden daha çok kafa yorduğu günümüzde ise, Türkçe’ye unutulmaz tatlar bırakmış olan bu büyük hikayeci önünde eğilmekten başka şey kalmıyor bize.
Dipnotlar
1) Tanzimat I, Maarif Matbaası, Istanbul 1940.
2) M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İletişim Yayınları, 1985.
3) Tahir Alangu, Ömer Seyfettin: ülkücü bir yazarın romanı, May Yayınları, 1968.
4) Ben yazı için Tahir Alangu’nun hazırladığı ve 1962 yılında Rafet Zaimler Yayınevi’nden çıkan 11 ciltlik Ömer Seyfettin’in toplu eserleri dizisini kullandım. Doğrudan Darwin ile ilgili bulabildiğim tüm hikayeler dizinin “Gizli Mâbet” adlı 6. cildindendir. İliçin Çetiner tarafından resimlenen bu çok güzel külliyatı ilgili okurlara önermeden geçemeyeceğim.
5) Charles Darwin, The Descent of Man and Selection in Relation to Sex, A. L.Burt Company Publishers, New York 1874.
6) Thomas F. Glick (Editör), The Comparative Reception of Darwinism, University of Texas Press, 1974.
7) Richard Levins ve Richard Lewontin, Dialectical Biologist, Harvard University Press, 1985.