Tarihsel bilgi, diğer bilgi türleri arasında, kendine özgü niteliğiyle ayrı bir yere sahiptir. Her şeyden önce, geçmişe odaklıdır, seçkincidir, tekrarı olanaksızdır, rivayet ya da modern deyişle belge odaklıdır. Bu durum onun epistemolojik/bilgikuramsal değerini daima tartışmalı kılmıştır. Ancak geleneğin rivayet odaklı ve durağan, kimi kez döngüsel tarih tasarımının, kimi Yunan tarihçiler ve İbn Haldun tarafından eleştiri süzgecinden geçirilse de, asıl eleştirisinin modern döneme ait olduğunu söylemek gerekir.
Modern doğa bilimi temelinde yeniden örgütlenen sosyal bilimler, bu arada da tarih, belgeye bağlı nesnel bir bilim haline getirilmeye çalışılır. Vico, Dilthey gibi kültüre ve tarihe odaklı düşünürlerin tekilci-yorumcu bilim vurgularına rağmen, diğer sosyal bilimler gibi, tarih de doğa bilimi örnekliğinde yapılandırılmıştır. Pozitivistler içinde onun bilim olmadığını söylemeye yönelenler, belgelerin öznelliğine, seçkinciliğine ve yanlılığına gönderme yapanlar olsa da, modern süreçte tarih metodolojik tartışmalarıyla kendisini nesnel bir bilim olarak konumlandırmayı başarmıştır. Bu işle uğraşan biliminsanı, uzman tarihçiler vardır ve akademiada yer bulmuşlardır. Akademik modern tarihçiler, belgeye bağlıdırlar, sözlerini ve yorumlarını belgeyle gerekçelendirirler, bu açıdan nesnel olduklarını söylerler. Bu tarihçilerin tarih ve toplum tezi, genelde modern dönemin değeri olan ilerlemeci bir tarih-toplum tasarımına dayanır. Modern tarihçi, yaptığı çalışmalarla, tarihte neler olduğunu gösterdiği, tarihin ilerleme tablosunun fotoğrafını çıkardığına inanır.
Modern tarih tasarımı, yine modern bir tarih tasarımı olan ekonomi ve sınıf temelli Marksist tarih tasarımı tarafından, fazla pozitivist bulunarak eleştirildiği gibi, 1960’lı yıllardan itibaren, feminist, dindar, postmodernist tarihçiler tarafından da eleştirilmeye başlanmıştır. Belgelerin yanlılığı, erkek egemen bakış açısı, kadın aklını dışlaması, seçkinlere yönelmesi, belli sınıfın tarihini yansıtması, öznel olanı tamamıyla dışlaması, ilerlemeci bir tasarıma dayanması, iktidar ilişkilerini meşrulaştıran ideolojik bir araç olması, resmi, ideolojik bir söylem benimsemesi ve dayatması gibi gerekçelerle modern tarihçiliğin eleştirisi bu dönemde merkeze oturmuştur. Artık Marksist sınıf temelli tarihlerin yanında, feminist, modernizme ve seküler olana küfreden dindar, yapı-sökümü temel alan yapısalcı, post-yapısalcı tarihçiler vardır.
Modern tarihçiliğin eleştiri süzgecinden geçirildiği, içinde bulunduğumuz postmodern süreç, bilgi teknolojileri ve görsel medya kanalıyla etkisini daha da artırmış gibi gözükmektedir ve bu süreç hızla ilerliyor. Yaşanan bu süreç, tarihsel bilgiye ve onun modern-nesnelci-ilerlemeci algılanmasını neredeyse bozguna uğratmıştır. Tarihi romanlar, tarihi filmler, twitter, facebook, özel bloglar gibi fenomenler tarihe yönelen yeni öznenin etkileyicileri arasına girmiştir. Farklı belgeler, bir arada ve yan yanadır. Bu yeni fenomenlere bağlı özneler, tarihsel olaylara postmodern yorumsamacılıkla yaklaşmakta, farklı alternatif ve senaryolar sunmakta, tarihi yeniden güncelle ilişki içinde keşfetmeye ve yeniden yapılandırmaya yönelmektedir.
Sanal dünyada, tarihe ilişkin yok yoktur; her türden tarih okuması kendisine yer bulmaktadır, herkes sesini bir biçimde duyurmaktadır. Tekçi, tek yorumcu-nesnelci-ilerlemeci tarih imgesine meydan okuyan bu durum, tarih bağlamında, öğrenme-öğretme sürecini de etkilemekte, öğrenci anında, “Hazreti Google”da basit bir taramayla farklı belge, bilgi ve yorumlara ulaşabilmektedir. Ayrıca, tarihe yönelik, sınıfsal, feminist, inançsal, ideolojik, etnik vb. yaklaşımlar alabildiğine yayılmakta; her perspektif aynı olgunun farklı yorumuna neden olmaktadır.
Herkes önceliğine, perspektifine, ideolojisine göre tarihseli yeniden kurgulamaktadır. Her kurgu kendisine meşruiyet talep etmektedir. Artık her şeyin, gündelik şeylerin, deliliğin, cinselliğin, hapishanenin, okulun, cemaatin, bireyin, kadının, çocuğun, işçinin, kölenin, yemeğin, içeceğin, giyimin, homoseksüelliğin, erkek aklının, kadın aklının vb. tarihi var. Ancak hangisini ele alırsak alalım, hiç kimsenin elinde, perspektifsiz bir bilgi bulunmadığı, perspektife göre bilginin değiştiği, göreceli bir dünya söz konusudur.
Rölativite her yerdedir; nesnellik yoktur savı, çelişkiye düşme pahasına nesnel olarak sunulmakta, evrensel yoktur savı yine çelişkiye düşülerek evrensel olarak konumlandırılmaktadır. Modern tarihe meydan okuyan, resmi diye etiketlenen ideolojiyi alaşağı etmeye yönelen pek çok perspektif doğmuş durumdadır. Bu durum nesnelliği ve evrenselliği yok saydığı için, aslında tarihin ve tarihsel olanın epistemik bir krize girdiğini gösterdiği gibi, nesnel ve evrensel hedefleri ve bilgileri varsayan tarih eğitimin de epistemik bir kriz içinde olduğunu göstermektedir.
Türkiye’de gördüğümüz, resmi ideoloji diye yaftalanan modern tarih tezinin aksine Kurtuluş Savaşına, Dersim olaylarına farklı yaklaşımlar, Lozan’da Türkiye’yi İsrail’in temsil ettiğini söyleyenler, Mustafa Kemal’e İngiliz ajanı diyenler, Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın yapılmadığını iddia edenler, yine modern tarihe feminist ve sınıfsal açıdan meydan okuyanlar, ‘olmasaydı da olurdu’, ya da ‘olmasa olmazdık’ türü tarihsel-kurgusal tartışmalara dalanlar her yerdedir ve eğitim ortamlarının içine değin girmiştir.
Postmodern tarihsel araçlarla, farklılıklar hergünküleştirilmeye çalışılmaktadır; her yorum göreceli dünyada yerini almaktadır. Aslında AKP ile tüm eğitim sistemine olduğu gibi, tarih eğitimine de uyarlanan felsefi yapılandırmacılık, bilişe odaklanmakla, göreceliliği ve perspektivizmi savunmakla ve eğitimde nesnel hedeflerin olamayacağını belirtmekle, tam da bu göreceliliğin egemen olduğu duruma uygun bir çözüm sunmaktadır. Ama sunduğu çözüm, nesnel doğru ve yanlışa yer vermeyen, sadece öznel doğru ve yanlışları olan bir çözümdür. Bu aslında doğru ve yanlışın olmadığını söylemenin bir başka yoludur. Nesnel doğru ve yanlışın olmadığı yerde, her şey gider, yeter ki pazarlansın ve alıcısı yaratılsın. Tarihçiler ya da tarih öğretmenleri, artık belge ve bilgi aktaran değil, aktarılan bilgi, belge ve yorumlar üzerinde toplumla ve öğrencileriyle diyalog kuran, bunları tartışan, toplumdaki bireylerin ve öğrencinin kendi algı ve yorumunu inşa etmesinde rehber olan bir kişiye dönüşmüştür; doğru ve yanlışı söyleyen değil.
Bu süreç neyi getirecek hep beraber göreceğiz. Bu yaşanan süreçte, nesnel bilgi idealine inanan bir düşünce tarihçisi olarak, katıldığım ve katılmadığım şeyler var. Ama öyle görünüyor ki, tek doğrunun olmadığı, herkesin doğrusunu kendisine göre kurduğu bir tarih tasarımına doğru gidiyoruz. Bu aslında, kanımca, örtük bir biçimde tarihsel olguların, bilimsel olarak tartışılamayacağı bir dünyaya yelken açmak demektir.