İnsanlık tarihinin aynı zamanda hastalıklar ve onlarla mücadelenin de tarihi olduğunu düşünürsek, bugün milyarlarca insanı evlerine hapsedecek ölçüde bir salgının ortaya çıkışına şaşırmamamız gerekiyor. Buna rağmen özellikle büyük ülkelerin afete hazırlıksız yakalandıkları da bir gerçek. Dünyamızın geleceğini belirleme iddiasında olan düzenin “vizyoner” temsilcileri, kayıp sayısının iki yüz bini aştığı bugün bile akıldışı tavırları ve tutarsız politikalarıyla endişe yaratmada Covid-19’la yarış halindeler. Her geçen gün daha net ortaya çıkıyor ki, virüsü yenmek yetmeyecek, kâr hırsını insan sağlığının önünde tutanlara karşı da bilinçli tavır alınması gerekecek.
Tabi henüz salgının tarihe nasıl geçeceğini bilmiyoruz. Geçmişe baktığımızda böyle doğal felaketlerin insanlığın kendi iç mücadelelerine etkilerinin kestirilemez olduğu görülüyor. Bir yandan kara vebanın engizisyon karanlığını yırtan gelişmeleri hızlandırmış olmasını afetlerin fayda hanesine yazıyor, 18. yüzyılda yaşanan büyük kıtlıkların Fransız Devrimi’nin ilerlemesine zemin hazırladığını not ediyor, koleradan çiçeğe kadar pek çok hastalığı insan sağlığına dönük bilimsel ve kültürel gelişmelere ön ayak olmalarıyla hatırlıyoruz. Diğer yandan Avrupalı kâşiflerce Amerika kıtasına taşınan hastalıkların zalimlerle işbirliği yapmış olması vicdanımızı yaralıyor, doğal afetlerin en çok ezilenleri vurduğu gerçeği gözlerimizin önünden gitmiyor. İstilalar çağı boyunca iskorbüt hastalığının şarap içen Fransız denizcileri öldürüp rom içen İngiliz denizcilere dokunmayarak denizlerdeki emperyalist savaşımda taraf olmasını ise talihin bir cilvesi sayıyoruz. Tüm bu örnekler bize, böyle doğal felaketleri toplumsal değişimlerin belirleyicisi kabul etmek yerine, güç dengelerini etkileyen pek çok unsurdan biri olarak görmek gerektiğini söylüyor. Demek ki afetler dünyamızı değiştirse de gelişmelerin yönünü insan belirliyor.
Henüz salgının hangi aşamasında olduğumuzu da bilmiyoruz, ancak sağlık önlemleri kapsamında emeğe dayatılan çalışma koşulları bize nasıl bir gelecek planlandığını gösteriyor. Virüsün dünyamızdaki en görünür etkisi olan evlerde kalınma zorunluluğunun bir süre daha uzayacağı, böylece son zamanlarda popülerliği artan uzaktan çalışma biçimine geçişin hızlanacağı açık. Ofis giderlerini azaltan bu modelin yarı zamanlı çalışma zorlamalarıyla var olan işsizliği ağırlaştıracağını ve başka insanlarla temastan kaçınılması sonucu pek çok sektörde çalışanların işlerini robot ya da dronlara kaptıracağını öngörmek de zor değil. Kapitalizm uzun süredir dijitalleşme diyerek üretim süreçlerinde insan emeğinin payını azaltmayı, olanak varsa da emekten tamamen kurtulmayı hedefliyor. Dijitalleşmenin kapsamı yalnızca işyerleri ile de sınırlı değil. Sözgelimi, uzaktan eğitim yaygınlaştıkça okulların sağladığı sosyal ortam yok edilip öğrencilere tek yönlü, standartlaşmış ve düşük kaliteli bir öğretim sunulması şaşırtıcı olmayacak. Sahne sanatları ve spor etkinliklerinin yerine gerçeğinden ayırt edilemeyen animasyonlar ya da klavye başında top koşturulan e-spor gibi masrafı düşük ama getirisi yüksek olan sayısallaşmış benzerleri parlatılacak. Tehlikeli olduğu söylenen ortak mekânlar yerine video konferanslara taşınmış etkinlikler, insan sıcaklığını yitirmekle kalmayacak, bu şekildeki her tür iletişim kayıt altına alınabileceği için tüm örgütlenmeler rahatlıkla denetlenebilecek. İstendiğinde halk sağlığı gerekçesiyle demokratik yönetim araçlarının askıya alınması da cabası. Sözün özü, kapitalizmin tam da istediği bir toplum tipine geçiş kolaylaşacak. Demek ki, salgının ortaya çıkardığı koşullar, gerektiğinde otoriter rejimlere yaslanan neoliberalizmin adımladığı yolu kısaltacak. Tabi geniş kitleler bu yeni yaşam biçimine ikna edilebilirse.
Diyelim ki yukarıdaki öngörüler fazlaca karamsar. Şimdi bir de madalyonun diğer yüzünü çevirip iyimser olmaya çalışalım ve bu yeni duruma fırsatlar penceresinden bakalım. Evden çalışmaya başlamanın ardından, yollarda geçen ya da mesai saatleri boyunca yaratılacak boş zamanlarla çalışanların günlük yaşamlarının daha fazla bir bölümünü kendilerine ayırma şansı bulacağı, böylece çocuk bakımı ya da ev işlerinin paylaşılarak eşler arasında bir denge sağlanacağı iddia edilebilir. Uzaktan eğitimin ev ortamındaki çocuklar için daha geniş bilgi kaynaklarına erişim olanakları sunması, hatta coğrafi bağlayıcılığın kalkması nedeniyle başka şehirlerde bulunan ve kaliteli eğitim verilen okullara kayıt şansı tanıması da önemli bir avantaj. Sanat ve spor alanındaki dijitalleşmenin, bir yandan bireysel ölçekte yaratıcılığı teşvik edip başarıyı herkes için erişilebilir kılması da heyecan verici görülebilir. Video üzerinden çevrimiçi toplanmalara dünyanın her yerinden katılınabilmesinin örgütlenme olanaklarını genişlettiği, çeşitli alanlardaki bireysel etkinliklerin paylaşım şansı bulmasıyla yeni çalışma modellerinin ortaya çıkabileceği de açık. Tabi, dijitalleşme sonucu işinizi ve gelirinizi kaybetmediyseniz, bütün bu olanakları kullanıp fayda sağlayacak maddi koşullara sahipseniz ya da günün birinde sahip olma umuduyla elinizdekilerden vazgeçmeye razıysanız.
Sermayenin küresel egemenliğini, seslendiği kitlelerin rızasını alarak kalıcı hale getirme çabası geçen yüzyıldan beri güçlenerek sürmekte. Bir yandan insanı toplumsallıktan uzaklaştırıp yalnızlaştıran, diğer yandan gerçeklikle ilişkisini zayıflatan kapitalizm, entelektüeliyle kültür alanında bireyselleşmeyi özendiren politikalar üretiyor, felsefecisiyle insan aklını ve gerçeklik algısını küçümsüyor, tarihçisiyle ortak mirası işlevsizleştiriyor, edebiyatçısıyla toplumsallıktan kaçıp gerçekdışı dünyasında yalnızlığı kutsuyor, sinemacısıyla bireysel tüketime dönük baş döndürücü görsellikler ya da öğrenilmiş çaresizlikler üretiyor. Tüm bunlarla birlikte, sanal gerçekliği somut olanın önüne geçirdiği teknolojik yanılsamalarını politikadan ekonomiye kadar her alanda kullanarak zihnimizi avucunun içinde tutmayı başarıyor. Üstelik bir de bugün virüs korkusu nedeniyle insanı insandan ürkütüp yalıtılmış yaşamlar sürmeye alıştırmaya ve davranışlarımızı bize söyledikleriyle, tercihlerimizi ise kapımıza getirdikleriyle sınırlı tutmaya hazırlanıyor.
Buna karşın, yaşadığımız sürecin maruz kaldığımız sınıfsal gerçeklikleri fark edebilmemizi sağlama gibi bir olumlu tarafı da var. İnsan sağlığının piyasa koşullarına bağlı tutulduğu bir dünyada kaynakların adil dağıtılmamasından çeşitli yönetim beceriksizliklerine kadar pek çok örnek her gün gözlerimizin önünde sergileniyor. Gerçi tarih bize Homo sapiens’in deneyimlerini hemen bilgiye dönüştürüp kullanmak yerine hatalarını yinelemeye eğilimli bir tür olduğunu söyleyip durmakta. Belki de milyonlarca yıllık bir evrimin sonunda geldiğimiz noktayı seksen yıllık yaşam ölçeğimize göre değerlendirip gelişim beklentilerimizi fazlaca yüksek tutuyoruz.
Yine de umutlu olmak gerekirse, bu zor sürecin insanı birbirinden uzaklaştırma olasılığının tam karşısında, yoksunluğunu duyduğumuz birlikteliklerin değerini daha iyi anlama ve ancak yan yana geldiğimizde insan olabildiğimizi fark etme şansı duruyor. Evlerde kalınan zamanı sosyal ilişki ağımızı zayıflatmadan geçirmek, aile içindeki kuşaklar arası çatışmaları azaltıp iletişimi güçlendirmek, karşılaşabileceğimiz zaman bolluğunda farklı uğraşılarla daha donanımlı insanlar olmaya çalışmak, salgından sonra da insana dokunmanın, ortak faydayı öne çıkarmanın ve örgütlenmenin değerinin bilip hakkını vermek, gücünün ve toplumsal gerçekliğin farkında bireyler olarak daha sağlam örgütlenmelerde yer almamızı sağlayabilir. Yaşadığımız dünyayı eşitlikçi, adil ve özgür bir yer haline getirmek için en büyük varlığımızın insan sıcaklığı olduğunu hiç akıldan çıkarmamamız gerekiyor.