Ender Helvacıoğlu
Birçok yazımda Türkiye toplumunun tarihinde hiçbir zaman sömürge olmadığının, bunun da önemli bir kazanım ve dayanak noktası olduğunun altını çizmiştim. Fakat bugün öyle görülüyor ki, ciddi bir sömürgeleşme tehdidi altındayız. Türkiye denen memleket AKP iktidarı marifetiyle küresel sermayenin sömürgesi haline getirilmekte, halkı da köleleştirilmektedir.
Sömürge olmak, 19. yüzyıldaki gibi sömürgeci bir ülkenin atadığı vali tarafından yönetilmek biçiminde olmuyor artık. O günler, halkların mücadelesi sonucu geride kaldı. 20. yüzyılda ise “yeni sömürgecilik” denilen olgu ortaya çıkmıştı. Emperyalistler sermaye ihracı yoluyla kapitalist ilişkilerin ezilen ülkede de gelişmesini sağlıyor, yani yeni sömürü alanları açıyorlardı. Ülke yönetimi ise komprador/işbirlikçi bir besleme burjuvazi eliyle yürütülüyordu; yani göstermelik bir “siyasi bağımsızlık” lütfedilmişti. Ulusal bağımsızlıklarını anti-emperyalist mücadelelerle kazanmış çoğu mazlum ülke, sonraları bu tuzağa düşmüştü; Türkiye de bunlardan biridir. “Yarı sömürge” diye adlandırılan bu olguya karşı mücadele, o ülke devrimcilerinin ve sosyalistlerinin en önemli uğraşlarından biri olmuştu. 68 ve 78 kuşağı devrimcilerinin stratejik sloganlarından birinin “Tam Bağımsız Türkiye” olması boşuna değildi.
Günümüzde ise daha farklı bir durum var. 19. ve 20. yüzyıl sömürgeciliklerinin sentezi gibi bir olgu ile karşı karşıyayız. Günümüzün egemen sınıfı olan küresel burjuvazi vatansızdır ve bir ulus aidiyeti yoktur. Tüm dünyayı sömürgesi olarak görür. Tek tek ülke büyük burjuvazileri bu küresel burjuvazinin bir parçası (uzantısı) haline gelmiş durumda. Devletler ise bu sömürü ve talan ilişkilerinin önünün açan, pürüzleri temizleyen, yağmayı düzenleyen ve yöneten, emniyetini sağlayan birer tasdik makamına ve sömürü jandarmalığı kurumuna dönüştü. AKP iktidarı altındaki Türkiye böyle bir ülke olma yolunda ilerliyor. Sömürgeleşme tehdidi altındayız derken kastım budur.
Ülkemizin bütün yerüstü ve yeraltı zenginlikleri (kamu işletmeleri, madenleri, ormanları, suları, kıyıları, gölleri, denizleri, hatta kentleri…) küresel sermayeye peşkeş çekilmiş durumda. Artık bize, Türkiye toplumuna ait olmaktan çıkıyorlar. Hiçbir kurala tabi olmadan geliyorlar, çöküyorlar, yağmalıyorlar, tahrip ediyorlar, kirletiyorlar, zenginliklere el koyuyorlar. Devlet ise bu talanın kolaylaştırıcısı makamıdır. Bunun Avrupalı fatihlerin 16.-19. yüzyıllar arası Amerika’da yaptıklarından fazla bir farkı yok. Kaz dağlarının, Karadeniz sularının, Munzur dağlarının bize ait olmadığını büyük felaketler yaşadığımızda fark ediyoruz. İşte son örnek: Erzincan-İliç’te yaşanan felaket. 6 Şubat depremlerinin üstünden geçen bir yılda da gördüğümüz gibi, felaketler dahi rant fırsatına dönüştürülüyor.
Öte yandan sömürgeleşme süreci sadece sömürücülerin niteliğini değiştirmiyor, muhatabı olan ülkenin halkını ve emekçisini de etkiliyor. Köleleşen emekçi de vatan ve ulus aidiyetini yitirir. Vatan ve ulus modern kavramlardır ve demokratik devrimlerle (bizim gibi ülkelerde artı anti-emperyalist devrimlerle) oluşurlar. Emekçiler, bu süreç içinde birer “vatandaş” ve “ulus bireyi” olurlar. Bu süreç tahrip olduğunda ortada ne vatandaş kalır ne de ulus. Ve tabii ne de vatandaşlık hakları ve hukuku (insanları bir arada tutan bir toplum sözleşmesi)… Kölenin vatanı da ulusu da sahibidir; ona bağımlıdır, ondan dilenir. Roma İmparatorluğundaki bir köle kendisini Romalı olarak görür mü? Benzer bir duruma doğru ilerlemektedir ne yazık ki Türkiye emekçisi. Sadece emekçiler değil, bir şekilde yurtdışına çıkmak hedefindeki ülkemizin gençlerinde ve eğitimli/vasıflı insanlarında da vatan ve ulus bilinci tahrip olmaktadır. Yani sadece köleleşenlerde değil köleleşmek istemeyenlerde de memleket ve ulus bilinci zayıflamıştır. “T.C. vatandaşlığı” kavramı anlamsızlaşmaya başlamıştır. Bu durumun suçlusu ne emekçiler ne de gençlerdir. Suçlu, bu vatanı sömürge, bu halkı köle haline getirenlerdir.
Kısacası ne sömürge bir vatandır ne de köleler bir ulus. Sömürgeleşen bir Türkiye’nin ve toplumunun tek parça halinde kalma olasılığı da azdır. Bu çapta bir tehlikenin ve yozlaşmanın kıyısındayız.
Yeniden bir vatan ve ulus inşası ihtiyacıyla karşı karşıya Türkiye toplumu. Örgütlü bir emekçi hareketinden başka bir kurtuluş aracı da gözükmüyor. Öncü ve kurtarıcı iddiasındaki her ekip stratejisini bu ihtiyaca göre ayarlamalı. Geçim, seçim, meçim… önemli elbette; ama bu stratejinin bir parçası olduğu sürece.