Ender Helvacıoğlu
Sosyal medyada “Gezi paylaşımları” başladı. Şöyle güzeldi, böyle müthişti, biz de oradaydık, geçmişti-gelecekti diye… Sadece paylaşımlar değil elbet, Gezi’nin yıldönümü dolayısıyla bazı eylemler de yapılıyor. Ama Türkiye tarihinin bu en büyük halk hareketinden politik anlamda hangi dersleri çıkarıldı, neler damıtıldı, geleceğe ne aktarıldı… bu noktada pek derinleşmiş sayılmayız hâlâ. Birkaç noktayı kısaca vurgulamak istiyorum.
1) Bu halk hareketini “Gezi” veya “Gezi Direnişi” olarak adlandırmayı tercih etmiyorum. “Haziran Direnişi” veya “Haziran Ayaklanması” adını daha doğru buluyorum. Bu, basit bir adlandırma tartışması değil; politik bir tutumu ifade ediyor.
Evet, hareket Gezi Parkı’nın ve çevresinin yok edilmesine karşı son derece haklı ve güçlü bir direniş olarak başladı. 31 Mayıs akşamına kadar “Gezi Parkı Direnişi” olarak devam etti. Ama o andan ve özellikle 1 Haziran’dan itibaren “Gezi Direnişi”, “Haziran Ayaklanması”na dönüştü. Nasıl? Gezi Parkı direnişçilerine yapılan hunharca saldırının bardağı taşıran son damla olması sonucu cumhuriyetçi ve laiklik duyarlılığı olan geniş kitlelerin tüm yurtta sokağa ve meydanlara çıkmaya karar vermesiyle.
O noktadan sonra işin rengi değişti, olay bir çevre ve kent duyarlılığı konusu olmaktan çıktı, politikleşti. Her yer Taksim oldu, mücadele tüm yurt sathına yayıldı ve AKP iktidarı hedef tahtasına oturtuldu.
“Gezicilik” ve “Hazirancılık” arasında politik bir fark vardır (Haziran’ın Gezi’yi de kapsadığını belirtmeye herhalde gerek yok, ama tersi doğru değil). Bu farkı en net biçimde Kürt hareketinin (sanırım o zamanki partilerinin adı BDP idi) temsilcileri hissetmişti. Bilindiği gibi ilk birkaç gün Gezi Parkı civarında kendilerini iş makinelerinin önüne atanlar, cumhuriyetçi kitlelerin yurt çapında harekete geçmesiyle ve “Hükümet İstifa”nın hareketin temel sloganı haline gelmesiyle birlikte “darbecilik hâkim oldu” diyerek kendilerini geri çektiler. Çünkü AKP Hükümeti ile çözüm masasındaydılar ve bu masanın yıkılmasını istemediler. Onlar “Gezici” idiler, “Hazirancı” değil. İkisi arasındaki farkı çok iyi anlamış, kendi bakış açılarına göre tanımlamış ve tutumlarını almışlardı. Halk hareketinin en cılız olduğu kentlerin Kürt illeri olduğunu anımsayalım. Ama ben tipik bir “laikçi teyze” olan 80 küsur yaşındaki annemin balkondan bayrak sallayıp “Diren Lice” diye bağırdığını anımsıyorum (Bu noktada ciddi bir fırsat kaçtı, birazdan geleceğiz).
Kısacası, Gezi Direnişini Haziran Direnişine dönüştüren dinamiğin kavranmasını önemli buluyorum ve hâlâ hakkıyla kavrandığını düşünmüyorum.
2) Emekçi halka öncülük iddiasında olan sosyalist örgütler, halkın bu çapta ayağa kalktığı bir dönemde neden harekete politik bir yön veremediler, politik bir önderlik geliştiremediler? Bu soru hâlâ ortadadır, yanıtı verilmemiştir. Çünkü yanıt arayışı kemikleşmiş zaaflarla, yıllanmış statükolarla yüz yüze gelmeyi gerektirir; rahat bozan bir sorudur bu.
Diyelim ki hazırlıksız yakalanıldı, hareketin çapı mevcut örgütlerin müdahale potansiyellerini aştı (bu da bir bahane değil ama, hadi üzerinde fazla tepinmeyelim). Peki, Haziran Direnişi sonrasında, bu hareketin yarattığı dalgayı örgütlemek hedefiyle çeşitli sosyalist örgütlerin ortaklaşmasıyla kurulan “Birleşik Haziran Hareketi” -en başta bir umut vermesine karşın- neden kısa süre içinde fiyasko ile sonuçlandı? Burada hazırlıksızlık gibi bir bahane de söz konusu değil. Bu soru da ortada kalmıştır, ciddi bir yanıt verilmemiştir. Verilmediği için sonrasındaki “Sosyalist Güç Birliği” türünden girişimler de aynı kaderi paylaşmıştır.
Bir gözleme değinip geçeyim: Haziran Direnişi eylemlerinin al-yıldızlı bayraklarla birer gelincik tarlasına dönüştüğü hepimizin malumu. Ama Birleşik Haziran Hareketi eylemlerinde tek bir bayrağa rastlayamamıştık. Başka sorum yok!
Bu sorulara açık yüreklilikle yanıt geliştirilmeden yol alınamaz ve aradan geçen 11 yıl boyunca da pek fazla alınamamıştır zaten.
3) Çok önemli iki fırsat kaçtı. Birincisi, AKP iktidarının toplumsal bir hareketle devrilmesi olasılığıydı. Güçlü bir olasılıktı ve ramak kalmıştı. AKP, 22 yıllık iktidarı boyunca hiç Haziran Direnişi sırasındaki kadar sarsılmadı. Hareketin politik önderlikten yoksun oluşu bu fırsatın kaçmasına yol açtı. Yerine ne gelirdi, hangi politik odaklar ağırlık koyabilirdi, bu ayrı bir tartışma konusu; ama -2013 sonrası yaşananlar göz önüne alınırsa- çok daha demokratik açılımların şans bulabileceği açıktır.
Kaçan ikinci fırsat, daha halkçı ve Türkiyeli bir “Kürt masasının” kurulma olasılığıydı. 1989 Bahar eylemleri ve 1990 Zonguldak madenci yürüyüşü döneminden sonra ilk kez Kürt sorununu çözüm yoluna sokabilecek güçlü bir halk dinamiği ortaya çıkmıştı; batıdan doğuya halkçı bir gönül bağı oluşmuştu. Haziran Direnişi bünyesinde yeşeren “Diren Lice” eylemleri, Zonguldaklı madencilerin “Zonguldak-Botan El Ele” sloganına benziyordu. Politik önderlik eksikliği bu fırsatın da kaçmasına yol açtı. Yukarıda değindiğimiz gibi, Kürt hareketinin o dönemdeki önderliğinin bu noktada ciddi bir sorumluluğu vardır. Ama sosyalist örgütlerin sorumluluğu da daha az değildir.
Devrimci müdahalelerin toplumsal gücünün oluştuğu böyle fırsat dönemleri kolay kolay gelmez. 2013’ten günümüze yaşadığımız süreci dikkate alırsak bu müdahale eksikliğinin topluma neler kaybettirdiğini de görebiliriz.
4) Sosyalistler olarak olaya böyle bakmadık, hareketi tahlil etme çabasına girmedik, bir muhasebe yapmadık, dersler çıkarmadık. Onun yerine bir “Gezi efsanesi” yaratma yolunu seçiyoruz. Haziran Direnişini de “1 Mayıslaştırıyoruz”. Bir anma gününe, bir resmigeçide dönüştürüyoruz. Tıpkı işçisiz 1 Mayıs kutlamaları gibi halksız Gezi anmaları ile yetiniyoruz.
Haziran’ı anarken bütün bu sorular kafamızı meşgul etmeli.
Bitirmeden iki noktayı daha vurgulamak gerekiyor. Haziran Direnişi sırasında devlet terörü kardeşlerimizi aramızdan aldı. Onlara bir ütopya borcumuz var. Bazı arkadaşlarımız da hepimiz adına yıllardır cezaevlerinde rehin tutuluyorlar. Onları özgürlüklerine kavuşturmak da boynumuzun borcudur.