Ender Helvacıoğlu
Pervasız emperyalist saldırıların, savaşların ve terörizmin girdabına yakalanmış bir dünyada yaşıyoruz. Karamsar olmamaya, bireysel kurtuluşçuluğa, boş vermişliğe, hiççiliğe (nihilizme) düşmemeye uğraşıyoruz; ama zorlanıyoruz. Kapıldığı bu girdaptan bir çıkış yolu arıyor insanlar, insanlık.
Büyük anlatıların kalmadığı -veya çok zayıfladığı diyelim- bir dönemden geçiyoruz. Fakat bir yandan da gerek dünya gerekse yerel çaplarda kıyasıya bir mücadele sürüyor; yıkıcı savaşlar ve iç çatışmalar yaşanıyor.
Bu savaşlar niye veriliyor? Savaşları başlatan ve yürüten odakların -ambalaj biçiminde de olsa- herhangi bir büyük anlatıları yok. Örneğin din yaymak, uygarlık götürmek, demokrasi getirmek veya sosyalizm ihraç etmek vb. Böylesi “yüce amaçlara” sahip değiller. Küçük dar sınıfsal çıkarlar adına yapılıyor savaşlar. Dolayısıyla geniş kitlelerin desteğini alma, peşlerinden sürükleme imkânları yok; böyle bir dertleri de yok. Filozofları, kuramcıları, sistem kurucuları yok. İnsanlığa sunabilecekleri bir vaatleri yok. Saldırırken en ufak bir meşruiyet ve haklılık kaygıları yok. Dünyanın gözü önünde soykırım uygulayabiliyorlar, sivilleri acımasızca katledebiliyorlar. Hep birlikte toplanıp mazlum bir ülkenin tepesine çökebiliyorlar. Yapıyorlar, çünkü yapabiliyorlar.
Elbette bu durum uzun vadede böyle gidemez; ama bir süre böyle devam edeceği belli. Bu süre zarfında insanlık ne kadar tahrip olur, dünya savaşları ve terör savaşları sarmalına mı girer… hepsi olanaklı.
***
Bu tablo nasıl ortaya çıktı? Çünkü Batı emperyalizminin egemen sınıfı (küresel burjuvazi) ve onun devletleri, elde ettikleri ekonomik-siyasal-teknolojik güç ile “insanüstü” oldukları sanısına kapıldılar. İpini koparmış, frenleri boşalmış bir sınıftır küresel burjuvazi. İnsandan, toplumdan, emekten, doğadan, tarihten, insani değerlerden ve amaçlardan, hukuktan kopmuş, bunlardan bağımsızlaştığı, onların üzerine çıktığı histerisine kapılmış, kendini tanrısallaştıran, ultra-yıkıcı bir sınıf. Netanyahu’nun, Trump’ın, Elon Musk’ın söylemlerinde bütün bu narsisistik özellikleri görebiliyoruz. Ülkemizde Erdoğan’ın söylemlerinde de bu özellikler görülebiliyor.
Halkı ve insanı umursamadan her istediğini yapabilme, herhangi bir sorumluluk hissetmeme sanısı. Gerek dünya gerekse bölgesel ve ülkesel çapta bu tür eğilimlere sahip yönetimlerin arttığını görüyoruz. Toplum ile aralarında, rıza üretme biçiminde dahi olsa herhangi bir bağın kalmadığı yönetimler. Halkı ve insanı umursama ihtiyacından bağımsızlaşma… Ortak değerlerin ve toplum sözleşmelerinin küçümsenmesi, ayak bağı olarak görülmesi ve umursanmaması…
Sadece kendi egemenlik çarklarını umursuyorlar ve yönetiyorlar. Halkı yönetmek gibi bir dertleri yok; böyle bir ihtiyaç duymuyorlar. Sahip oldukları çarkların, teknolojinin ve politik gücün buna elverdiğini düşünüyorlar. Dünyayı işgal etmiş ve insanları alt-tür olarak gören uzaylılar gibiler.
En büyük handikapları olan emek-sermaye çelişmesini çözmeye çalışıyorlar. Marksistler gibi emek lehine değil, sermaye lehine. Daha doğrusu emeğe gerek duymayan bir sermaye ütopyası peşindeler. Bir bölümü teknolojinin buna elvereceğini düşünürken, bir kesimi de tekrar pre-modern ümmetçiliğe dönerek bunu başarma hayali içinde.
Elbette bu bir kara ütopya ve ancak kültürel evrimin son bulmasıyla, insan türünün yok olmasıyla olanaklı. Ama bu yöndeki zorlamaların, aynı toplum içinde düşman hukuku uygulamalarına, toplumların dağılmasına, iç savaşlara, otoritesiz terör bölgelerinin ortaya çıkmasına neden olduğunu görüyoruz.
Ama dediğimiz gibi, böyle gidemez.
***
Peki, halklar ne yapacaklar, ne yapabilirler?
Bir seçenek biat etmek, köleleşmek, ümmetleşmek. Dayatılan koşullara boyun eğerek çarkın küçük bir parçası olup yaşamını devam ettirmeye çalışmak. Bir kesimin -şimdilik- bu yolu seçtiği görülüyor.
Diğer bir seçenek, dar bireysel (veya ailesel) ihtiyaçlarının peşine düşerek birbirinin kurdu olmak. Bu da aslında birinci seçeneğin bir versiyonu.
Üçüncüsü, kaçıp kurtulmaya çalışmak, kendini göç yollarına vurmak. Hem çaresiz yoksulların hem de nitelikli orta sınıfların göçünü yaşıyoruz bugün.
Dördüncüsü ise bir mücadele yöntemi geliştirmek. En genel anlamda iki türlü olabilir:
Birincisi terör! Karşı tarafı kendi silahı ile vurmak. Umursamayanlara karşı umursamayan yöntemler. Aslında bir anlamda İran devleti İsrail kentlerine füze yollayarak bunu yapıyor. Saldırıya uğrayan İran devletinin bunu yapma meşruiyeti var. Ama devletler düzleminden çıkarsak, emperyalistlerin yüksek teknolojilerine karşı feda eylemleri (canlı bombalar bir örnektir) veya herhangi bir etik değer taşımayan düzen bozucu eylemler (örneğin kimyasal veya biyolojik yöntemlere dayalı, ucuz ama etkili terör eylemleri) gündeme gelebilir. Bunlar elbette bir çıkış yolu değil ama çaresizlik bu tür yöntemlere yol açabilir.
İkinci mücadele yöntemi, halkların gücüne başvurmak, bu ipini koparmış haydut devletlere karşı -başta kendi ülkelerinde olmak üzere- geniş toplumsal hareketler örgütlemek. İnsanlığın tek çıkış yolu budur. Bu hareketler, yeni ve çok daha kapsamlı bir büyük anlatının, insan-insan ve insan-doğa ilişkileri konusunda yeni bir bakış açısının geliştirilmesini de sağlayacaktır. Bizler bu yolun neferleriyiz.
NOT: Yazıyı sonlandırırken aklıma Ogan Güner’in Ramak adlı romanı geldi. “Ramak” sözcüğü geldiğimiz noktayı -olumlu veya olumsuz anlamda- ne güzel tanımlıyor. Tüm okurlara öneriyorum bu romanı.