Ana Sayfa Bilim Gündemi İnsanın/toplumun dönüşümü sorunsalı

İnsanın/toplumun dönüşümü sorunsalı

6863

Ender Helvacıoğlu

İnsanın/toplumun nasıl dönüştüğü/dönüşeceği meselesi belki de en çetrefilli ve zorlu kuramsal konulardan biri. Bu konu genellikle öncüler, yöneticiler ve toplumun elitleri düzleminden ele alınır. Çünkü toplumu dönüştürecek ve yeni bir insan tipi yaratacak olanlar, böyle bir görevi iş edinenler onlardır. Alışılageldik yaklaşıma göre toplumlar kendi kendilerine dönüşmezler, bir dönüştürücü gerekir. “Liberal” diyebileceğimiz farklı (gibi gözüken) bir yaklaşım ise toplumların kendi haline bırakılmasından, kendiliğinden dönüşümden yanadır; hayali bazı mekanizmalar vasıtasıyla bu dönüşüm gerçekleşecektir, örneğin piyasanın görünmez eli… “Üretici güçler teorisi” yani üretici güçlerin gelişimiyle otomatikman toplumların da dönüşeceği yaklaşımı, aynı anlayışın daha “solcu” olan türüdür. Liberalizmin -ironik bir biçimde- her zaman otoriterliğin zeminini oluşturduğu tarihsel ve güncel bir gerçeklik olduğu için, esas olarak ilk yaklaşımı tartışacağız.

Sorunsalımız şöyle: Toplumları nitelerken, toplumsal düzeyi analiz etmeye çalışırken genellikle o toplumun öncülerinin, yöneticilerinin, elitlerinin durumunu ve düzeyini baz alırız. Genelde bu yöntem iş görür. Çünkü toplumları onlar yönetmekte ve yönlendirmektedir. Yönetmeye ve yönlendirmeye devam ettikleri sürece bu analiz doğruya yakın bir tablo sunabilir. Fakat öncülerin tökezlediği, yönetmekte ve yönlendirmekte sıkıntıların doğduğu kriz dönemlerinde dipteki gerçek tablo ortaya çıkar ve şaşırtıcı olgular yaşanabilir. Toplumların, sandığımız gibi “gelişmiş” ve “ilerlemiş” olmadığı, öncülerin normları ve değerlerinin toplumun genelinde yeteri kadar içselleştirilmediği gerçeği ile karşılaşırız. Tersi de olabilir. Toplumsal gelişme bazen öncülük ve yöneticilik iddiasında olan kesimlerin niteliklerini aşabilir. Her halükârda tabloyu doğruya daha yakın gösteren ek bazı ölçütlere (analiz araçlarına ve yöntemlerine) ihtiyaç vardır.

Örneğin Avrupa’da 16.-18. yüzyıl “Bilimsel Devrim Çağı” olarak nitelenir. Daha doğrusu biz bugünden bakarak o çağı öyle niteleriz. Yanlış mıdır? Elbette doğrudur. Kopernik’in dünya merkezli evren modelini ortaya atması ile başlayıp Galilei ve Kepler ile devam eden ve Newton ile taçlanan, Bacon ve Descartes ile felsefi zemini oluşturulan, yeni bir bilim anlayışının, yeni bir evren modelinin ortaya çıktığı dönemdir bu. Peki, bu büyük bilimsel atılımların yapıldığı dönemde, o atılımların yaşandığı toplumların durumu nedir? Bırakın toplumların ortalamasını, o toplumların yöneticilerinin düzeyi nedir? Bruno 1600 yılında Roma meydanında yakılmış, Galilei 1620’lerde Engizisyon’a çekilmiştir (bunlar en popüler örnekler). Toplumun geneli ise büyüsel ve dinsel düşüncenin cenderesi altındadır. Parmakla sayılabilecek sayıda insan bilimsel düşüncenin ilkelerini özümsemiş ve büyük bilimsel atılımlara imza atmıştır belki ama toplumun geneli karanlıklar içindedir. Aynı çelişkili durumu örneğin “Aydınlanma Çağı” veya “Proleter Devrimleri ve Sosyalizm Çağı” için de söyleyebiliriz; ama konuyu dağıtmayalım.

Demek ki elitlerin, yöneticilerin, yönlendiricilerin, ilerlemecilerin nitelikleri ile toplumunun genelinin nitelikleri arasında çok ciddi bir açı var. Bu açının kapanması veya daraltılması sorunu her zaman toplumun öncülerinin temel sorunu olmuştur. Sosyalizmin olduğu gibi, modernitenin, hatta uygarlığın bile temel sorunsalıdır bu.

“İnsanlık ne kadar uygarlaştı?”, “Ne kadar aydınlandı?” “Ne kadar sosyalize oldu?”… Öncü ile kitle arasındaki uçurum nasıl kapanır? Daha genel anlamda: Toplumlar nasıl dönüşür? Toplum mühendisliğine soyunmuş her odak bu sorular ile karşılaşır ve çoğunlukla duvara toslar. Öncülerin yozlaşmasının, otoriterleşmesinin, ulaştıkları değer ve normları ertelemesinin ve halktan kopmasının da esas nedenidir bu.

Güncel politik bir sorundur bu aynı zamanda. Felsefe, bilim, sanat, edebiyat alanlarında Avrupa’da başı çeken Alman toplumunda, hem de 20. yüzyılda, Nazilerin nasıl iktidara gelebildikleri ve toplumu yıllar boyu yönlendirebildikleri sorusu örneğin… Veya AKP’nin nasıl hâlâ yüzde 30 oy alabildiği örneğin…

Toplumsal dönüşümün, politik dönüşümden farklı boyutları ve ölçütleri var. Tıpkı “politik devrim” ile “toplumsal devrim”in farklı olgular ve düzeyler olması gibi… Toplumsal dönüşümün ölçütleri ve mekanizmaları hakkında düşünmek ve gerçekçi analizlere ulaşmak, gerek hamasetten uzaklaşmak gerek geleceğe uzanma umudunu somutlaştırmak gerekse gerçekçi bir politik hat oluşturmak açısından zorunludur.

İktidarları ve yöneticileri anlamakta epey donanımlıyız. Ama insanı ve toplumu anlamak konusunda fazla birikimimiz yok. İnsanın ve toplumun içindeki derin karanlığı ve elbette cevheri anlamak durumundayız.

***

Modernite sürecinin başlamasıyla birlikte bu sorunsal bütün düşünürlerin ve toplumbilimcilerinin gündemi olmuş. Çünkü, her şeyin yaratıcısı ve dönüştürücüsü doğaüstü ve fizikötesi bir gücün varlığı -en azından- dünyevi işlerde reddedildiği ve insanın kendi kaderini kendi ellerine alması savunulduğu zaman, onun yerine geçecek bir “yaratıcı” ve “dönüştürücü” bulmak zorunluluğu ortaya çıkar. Bütün aydınlanma filozoflarının esas meselesi bu olmuş: İnsanın doğası ve toplumların seküler bir biçimde nasıl yönetileceği meselesi. Demokrasi, laiklik, insan hakları, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, parlamento, seçme-seçilme hakkı, eşit yurttaşlık, toplumsal devrim vb. hep bu pratiklerin ve tartışmaların ürünü.

Ama konu hep “yukardan aşağıya” tartışılmış. Yukarıdakilerin aşağıdakileri nasıl ve hangi araçlarla dönüştüreceği meselesi olarak ele alınmış. Sosyalizm pratiklerini de kapsayacak biçimde modernitenin böyle bir yaklaşımı var: Öncüler (devletler, iktidarlar, örgütler, bilenler vb.) alacakları radikal tedbirlerle toplumu ve insanı dönüştüreceklerdir. Bu yaklaşım elbette reddedilemez ve terk edilemez; ama yeterli değildir, yeterli olmadığı sosyalizm de dahil bütün modernite pratiklerinde ortaya çıkmıştır. “Öncü devrimciliği” elbette gereklidir, kilidi açmanın anahtarıdır, ama “kitle devrimciliği” ile tamamlanmadığı zaman öncünün yozlaşmasına ve geri dönüşlere açık kapı bırakılmış olur.

Marx, kapitalizmi yıkacak ve sosyalizmi kuracak toplumsal maddi gücün proletarya olduğunu tespit ederek (Marx’ın “en önemli keşfim” dediği konu), tarihte ilk kez sömürücü olmayan bir sınıfın sadece yıkıcı değil kurucu da olabileceğini, kendisiyle birlikte tüm toplumu dönüştürebileceğini işaret etmiştir. Aşağıdan yukarıya toplumsal dönüşümün ilk kapsamlı kuramıdır bu. Marx, devrimin ne olduğu konusunda da aşağıdan yukarıya dönüşüme dikkat çeker. Şu paragraftaki kuramsal yaklaşım son derece derindir:

“Davanın başarısı için olduğu kadar, yığınlar ölçüsünde bu komünist bilincin yaratılması için de, insanların kendilerinin geniş ölçüde değişmeleri zorunludur ve bu değişim ancak ve ancak pratik bir hareket içinde, yani bir devrim içinde gerçekleşebilir. Devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka yolu olmadığı için değil, fakat aynı zamanda onu deviren sınıf ancak ve ancak bir devrim içinde kendisini geçmişin birikmiş pisliklerinden temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurabileceği için de zorunludur.” (Alman İdeolojisi, S. Hilav çevirisi, s.122)

Sovyet Devriminin lideri Lenin genellikle “öncü parti” ve “dışardan bilinç” gibi kavramlarla anılır. Burada bir yanlışlık yok ama eksiklik var. Lenin, elitlerin (bunlar komünist parti yöneticileri de olabilir) zaafa düştükleri noktada kurtarıcının emekçiler olacağını vurgulamıştır. Hasta yatağından yazdığı 23-26 Aralık 1922 tarihli “Kongreye Mektup”ta SBKP liderliği içindeki sorunlara, özellikle Stalin-Troçki arasındaki çelişkilere ve bu çatışmanın bölünme tehlikesi yaratabileceğine dikkat çeker ve şu öneriyi yapar: “Çok sayıda işçinin Merkez komitesine katılması, işçilerin oldukça kötü durumdaki idari mekanizmamızı düzeltmelerine, iyiye götürmelerine yol açacaktır… Bence Merkez Komitesine alınacak işçiler (burada sözü edilen işçiler köylüleri de kapsamaktadır) Sovyet örgütlerinde uzun süre çalışmış olanlar arasından seçilmemelidir, çünkü bu işçiler, mücadele edilmesi gereken geleneklere ve önyargılara alışmış durumdadırlar. Merkez Komitesinin işçi sınıfından seçilecek üyeleri son beş yıl içinde Sovyet örgütlerinde çalışma düzeyine çıkmış olanlardan daha alt tabakadaki işçiler olmalıdır; bunlar sıradan işçi ve köylülere daha yakın, ama dolaylı ya da dolaysız sömürücü kategorisine girmeyen kişiler olmalıdır.” (Lenin, Son Yazılar Son Mektuplar, Türkçesi: Seçkin Selvi Cılızoğlu, Ekim Yayınları, s.16-17)

“Kongreye Mektup” Lenin’in vasiyetnamesi olarak tanımlanır. Bu vasiyetnameye ne kadar uyuldu, Lenin’in dikkat çektiği tehlikeler ne ölçüde gerçekleşti ve sonuçları ne oldu, bunlar ayrıca tartışılır, bu yazının konusu değil. Ama önemli olan Lenin’in “alttakinin dönüştürücülüğüne, hatta kurtarıcılığına” başvurma ısrarıdır.

Toplumun ve insanın dönüşmesi meselesine Marksistler arasında en fazla kafa yoran ise Çin Devriminin lideri Mao Zedung’tur. Gerek iktidar öncesinde halk savaşı döneminde gerekse iktidar sonrası sosyalist inşa döneminde toplumun ve insanın dönüşümü konusunda çok değerli pratikler yaşanmış ve farklı bir modernite yolu uygulanmaya çalışılmıştır. Kültür Devrimi, yozlaşmış komünist parti yönetimine karşı yeniden en alttakinin devrimci potansiyeline başvurma pratiğidir. Elbette aşırılıklar yaşanmıştır ama burada önemli olan toplumsal dönüşümde hangi dinamiklerin öncü rolü oynayacağı meselesidir. Kültür Devrimine bugünkü ÇKP ve ÇHC yönetimi de sahip çıkmıyor ve eleştiriyor. Anlaşılabilir. İlerlemeciler ile kurtuluşçular arasındaki çelişmedir bu. “İlerlemek” gerektiğinde değil belki ama “kurtulmak” gerektiğinde yeniden anımsanacaktır Kültür Devrimi ve elbette halk savaşı pratikleri.

***

Sonuç olarak, öncüler (yöneticiler) tarafından tespit edilmiş “olması gerekenlerin” dayatılması, toplumların dönüşümü için yeterli olmuyor. Dönüştüğü sanılıyor ama öyle olmadığı kritik dönemeçlerde ortaya çıkıyor. Biyolojik evrimin dinamikleri ve mekanizmaları konusunda ciddi bir bilgi birikimine sahibiz. Ama kültürel (toplumsal) evrimin dinamikleri, mekanizmaları ve araçları konusunda henüz yolun başında sayılırız. Toplumsal evrimin yukardan aşağıya mekanizmaları ve araçları konusunda büyük bir birikime sahip insanlık (devlet, ordu, din, bilim, teknoloji, felsefe, demokrasi, hukuk, parti, örgüt vb.). Ama bu birikimin aşağıdan yukarıya yönelik mekanizmaları ve araçları ile tamamlanması noktasında henüz çok ilkel. Dolayısıyla yönetilenlerin, ezilenlerin, sömürülenlerin nesne konumundan çıkıp özne konumuna yükselmesi noktasında ancak bir arpa boyu yol gidilebildiğini teslim etmek gerek. Bu durum geri dönüşlerin, kitlelerin “geriliğine” yaslanan politik odakların fırsatlar bulmasının da toplumsal zeminini oluşturuyor.

Devrimci öncü, kitleler içindeki cevheri hissetmek, keşfetmek, hemhal olmak, damıtmak ve ona yaslanmak zorunda. Yoksa öncünün devrimciliğinin otokratlığa dönüşmesi ve yozlaşması işten bile değildir. İktidardaysa büyük otokrat, değilse kendi çaplarında küçük küçük otokratlar…

Öncü, kendisini ne kadar gereksiz kılarsa o kadar öncüdür. Böyle bir noktaya ulaşmanın ne kadar uzağında olduğumuzun bilincindeyim elbette. Ama yönelimimiz ve perspektifimiz bu olmalı.

Toplumların aşağıdan yukarıya dönüşümünün mekanizmalarını ve araçlarını keşfetmek ve geliştirmek, insanlığın önündeki temel iki sorunsaldan biri. Diğeri de insan-doğa ilişkisine yaklaşım meselesi. Yeni bir modernite ve sosyalizm atılımı, bu iki konuda yeni pratikler ve perspektifler geliştirerek oluşacak.

Öncü, kitleler karşısında; insanlık, doğa karşısında biraz daha mütevazı olmalı.