50 soruda dizisinin sekizinci kitabı, 50 Soruda Arkeoloji yayımlandı. Yazar İÜ Arkeoloji Bölümü Prehistorya Anabilim Dalı Eski Başkanı ve Türkiye Bilimler Akademisi Konsey Üyesi Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, kitabın toplumdaki yanlış ve çarpık arkeoloji algısını düzeltmeye hizmet edecek bir eser olmasını umut ettiğini belirtiyor.
Toplumdaki çarpık arkeoloji algısının bir bölümü, arkeolojinin turizmin vazgeçilmez bir öğesi olmasından kaynaklanıyor. Bu durum, toplumda arkeolojinin anıtsal ve görkemli yapılar ile değerli madenlerden yapılmış kimi nesnelerden ibaret olduğu şeklinde bir önyargıya yol açarken, insanlığın yüz binlerce yıla yayılan gelişim süreci içinde, görkemli kalıntıları bırakan kültürlerin var olduğu dönemin yalnızca birkaç binyılla sınırlı olduğu bilgisini es geçiyor. “Oysa günümüz uygarlığının oluşumunu hazırlayan kültürel süreç, görkemli kalıntılar ve güzel buluntulara bağlı değildir. Atalarımız, alet yapmaya başladığı 2 milyon yıl öncesinden bu yana becerilerini, düşünce sistemini, toplumsal örgütlenmesini, beslenmesini, teknolojisini, yaşamını sürekli olarak değiştirmiştir. En görkemli anıtların yapıldığı dönemlerde bile, o dönemin teknolojisi ve toplumun kalabalık kesiminin izleri, hiç de görkemli olmayan kalıntılardan, arkeolojik dolgulardan öğrenilebilmektedir” diyor Özdoğan.
Başka bir yanlış algı da, senaryoları “arkeoloji” temelli, bol bol macera, gerilim ve gizem unsurları içeren filmler ve belgesellerden kaynaklanıyor. Bu popüler ürünler, arkeoloğun toplum gözünde, değerli bir nesneyi bulmak için ıssız coğrafyalarda dolaşan, bunu ele geçirmeye çalışan kötülere karşı duran bir maceraperest gibi algılanmasına yol açıyor.
Bu nedenle Prof. Dr. Mehmet Özdoğan kitabın temel izleğini, arkeolojinin ne olduğu kadar, ne olmadığı, bir bilim alanı olarak nasıl geliştiği ve düşünce sistemimize neleri, nasıl kazandırdığının anlatımı olarak belirlemiş. Arkeolojiyle uzaktan olduğu kadar, yakından ve içerden ilgilenen okurların da ilgisini çekeceğini sandığımız 50 Soruda Arkeoloji’nin kapsamı ve yazılış süreci hakkında, yazarı Özdoğan ile konuştuk, sunuyoruz.
“Dünyanın 220 ülkesinin her birinde önemli arkeolojik kazılar var”
Kuşkusuz bir kitabın ana çerçevesi, metin üzerinde çalışmaya başlayan yazarın kafasında iyi kötü belirmiştir. Ama kitabın çerçevesinin biraz da yazılış sürecinde tamamlanacağını söylemek yanlış olmaz. Bu bağlamda, 50 Soruda kitapları, 50 soruyu belirleme gereğiyle, yazarı kitap üzerinde çalışmasının başından itibaren kapsamı ve kurgu hattını büyük oranda saptama zorunluluğuna sokuyor diyebiliriz. Siz 50 Soruda Arkeoloji kitabının kapsamını nasıl belirlediniz?
Bu kitabı hazırlamam önerildiğinde kafamda oluşan ilk kurgu, arkeolojiyi farklı yönleriyle yansıtmaya yönelik çok daha kapsamlı bir kurguydu. Kitabın her şeyden önce arkeolojinin ülkemize, aydınlarımıza yansımamış yüzünü aktarmak için bir olanak sağlayacağını umuyordum. İki ana girdiyi kapsamlı olarak yansıtmayı öngörmüştüm. Bunların biri dünya arkeolojisini, farklı coğrafyalarda gelişen kültürleri tanıtmaktı. Kitapta da ısrarla vurguladığımız gibi, Türk arkeolojisi ve toplumumuzun arkeolojiye bakışı genellikle ülkemizin üzerinde bulunduğu topraklarla sınırlıdır. Bunun dışında Mezopotamya, Mısır ve daha ender olarak Orta Amerika’nın Maya, İnka ve Aztek gibi görkemli kültürleri de zaman zaman ve yanlış bir şekilde gündeme gelmiştir. Birçok aydın kişi ve hatta arkeolojiyle uğraşanların bir bölümünde de, dünyanın başka yerlerinde hiçbir kültürün gelişmemiş olduğu kanısının hâkim olduğu görülür. Örneğin Avrupa, İskandinavya, Sibirya ya da Avustralya arkeolojisinden söz ettiğimizde aldığımız yanıt, genelde “Oralarda arkeolojik kalıntı mı var?” şeklinde olmuştur. Oysa dünyada, Sibirya’dan Orta Afrika çöllerine, Alp Dağları’ndan Güneydoğu Asya adalarına kadar, insanın son 40 binyıl içinde bulunmadığı hiçbir coğrafya yoktur; birçok bölgede insanın varlığı milyonlu yıllara kadar iner. İnsanlar her dönemde, her yerde, farklı kültürler geliştirmiş ve günümüze kadar gelen izler bırakmıştır. Bu kültürlerin çok azı, Mısır piramitleri gibi görkemli anıtlar yapmıştır. Ancak tümü uygarlığın bir parçasıdır; insanı, bulunduğu doğal çevre ortamı, teknolojisiyle yansıtan arkeolojik kalıntılardır. Uygarlık tarihi açısından hiçbiri bir diğerinden daha önemsiz değildir. Nitekim dünya arkeolojisiyle ilgili çıkan yayınlara, bilimsel ya da popüler dergilere, düzenlenen sempozyumların sunuşlarına bakıldığında, dünyada bugün var olan 220 ülkenin her birinde yapılan arkeolojik çalışmaların Anadolu ya da Mısır’da olduğu kadar yoğun ve ilginç sonuçlar getirdiği görülecektir.
Başta da belirttiğim gibi, 50 Soruda Arkeoloji’de dünya arkeolojisini belirli bir ölçüde yansıtabileceğimizi öngörmüştük; böylelikle toplumumuzun düşünce sisteminde yeni bir pencere açabileceğimizi, dünyaya ve insana farklı bir bakış açısı geliştirebileceğimizi düşünmüştük. Bunu yeterince gerçekleştiremedik. Kitapta ele aldığımız ve daha öncelikli olduğunu düşündüğümüz konular, dünya arkeolojisine istediğimiz ölçüde yer vermemize olanak bırakmadı.
“Eksik bıraktığımız arkeolojik başlıklar, 50 soruda dizisine girmeli”
Kitapta eksik gördüğüm ikinci bir konu da, günümüzde arkeolojinin, diğer toplum bilimleri, doğa ve yaşam bilimleriyle olan, artık ayrılmaz bir parçası durumuna gelmiş olan ilişkisinin, bu alanlarla ortak olarak geliştirilen arkeometri, çevresel arkeoloji, fiziki antropoloji gibi alanların ve bunlarla bütünleştirilmiş olarak gelişen yöntemlerin yeterince tanıtılamamış olmasıdır. Kitapta ancak bunların bazılarını, yöntemlerin adlarını ve en yaygın olarak kullanılanların ne anlama geldiğini yansıtmaya çalıştık. Bu alanlar her yıl hızla gelişmekte, çoğalmakta ve arkeolojiyi kuru tanımsallıktan kurtararak, insanı, yaşadığı doğal çevre ortamı, biyolojik özellikleriyle birlikte daha kapsamlı olarak anlamamızı sağlamaktadır. Bu konular, “50 Soruda Arkeometri ve Çevresel Arkeoloji” adı altında bir kitapta toplanacak kadar kapsamlı bir alan haline gelmiştir.
Belki bir konu daha açık bir şekilde vurgulanabilirdi; toplumumuzun geçmişe bakış açısında arkeoloji ile sanat tarihi sanki farklı dönemleri temsil ediyormuş gibi ayrı kümelenmiştir. Örneğin Çin ya da Hint kültüründen söz edilince, bunlar arkeoloji olarak değil, sanat tarihi olarak algılanmaktadır. Benzer bir durum da Selçuklu, Osmanlı dönemleri için söz konusudur. Günümüzde Çin ve Hint arkeolojisindeki hızlı gelişmeyi bir kenara bıraksak bile, örneğin Osmanlı arkeolojisinin dünyada Osmanlı sanatı kadar kapsamlı bir alan olarak geliştiğini görürüz ve üzücü olan, Osmanlı dönemi arkeolojik kazılarının ülkemizde değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun bugün sınırlarımızın dışında kalmış olan bölgelerinde yoğun olarak sürdürüldüğü gerçeğidir. Bu kitabı hazırlarken, sanat tarihi ile arkeoloji arasındaki ayrımı, Ortaçağ ve Yakınçağ için arkeolojinin taşıdığı önemi daha açık bir şekilde vurgulamayı öngörmüştük. Bu da kitaba yeterince yansımadı. Umarım ki ileride bu dizide, Ortaçağ ve Yakınçağ arkeolojisiyle ilgili başka bir yayın yer alır.
Arkeoloji bir nesneler kataloğu değildir, aydınlanmanın parçasıdır
Tekrar esas sorunuza dönecek olursak, ilk düşündüğümüz kurgu, kuşkusuz sonuçta vardığımız noktadan çok daha kapsamlı, farklı konuları içeren bir çeşitlemeye sahipti. Soruları kâğıt üzerine aktarıp belirli ana başlıklar altında kümeleyince, kitabın kapsamında düşündüğümüz ilk kurguya göre belirli bir sınırlama yapmanın daha doğru bir yaklaşım olacağı ortaya çıktı. Bu aşamada belirli kararları vermemiz gerekmiştir; arkeolojiyle ilgili hangi konuları ele alırsak bu, toplumumuzun doğru bir bakış açısını geliştirmesine katkı yapacaktır? Bu bağlamda seçimimiz, arkeolojinin nesnelerin kataloğu değil, bir düşünce sistemi olduğunu, geçmişe zaman derinliği kazandıran diğer bilim alanlarıyla birlikte, çağdaş bakış açısının temel taşlarından biri olduğunu vurgulayabileceğimiz bir kapsam çizmek olmuştur. Bu konu toplumumuza oldukça yabancıdır; evrim sözcüğü, aydınlarımızın anlatımlarında bile, düşünsel temelden yoksun, yalnızca biyolojiye bağlı bir olguyu işaret etmektedir. Bu nedenle ele aldığımız ana başlıklar üzerinde olabildiğince ayrıntılı olarak durmayı, çok farklı konuları yüzeysel olarak ele almaya yeğledik.
Genel kapsamı, toplumun arkeolojiye doğru bir bakış açısı geliştirmesine katkıda bulunmak kaygısıyla belirlediğinizi söylüyorsunuz. Peki somut olarak 50 soruyu seçerken, bu ölçü ne oranda devreye girdi?
50 soruyu seçmenin kolay olmadığını vurgulamak gerekir. Her bir soruyu oluştururken iki ana konuda karar vermek gerekmiştir. Bunların biri, yukarıda değindiğimiz gibi, sorunun kitabın genel çizgisi ve amacımızla bağlantılı olup olmadığı, ikincisi ise bu soruyu yanıtlayabilecek bilgi birikimine benim sahip olup olmadığımdır. Bir arkeolog olarak kuşkusuz birçok konuda genel bir bilgi birikimini mesleki yaşamım içinde edinmişimdir. Ancak bir konuyu bilmekle yazmak ve hele konunun uzmanı olmayanların anlayabileceği şekilde yazmak arasında çok ciddi bir fark vardır. Kitapta olmasını öngördüğüm, daha doğrusu olsa iyi olacak birçok soruyu, gereği gibi yansıtamayacağım ya da yazabilmek için “ders çalışmam” gerekeceği gerçeği, beni bu tür soruları kitabın dışında bırakmaya yönlendirmiştir. Bu da sanıyorum, uzmana yönelik olmayan bir yayına girişen her bilim insanı için geçerli bir durumdur. Belki de daha doğru olan, bu tip bir yayının farklı uzmanlar tarafından konuların paylaşılarak yazılması olurdu. Sonuç olarak kitabın akışı, benim kişisel bakış açım, bilgi birikimimle bağlantılı olarak oluşmuştur. Aynı kitabı başka bir meslektaşım ele alsaydı, eminim çok daha farklı sorular, farklı açılımlar getirebilirdi.
“Doğru bir düşünce sistemi için, zaman boyutunu kavramak önemli”
Kitapta sıklıkla vurguladığınız, burada da söz ettiğiniz bir şey var: Geçmişin zaman boyutu kazanması. İnsanlığın kültürel algısında zaman boyutunun oluşması, inanç kaynaklı dogmalarla çatışmayla, dolayısıyla zorlu-sancılı bir süreçle mümkün olmuş. Bundan biraz söz eder misiniz? Zaman boyutu arkeolojiyle neden bu kadar ilgili?
Arkeolojinin çağdaş düşünce sistemine kazandırdığı en önemli yaklaşım geçmişe bir zaman derinliği kazandırmış olmasıdır. Geleneksel bakış açısı, kanıtlanması gerekli olmayan, inanılan yassı bir geçmişe dayanır. Bütün geleneksel topluluklar için böyledir, zamanın derinliği yoktur, ölçülemez ve kanıtları aranmaz. Geçmiş yaşanmıştır, bitmiştir; süreci söylenceler, efsaneler tanımlar. Bu nedenle geleneksel bir düşünce sisteminde geçmiş, donmuştur, sığdır ve söylenen tarihler de düşünce sistemini etkilemeyen kalıplar halindedir. Kitapta ısrarla vurguladığımız gibi, geçmişin derinlik kazanması, sürecin kanıtlanabilirliği, konusu dünya ve canlılar olan bütün bilim dallarının ortak çalışmasıyla ortaya çıkan bir kazanımdır. Yerbilimleri dünyanın fiziki olarak oluşumunu, astronomi dünyanın parçası olduğu evrenin gelişimini, zooloji ve botanik gibi alanlar canlılar dünyasının geçirdiği aşamaları bir yapbozun parçaları gibi bir araya getirerek, düşünce sistemimizi zenginleştirmiştir. Arkeoloji de bu bağlamda düşünce sistemine insanı, insanın oluşturduğu kültürü ve bu kültürün çevresi, doğal çevre ortamıyla olan ilişkisini kazandırmıştır. Bugün okullarda Hititlerin günümüzden 4000, Sümerlerin 5000 yıl öncesinde yaşadığı söylenmektedir, bu takvim yaşına bağlı bir anlatımdır. Ancak bu tür bir anlatımın geleneksel bir toplumda düşünsel algılamaya zaman boyutunu kazandırmakta yetersiz kaldığı da açıktır.
Ben bir tarihöncesi arkeoloğuyum; çalıştığım yerlerin en yakın tarihlisi günümüzden 7-8 binyıl öncesine aittir. Kazımızı gezmeye gelen en aydın kişiye bile bir bulguyu göstererek, bunun 7000 yıl öncesine ait olduğunu söylediğimizde, bunun onun algısında soyut bir sayı olarak kaldığını açık olarak gözlemekteyiz. Kazının yanındaki bir yapı için bu da 120 yıllık dediğimizde; gelen kişi, 120 yıl çok daha bildik geldiğinden olacak, daha fazla etkilenmekte ve 7000 yıl için göstermediği heyecanı 120 yıl ölçeğinde gösterebilmektedir. Bu toplumun düşünce sisteminde geçmişin halen sığ ve yassı olarak algılandığını, zamanla ilgili olarak verilen uzak tarihlerin basit bir sayı olarak kalıp, anlam kazanmadığını göstermektedir. Buna karşılık zamanın derinliği düşünce sistemine yerleşmiş ülkelerden gelen herhangi birinde, söylediğimiz binli tarihlerin ne kadar büyük bir heyecan yarattığını, o döneme ait bir nesneyi ellerinde tutmaktan ne kadar etkilendiklerini çoğu kez gözlemlemişizdir.
Bu konuyla ilgili çarpıcı örnekleri İstanbul kenti bağlamında, İstanbul’un tarihöncesi kültürlerini çalışan bir arkeolog olarak son 40 yıldır üzülerek gözlemlemekteyim. 1986 yılında Yarımburgaz Mağarası kazısında beklenmedik bir şekilde günümüzden 600 ila 300 binyıl öncesine ait Orta Pleistosen dönemi tabakalarına ulaştığımızda, bu çalışmayı bir basın bülteniyle duyurmak istedik. Ne gelen muhabirler, ne de bunu yansıttığımız kurumlar için bu yüz binli sayıların hiçbir anlam taşımadığını açık bir biçimde görmüştük. Oysa ki Yarımburgaz Mağarası’ndaki bu tabaka, Türkiye’de o yıllara kadar bulunmuş, insanın varlığını gösteren en eski dolguydu. Kazıyı bitirdikten sonra, Yarımburgaz kazısı Batı basınında o yılın en önemli arkeolojik bulgusu olarak manşetlerde yer alınca, basınımız birden heyecanlandı. Bitmiş olan kazıyla ilgili bilgileri, bizim yaptığımız basın duyurularından alarak değil, Batı basınından aktararak verdi; ancak çok kısa bir süre içinde bu bilgiyi unuttu ve İstanbul’un geçmişi, yine dağarcıklarda “körler ülkesi”nin karşısında Megaralıların kurduğu koloni söylencesinin işaret ettiği, daha kolay algılanabilir 2700 yıl öncesine geri döndü. Ne daha sonra İstanbul Pendik’te yaptığımız kazılar, ne Fikirtepe bulguları bu tarihi geri çekemedi. Her nasılsa Yenikapı’da ortaya çıkan bir iskelet, ki bu 1952 yılından bu yana bildiğimiz Kadıköy-Fikirtepe dönemine aittir, İstanbullunun bilincinde kentin geçmişinin 6000 yıl daha geri taşınmasını sağladı. Gene de geçmişi yüz binli yıllarla ölçülen Küçükçekmece’deki Yarımburgaz Mağarası bu algılama sistemine, fazla büyük bir sayı olduğundan aktarılamadı.
Burada vurgulamak istediğim, geçmişin derinliği algısının sayılar üzerinden oluşmadığı; zamanın derinliğini gerçekten algılayabilmenin bakış açımız, düşünce sistemimiz, kimliğimiz üzerinde belirleyici olduğudur. Aksi takdirde arkeoloji de, tarih de, sanat tarihi de, antropoloji de, ezberlenip unutulacak kuru bir bilgiden öteye geçemez. Bu şekilde alındığında da, zaten bu konularla uğraşmaya değmez. Bu algılamanın bir diğer sonucu da, geçmişin “kanıtlanabilir”liğidir. Her bir arkeolojik bulgu, bakış açısının sağlam bir yere oturmasını sağlayan bir kanıt, bir belgedir. Bu nedenle özenle korunması gerekir. Bu bir çanak çömleğin kırığı bile olsa, geçmişi kanıtlayan farklı bir değer yüklenmiştir. Bir düşünce sistemi içinde bakılmadığı takdirde, arkeolojik bir dolgu içindeki çanak çömlek parçası, evde bulaşık yıkarken kırılan kabın parçasından farklı bir anlam taşımaz. Yassı geçmişe sahip olan düşünce sisteminde, söz konusu parçanın değer kazanması ancak altın gibi değerli bir maddeden yapıldığı durumlar için geçerlidir. Bu nedenle 50 Soruda Arkeoloji kitabının ana eksenini zamanının derinliği, bunun algılanması, kimliğimize yansıması ve kanıtlanabilirliği üzerine oturttuk.