Söyleşilerin ne zaman ilgimi çekmeye başladığından emin değilim. Lise yıllarımda Aziz Nesin’in röportajlarından derlenen İnsanlar Konuşa Konuşa isimli kitaba hevesle başlayıp, bir yerden sonra sıkılarak tamamlamaya çalıştığımı anımsıyorum. Sıkılmamın sebebi Aziz Nesin değildi. Toplumun devlet eliyle yobazlaştırıldığı yıllarda, rüzgâra karşı koyabilmek adına tanrıtanımazlığını yüksek sesle dile getirmek zorunluluğunu hissetmiş bir aydına gazeteciler tarafından sürekli benzer soruların yöneltilmiş olmasıydı. Bugün tekrar baksam, Aziz Nesin’le sohbet fırsatı yakalamış olanların onu ateistliğiyle, komünistliğiyle sınırlayarakbu kadar az “konuşturmayı” başarabilmelerinden sıkıntı yerine üzüntü duyacağımı tahmin ediyorum.
Bir kitap boyu süren söyleşilerle ise Uğur Mumcu sayesinde tanıştım. Cumhuriyet için hazırladığı röportaj dizisinden kotarılan Aybar ile Söyleşi kitabını merakla, yer yer Mehmet Ali Aybar’ın entelektüel donanımının yanı sıra mantığına ve tartışma üslubuna da hayran kalarak okumuştum. “Tek parti” ve “ikinci parti” dönemlerinde muhalif bir aydın olarak öne çıkmış, 1965 seçimlerinde 14 milletvekiliyle meclise giren Türkiye İşçi Partisi’ne başkanlık yapmış bir düşünür ve siyaset adamının karşısında Uğur Mumcu’nun oturduğunu ve fikir dozunu hep yüksek tutmaya çalıştığını da gözden kaçırmamalı elbette. Meraklı okurlar aynı dönemlere ve benzer meselelere bir başka yakın bakış için, yine Mumcu’nun Behice Boran’la söyleştiği Bir Uzun Yürüyüş’le devam edebilirler. Ben öyle yapmıştım.
Yine de sözden aktarılma yazıya pek değer vermedim uzun süre. Salt akılda kalanlara dayalı anlatıların objektif olamayacağını düşünürdüm. Mühendislik öğrencisi olduğumdan -dir’le, -dır’la bitmeyen cümleler pek güven vermiyor muydu acaba? Derken bir kitap fuarında liseli, üniversiteli öğrencilerin elinde gözlüklü bir gencin kapağında muzipçe gülümsediği başka bir kitap çarptı gözüme: Türk Aynştaynı. Kendine has öfkesi, ölçülü argosu ve esprili üslubuyla Oktay Sinanoğlu yaklaşık 500 sayfa boyunca yaşadığı, yaptığı, düşündüğü, kısacası temas ettiği her şey hakkında konuşmuştu. Kitabın alabildiğine şahsi içeriği kadar, ortaya çıkarılma süreci de enteresan görünüyordu. Söyleşileri gerçekleştiren Emine Çaykara aylarca süren sohbetlerden süzerek, süzdüğü malzemeyi kesip biçerek, fazlalıklarını atarak, eksiklerini tamamlayarak, anlatıcıyla birlikte fakat yalnızca anlatıcıya mal edilemeyecek başka bir eser yaratmış oluyordu. Bu yeni tarzın başka örnekleri de gecikmedi. Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Ahmet Celâl Şengör, Muazzez İlmiye Çığ, Türkan Saylan, Aydın Boysan, Doğan Hasol, Güngör Uras ve meslekleri veya uğraşlarıyla “önde gelen” çok sayıda ismin ardı sıra yayımlanan nehir söyleşileriyle devam etti İş Bankası Kültür Yayınları’nın dizisi.
Sonraları başka yayınevlerinin de sahaya inmeleri mayanın tuttuğunu gösteriyor. Yapı Kredi Yayınları’nın Sencer Divitçioğlu ve Doğan Tekeli kitapları sayılabilir ilk etapta. Geçtiğimiz aylarda Ayizi Kitap’tan Sevin Okyay’ın nehir söyleşisi Hakikaten basıldı. Başka bazı yayınevleri meşhur müteşebbisleri de konuşturuyor benzer kitaplarda. Neden okunuyorlar? Belki “başarmış” görünen insanların hayatlarında, anlattıklarında bize de yol gösterecek ipuçları arıyoruz. Belki de dedikodu merakıyla peşine düşüyoruz bu hayatların. Genellemeleri kışkırtan yanları olsa da, her okurun eline aldığı kitapla özgün bir ilişki kurduğu varsayımımı fazla hırpalamak istemem. Açıkçası aynı soruyu kendime yönelttiğimde, çoğu zaman olduğu gibi “merak işte” demekten daha ciddi ve inandırıcı bir cevap bulamıyorum. Öte yandan çok okumadığım halde, çabuk sıkıldım bu kitapların genel havasından. Okunma, kullanılma, sunulma biçimlerinden de sıkıldım galiba. Sanki artık kişisel gelişim seminerlerinin yardımcı okumalarıymış gibi özendirildiklerini düşünüyorum. Nehir söyleşilerde yaşantının, özel hayatın “gereğinden fazla” demek istemesem de en azından benim merak ettiğimden çok yer kaplamaya başladığını görmek yavaş yavaş köreltti merakımı.
Her ne kadar yaşantılardan, kıssadan hisselerden sıkılmış olsam da, fikirlere odaklı uzun söyleşilerden vazgeçebileceğimi sanmıyorum. Hatta daha dikkatli seçmeme rağmen okuduklarım arasında kapladıkları yerin giderek arttığını görüyorum. Bir yandan tanıdığımı sandığım fakat daha da yaklaşmak istediğim, diğer yandan pek az tanıdığım fakat eserlerine girişmeden evvel bir sohbet fırsatı aradığım yazarların söyleşi kitapları hayli sık kesiyor yolumu. Örneğin Hakikatin İzinde başlığıyla yayımlanan Thomas Bernhard’ın söyleşilerini son günlerin bütün vakitsizliğine rağmen ayakta yolculuk yaparken dahi okumaktan kendimi alamıyorum. Keskin zekâsını, öfkesini, amansız gözlemlerini kurgularında yaptığı gibi bireylerin veya toplulukların karşısında da aynı pervasızlıkla sergileyebildiğine tanık oldukça, gerçekten onu biraz daha yakından tanımaya başladığımı hissediyorum. Öncesinde okuduğum kitapsa Isaiah Berlin’le Konuşmalar’dı. Daha evvel hiç okumadığım siyaset felsefecisi Berlin’in düşünce tarihindeki simalardan, Vico’dan, Machiavelli’den, aydınlanmacılardan, Rus düşünürlerinden yakın tanıdıklarıymış gibi bahsederken aynı zamanda soğukkanlı eleştirelliğini de sürdürebilmesinden etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Tarihe yön vermiş fikirleri ve onların sahiplerini hep karşıtlarıyla birlikte ele alıp değerlendirme gayreti dikkat çekici. Eleştiriden bu kadar verimli biçimde istifade edebilecek kadar dinlemeyi öğrenmiş bir düşünürle karşılaşmayalı uzun zaman olmuştu. Ne kadar merak etsem de andığı kitapları ve kendisinin yazdıklarını okumak için acele etmiyorum şimdilik. Bernhard’a kulak vermişken dikkatimin dağılmasını istemem.