Bir yazarı tanımak nasıl mümkün olabilir? Tüm yazdıklarını okumakla mı? Hayat hikâyesini ve yapıtıyla ilişkisini ayrıntılarıyla bilmekle mi? Tanımak anlamayı kapsar mı? Anlamak için saydıklarım yeter mi? Sanmıyorum. Bir yaşamı anlamak için onu yaşamış olmak bile yetmez. Eğer öyle olsaydı en azından kendimizi tanımamız, bilmemiz gerekirdi. Bilsek bizi bize anlatmaları için başkalarına bu kadar sık başvurmaz, kendimizi başkalarının hikâyelerinde aramazdık.
Hiç okumadığım halde sık duyduğum, neredeyse her köşe başında ismiyle karşıma dikilen bir yazar. Onunla ilgili tavsiyeler alıyorum. Okuduklarımda, dinlediklerimde ona atıflarla karşılaşıyorum. Benim için bir hayalet. Onu tanımak istiyorum. Bir okur olarak tanımam gerektiğini düşünüyorum. Daha evvel neden okumamışım ki? Belki kulaktan dolma bilgilerle bende oluşan kanaate göre seçtiği konular pek ilgimi çekmemiş. Ondan övgüyle bahseden bazı isimleri hafife almışım. Belki bir yerde rastladığım sözü itici gelmiş. Kitap eklerinden birinin kapağındaki fotoğrafını samimiyetsiz bulmuşum. Kimse böyle tek sözle, tek izlenimle, başkasının yargısıyla kolayca harcanmamalı elbet.
Onu tanımaya nereden, nasıl başlamalıyım? Üstelik yazarlığının çerçevesi geniş. Aynı zamanda şair, denemeci, eleştirmen, düşünür, hatip, kısmen akademisyen. Tam anlamıyla kuşatılması imkânsız. Daha kestirme bir yol bulmalıyım. Yaklaşırken doğru parçaları nasıl seçeceğim? Parçaların bütünü ancak kaçınılamaz bir hata payıyla temsil edebileceğinin de farkındayım. Önüme sürülen her yazarın nasıl olduğuna hükmetmek için bütün yazdıklarını baştan sona sıraya koyup okuyamam ki. Vaktim, enerjim, dahası ömrüm sınırlıysa seçmek, seçerken vazgeçmek zorundayım.
İlk aklıma gelen, gelişigüzel bir yerinden başlayabileceğim. Hayat zaten doğanın kurduğu olasılıklar ve zorunluluklar arasında salınan bir sarkaç gibi çalışıyorsa talihe güvenmemek için ciddi gerekçem yok. Hoşuma giderse açılırım diğer eserlerine doğru. Ya gitmezse? Toleransımın sınırı ne olacak? Kısa sürede okurum, geçerim diyerek şiirleriyle mi başlasam önce? İyi fikir değil. Şiir tükenmez. Okurken bende hiç iz bırakmadığını sandığım, okuduğumun farkına bile varmadığım şiir parçaları her gün karşılaştığım farklı olaylar, tanıdığım insanlar sayesinde aklıma düşmüyor mu? Şiirden başlamamalı. Bir romanı, bazı öyküleri desem, “hangisinden” sorusuyla başbaşa kalacağım yine. Bir kurguyu sevmeme, dahası ilk karşılaşmada anlamama ihtimalimin gerçekleşmesi için pek çok neden olabilir. Konu ilgimi çekmeyebilir, bilgiçlik taslayan bir okur olarak toplumsal, tarihsel çerçevenin tasvirini yanlış veya eksik bulabilirim, karakterlerle yakınlık kuramayabilirim, yüzeysel olduğunu düşünebilirim. Bu kararsızlıkla rastgele olta atmak kolay değil.
İkinci bir yol olarak biyografisini, üzerine yazılmış değerlendirmeleri okuyabilirim. Hani şu “hayatı ve eserleri” alt başlığı ile her türlü tiye alınmayı hak ettiğini düşündüğüm kitaplardan biriyle başlayabilirim belki. En azından ana hatlarıyla ve dönüm noktalarıyla birlikte hayatına yakından bakmış, yapıtını da o ömrün içinden nasıl dokuduğunu anlamış olurum, diyeceğim ama onları da beğenmem zor. Kimini kuru ve ansiklopedik bulurum; akademik bir çalışmanın çıktısı olabileceği şüphesi uyanır içimde. Kiminin de hayranlığın getirdiği abartılı duygusallıktan arındırılamamış olduğunu düşünürüm. Her biyografi Henri Troyat, Asım Bezirci, Yıldız Ecevit veya Stefan Zweig gibi birinin elinden çıkmıyor ne de olsa. Biyografiyi yazan kişi hakkında yazdığı kişiyi değerlendirebilecek donanımdan yoksun oluyor bazen. Yazarın yaşamını ve çevresini yakından tanıyamamış, gördüğü memleketleri görmemiş, okuduğu, konuştuğu, yazdığı dilleri bilmemiş olabiliyor.
Varsa nehir söyleşisine, yoksa uzun röportajlarına bakabilirim. Parlak bir üslupçuyu önce kendisinden dinlemek iyi olabilir. Çocukluğundan itibaren anlatsın kendisini bugüne getiren yolu. Yaşadığı her şeyin nasıl da onu bugün olduğu yer için hazırladığını… İnsan kendisinden bahsederken ne kadar açık olabilir? Çok sayıda nehir söyleşi okudum. Çoğunda küçük muziplikler dışında konuşmacının kendisi için çizmeye çalıştığı manzaraya uymayan, gerçekten samimi bir itirafla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Yalan söylendiğini düşünmek istemem. Bence konuşmacının kendi yaşamını algılama biçimiyle ilişkili daha çok. Günlüklerine baksak tam tersi bir görüntüyle de karşılaşmamız olası. İçeride acımadan yargılamaya çalıştığı görüntü ile dışarıya sunduğu bambaşkadır belki. Her ikisinin de objektif olamayacağını düşünüyorum. Sanırım doğru yol için kusursuz bir reçete yazmak mümkün değil.
Sonuçta, en kestirme yol en iyi bildiğim yoldur, diyeceksem sanırım yine denemelerinden, değinmelerinden, fikir yazılarından başlarım bir yazara yaklaşmaya. Kişi ne kurguda, ne şiirde, ne söyleşide kolay ele veriyor kendini. Kime yakından baksam, neşesini, hüznünü, öfkesini, hırsını denemelerinde daha kolay yansıtabildiğini gördüm. Özellikle de kişisel saymadığı meselelerden, bir olaydan, bir mekândan, başka bir yazardan veya metinden bahsederken. Oğuz Atay’ı Günlük’te, Orhan Pamuk’u Öteki Renkler’de, Kemal Tahir’i Defterler’de, Leylâ Erbil’i Zihin Kuşları’nda, Adalet Ağaoğlu’nu Karşılaşmalar’da daha iyi anladığımı düşünüyorsam, denemeye diğer türlere göre biraz olsun öncelik tanımaya hakkım yok mu?