Ana Sayfa Dergi Sayıları 201. Sayı Atatürk’e felsefeyle bakmak…

Atatürk’e felsefeyle bakmak…

928
0

Felsefe, doğası gereği düşüncelere, söylemlere ve eylemlere yönelir.  Onların neliğini, diğer bir deyişle özgül ayrımlarını bulup ortaya koymaya çalışır. Düşünce nesnesine yönelişi, mantıksal ve çözümseldir. Mantıksaldır; kullanılan argümanların tutarlılığı ya da tutarsızlığını görmek ve göstermek ister. Çözümseldir;  bütünün parçalarını ve ilişkilerini, dayandığı temel unsurları gün ışığına çıkartmayı erekler.
Felsefenin, söz konusu ettiğim kendi özgüllüğü içinde, felsefi bir yöntemle Atatürk’e bakılırsa ne görülür? Soruyu şöyle de sorabiliriz:  Atatürk’ü Atatürk yapan, onun özgül ayrımını imleyen düşünceleri, söylemleri ve eylemleri nelerdir?
Kuşkusuz Atatürk bir teorisyen, bildik anlamda bir filozof değildir. Kimi büyük insanlar söylem üretir, kimileri ise eylem üretir. Her eylem teorik bir zemine dayanır, ancak eylem adamları, teorilerini, kuramsal bir dizge haline getirmezler çoğu kez. Sadece eylemde bulunurlar ve eylemleriyle de pek çok şeyi değiştirirler. İşte Atatürk bu ikinci sınıfa giriyor. Yani, teorisyenden çok bir eylemci.
Şu halde Atatürk’ü Atatürk yapan şey, bu eylemci kişiliğinde billurlaşır.
Onun iki temel eylemi vardır: Birincisi Kurtuluş Savaşı; diğeri ise Cumhuriyet’tir.
Kurtuluş Savaşı, kapitalist 1. Büyük Paylaşım Savaşı sonucu emperyalistlerce bölüşülen Osmanlı mirasından, anti-emperyalist bir mücadele ile Türklerin yeniden devletleşmesine olanak sağlamıştır. Anadolu’dan atılmak istenen Türk varlığını Anadolu’ya perçinlemiş, Türklerin bağımsızlıkçı karakterini yeniden tüm dünyaya duyurmuştur. Bu haliyle, Samsun’dan Amasya’ya, Amasya’dan Erzurum’a ve Sivas’a, oradan Ankara’ya geçip, Son Osmanlı meclisini toplayarak, umutsuz bir halka önder olmuş, onlarla birlikte büyük bir tarih yazmıştır. Kanımca, kapitalist-emperyalist dünyaya karşı verilen en büyük zaferlerden birisine imza atmıştır.
Cumhuriyet ise, kanımca, zaferi taçlandıran asıl eylemidir. O, sadece Kurtuluş Savaşını kazanmakla kalmamış, eskimiş düzeni değiştirerek, yepyeni bir düzen-devlet kurmuş, temeline ise aydınlanmacı tohumlar yerleştirmiştir. Osmanlı’nın Tanzimat sonrası gelişen düşünce ve eylem birikiminden yararlanmakla birlikte, Tanzimat’tan beri Osmanlıda yan yana olan yeni-eski ikiliğini kaldırmış, Osmanlı döneminde sözü edilen ama yapılamayan pek çok yeniliği, yeni düzen içine taşımayı başarmıştır.

Neleri mi başarmıştır?
Emperyalistlerin maşası haline gelmiş olan saltanat ve hilafeti kaldırmış, halkın afyonuna dönüşen tarikat, tekke ve zaviyeleri kapatmış, eğitimi, devlet düzenini, hukuku laikleştirmiş, kadın erkek eşitliğini sağlamak için adımlar atmış, bir ulus devlet kurmuş, bilimi öncelemiş, laik değerlerle bezenen yeni bir yurttaş tipi var etmeye çalışmıştır. Klasik değişle, ümmetten ulusa, şeri hukuktan laik hukuka, dinsel eğitimden laik eğitime, tebaadan, reayadan yurttaşa,  saltanat ve hilafetten cumhuriyete, din odaklı bir toplumdan seküler topluma geçiş yapmıştır.
Daha çarpıcı bir dille söylersek, kültür ve toplumsal düzen alanında bir tür Kopernik devrimi yapmıştır. Bu devrimler ile bilgi ve değerin kaynağını gökselde arayan anlayışlara son vermiş, bilgi ve değerin kaynağını dünyevileştirmiştir. Kanımca Atatürk’ü Atatürk yapan şey, burada aranmalıdır. O şey, Aydınlanmacılıktır, hümanizmdir, dünyevileşmedir.
Atatürk’ün ilk eylemi, yani Kurtuluş Savaşı, azınlıkta kalan bir kısım hariç, hemen herkesçe takdirle karşılanmıştır. Ancak ikinci eylemi olan Cumhuriyet ve onun dayanağı olduğu anlaşılan Aydınlanmacı felsefe, daha başlangıçtan itibaren eleştiriyle karşılanmıştır. Bu durum onun silah arkadaşlarıyla bile yolunu ayırmasına neden olmuştur.
Eleştiriler, Marksist-sosyalist, İslamcı ve liberallerden gelmiştir ve hâlâ da gelmektedir.
Kimi Marksist-sosyalist kesimler, Atatürk’ü sosyalist bir devrim yapmadığı için eleştirmişler, hatta küçük burjuva devrimcisi diye küçümsemişlerdir. İslamcılar, saltanat ve hilafet ile giyim kuşam, harf vb. alandan yapılan devrimlere ve en önemlisi de laikliğe cephe almışlardır. Liberaller ise, onu toplum mühendisi olarak niteleyip, toplumu üsten inmeci bir biçimde düzenlemek, ulus devlet çatısında farklılıkları eritmekle suçlamışlardır. Bu eleştiriler, Atatürk’ün ölümünün ardından, meyvelerini vermeye başlamış, daha 1950’den itibaren karşı devrim süreci başlamıştır. Soğuk savaş yıllarında, 1960’lı yıllardan sonra, Batı’da Aydınlanma ve modernizme karşı yöneltilen eleştirilerden de beslenen karşı hareket, söylemini gittikçe güçlendirmiştir. Soğuk savaş sonrası, postmodern düşüncelerin etkisi altında, aydınlanma ve modernizme karşı yöneltilen tüm eleştiriler, Batı’dan alınıp aynen Atatürk ve devrimlerine uyarlanmaya çalışılmıştır.
Geldiğimiz noktada, Atatürk’ün inşa etmeye çalıştığı hemen tüm Aydınlanmacı ve modern değerler, altüst edilmeye çalışılmaktadır. Ulus devlet eleştirilmekte, Türklük tartışılmakta, etnik, cinsel, mezhepsel, cemaatsal, cinsel vb. farklılıklar ön plana çıkarılmakta, tarikat ve cemaatler sivil toplum sayılmakta,  laik eğitim ve laik değerler aşağılanmakta, her şey inançsal, yerel, etnik öğelerle yeniden örülmektedir. Atatürk’ü eleştirmek,  onun eserini yerle bir etmeye uğraşmak, pirim getirmekte, aydınlanmacılığa hakaret etmek, revaç bulmaktadır.  Demokrasi, çok-kültürlülük, çoğulculuk, yerellik, etniklik gibi içeriği sığlaştırılmış postmodern kavramlarla, her türden geri ve ötekileştirici değerler var edilmeye çalışılmaktadır.
Bu nereye gider bunu şimdilik kestirmek güç. Ama postmodern süreç hâlâ etkin, moda ve popüler. Doğru ve yanlış olmadığı, her şey göreceleştirildiği için kaos devam ediyor ve bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Umarım Türkiye adına, bu postmodern görecelilikten, bu kaostan, dinsel-inançsal bir mutlakıyet, ya da dinsel bir faşizm çıkmaz.
Evet, tekrar dönersek, Atatürk’ü Atatürk yapan şey, eylemidir; yani Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’tir. Onun özgül ayrımı bunlarda yatmaktadır. Özellikle Atatürk’ün cumhuriyet anlayışının aydınlanmacı, hatta sürekli aydınlanmacı (devrimcilik ilkesi) olduğunu belirtmek, hümanist ve dünyevi karakterine değinmek gerekir. O doğma bırakmadığını söylerken bunu yalın bir biçimde ortaya koyar ve aydınlanmacılığının temelini şöyle özetler:
“Hayatta her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayatta muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.”
Ben kendimi felsefi olarak bir aydınlanmacı, sürekli aydınlanmacı olarak görüyorum ve düşünsel varlığımda Atatürk’e çok şey borçluyum. Umarım, ülkemde benim gibi düşünenler az değildir…