Ender Helvacıoğlu
Bugün Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul gören, benimsenen, tartışılmaz sayılan sadece birkaç unsurdan söz edilebilir: Atatürk sevgisi ve saygısı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet. Toplum sözleşmemiz bu unsurlara indirgenebilir.
Hatta bunlar bile zaman zaman tartışma konusu olabilmektedir. Atatürk’ten nefret edenlere, “keşke Yunan kazansaydı” diyenlere, saltanatı özleyenlere rastlanabiliyor. Ama yine de toplum bazında bu unsurlarda geniş bir mutabakat sağlanabilir. Zaten bu konularda da mutabakat sürmeseydi çoktan dağılıp gitmişti toplumumuz.
Fakat bu tespit, aynı zamanda, toplumu bir arada tutan sözleşmenin ne kadar daraldığını, birlikteliğin pamuk ipliğine bağlı hale geldiğini de gösteriyor.
Olguları tespit edelim.
Birincisi, saydığımız bu unsurlar “kurtuluş dönemine” aittir. “Kuruluş dönemi” ile birlikte tartışmalar başlamış, giderek bu tartışmalar toplumsallaşmış, hatta yasal siyasal hareketlerine de kavuşmuştur.
Cumhuriyet konusunda geniş bir mutabakat olduğu söylenebilir ama cumhuriyetin içeriği ve genç cumhuriyetin gerçekleştirdiği devrimler konusunda bir mutabakat kalmamıştır.
Anayasa’nın değişmez maddelerinden olan ilk madde (“Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir”) tamam. Cumhuriyetin niteliklerini tanımlayan (ve yine değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan) ikinci madde ise şunu söyler: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Bugün bu maddenin yürürlükte olduğunu kim söyleyebilir? Günümüz Türkiye devleti insan haklarına saygılı mıdır, adaletli midir? Demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti midir? Bütün bu nitelikler lafta kalmış ve fiilen ortadan kaldırılmıştır. Sadece -açıkça ve resmen ortaya çıktığı- son 20 yılda değil, en az 80 yıldır bu niteliklere hakkıyla haiz değil Türkiye Cumhuriyeti.
Demek ki, gelinen noktada toplum sözleşmemiz bu maddede belirtilen nitelikleri kapsamıyor. Bu niteliklere açıkça karşı çıkanlar ve bu karşı çıkışlarını pratiğe geçirenler bugün iktidardadır.
Sadece cumhuriyetin nitelikleri değil, cumhuriyetin yönetim biçimi de tartışmalıdır. Yani ulus-devlet konusu. Yine değiştirilemez olduğu belirtilen 3. madde bizzat meclis başkanı tarafından tartışmaya açılmıştır. Ülkenin bir bölgesinde açık ara birinci olan bir partinin sözcüleri, Şeyh Sait ve Seyit Rıza gibi cumhuriyet düşmanı, feodal ve emperyalist işbirlikçisi tarihsel kişilikleri, sırf etnik kimlikleri dolayısıyla, açıkça miras kabul etmektedir. Yani bu noktada da bir toplumsal mutabakat olduğu söylenemez.
Kısacası toplum sözleşmemiz, kurtuluş dönemin unsurlarına kadar gerilemiştir. 100 yıl içinde toplum sözleşmemize çağdaş gelişmelere uygun yeni unsurlar katmak bir yana, var olanları da yitirmiş ve tartışılır kılmış durumdayız.
Bugün Türkiye’de yaşayan halkı bir arada tutacak bir toplum sözleşmesi hemen hemen kalmamıştır. Bu nedenle halk, son çare olarak, 19 Mayıslarda, 29 Ekimlerde, 10 Kasımlarda kurtuluş dönemi simgelerine sığınıyor içgüdüsel olarak.
Öte yandan, mevcut iktidar döneminde, kurtuluş dönemi simgeleriyle -doğal olarak- hiçbir gönül bağı bulunmayan 10-12 milyonluk bir göçmen-sığınmacı kitlesinin ülkemiz demografisine katılmış olduğunu da ekleyelim.
Olgular böyledir.
***
Toplum sözleşmesi tahrip olduğunda “topluluk sözleşmeleri” gündeme girer. Bu, dağılmanın bir göstergesidir. Küçük bir örnek verelim: Narin olayı. Cumhuriyetin “toplum sözleşmesi”, Tavşantepe köyünün ve Güran ailesinin “topluluk sözleşmesi” karşısında aciz kalmıştır ve 8 yaşındaki bir yavrunun yaşam hakkını bile koruyamamaktadır. Hatta günümüz iktidarı, katledilen Narin’i savunacağına, yavruyu katleden aileyi kollamaktadır; büyük olasılık siyasal çıkarlar uğruna. Kutsal aile! Kutsal siyaset!
Narin olayı küçük bir örnek. Aslında bizzat mevcut iktidar topluma kendi “topluluk sözleşmesini” dayatmaktadır. Toplumu “bizden olanlar ve olmayanlar” diye ikiye bölmekte ve bu iki kesime farklı hukuk uygulamaktadır: Yandaşlara her şeyin serbest olduğu “topluluk sözleşmesi”, muhaliflere ise “düşman hukuku”. Sıradan halk ise tarikatların, irili ufaklı mafyaların, çetelerin eline terk edilmiş veya kendi haline bırakılmıştır. “Çürüme” tanımı hafif kalmaktadır, dağılma halidir bu.
Peki, böyle sürer mi? Süremeyeceği kesin. İster istemez, durumu toparlama adına bir “İskender kılıcı / demir yumruk” gelecektir. Şu veya bu şekilde toplum sözleşmesi ihtiyacına yanıt verecek güç odakları ortaya çıkacaktır.
AKP-Erdoğan iktidarı, monarşik-otokratik İslamcı bir rejim ve bir ümmet toplumu hedefiyle bu ihtiyaca yanıt vermeye çalışıyor. Ama gerileyen bir güçtür ve yeni bir toplum sözleşmesi kuracak/dayatacak potansiyeli kalmamıştır. Bu hedef doğrultusundaki dayatmalar, dağılmanın hızlanmasına yol açar ve iç çatışmaları gündeme getirir. Bu toplum 1919-1923 öncesine döndürülemez; yazımızın başında vurguladığımız “asgari toplum sözleşmesi” nedeniyle.
Ama bu, farklı bir otokratik odağın çıkmayacağı anlamına gelmez. Eskiden olsa “tam bir darbe ortamı” derdim. Kim bilir, belki eski o kadar da eskimemiştir.
Elbette bir seçenek daha var: Yeni bir modernite devrimi. Toplumsal dalgayı arkasına alacak demokratik bir emekçi atılımı. Bunun en zayıf ve en ütopik seçenek olduğu söylenebilir. Bence öyle değil. Zayıf seçenekler, güçlü seçeneklerin ön alıp arz-ı endam edip sahneden çekilme süreci içinde güçlenirler. Çatışmalı olacaktır ama böyle bir süreci yaşayacağız, hem de sadece ülke çapında değil, bölge çapında…
Sadece Anadolu-Trakya halkını değil bölge halklarını da dağılıp yok olmaktan kurtaracak tek seçenek yeni bir modernite atılımıdır.