Ana Sayfa Bilim Gündemi Çöken ne, başlayan ne?

Çöken ne, başlayan ne?

604

Ender Helvacıoğlu

Sovyetler Birliği’nin neden çöktüğü yıllar boyu tartışıldı. Sayısız analiz yapıldı; “hiç olmamalıydı” türünden idealist görüşler de dahil olmak üzere sayısız tez üretildi. Doğal olarak en yoğun tartışanlar sosyalistlerdi. Tartışma Sovyetler özelinde başladı ama giderek “sosyalizmin sorunları” tartışmasına dönüştü. Bu tartışmaların faydasız olduğu söylenemez; sosyalist kuramın gelişmesine katkıda bulundular. Kaldı ki sosyalistler “Sovyetler neden çöktü?” sorusundan kaçamazlardı; herkes kendince bir yanıt üretmeye çalıştı.

Fakat giderek anlaşıldı ki, esas soru SB’nin neden çöktüğü değil, bu çöküşün ne anlama geldiği ve hangi süreçleri tetiklediğidir. İşte bu, geleceğin sorusudur. Aslında neyin çöktüğünü bugün yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz. Bu soruya daha berrak yanıtlar ürettikçe Sovyetler Birliği olgusunu da daha net bir biçimde yerli yerine oturtabileceğiz.

Kapitalist ideologlar, SB’nin çöküşünü sosyalizmin çöküşü olarak tanımladılar ve kısa süreliğine “sevindirik” (beklenmedik güzel bir olayın ani sevincinden duyulan coşku) oldular. Liberalizmin “zaferini” kutladılar, hatta “tarihin sonunun” geldiğini ilan ettiler. Fakat çok değil 10-15 yıl sonra durumun böyle olmadığı anlaşıldı. Tarihin sonu ütopyasından dem vuranlar, “devlet inşası” kadim sorununa geri döndüler.

Sosyalistlerin bir bölümü bu çöküşün iç nedenlerini dahi anlayamadılar; daha doğrusu anlamak istemediler. Karşı-devrimcilerin marifeti deyip geçtiler. Dolayısıyla derinlemesine bir tahlil yapma zahmetine girmediler. Sonuç olarak ideolojileri bir nostaljiye dönüştü ve politikanın dışına düştüler.

Sovyet sistemini yozlaşmış ve lafta kalmış bir “sosyalizm” olarak niteleyen diğer bir kesim sosyalist ise çöküşün iç nedenleri konusunda ciddi analizler yaptılar, ama bu çöküşün dünya toplumları için ne anlama geldiği noktasında derinlikli bir analiz geliştiremediler. Konuyu ancak “sosyalizmin sorunları” bağlamında ele aldılar. Sonuç, ilk kesimin ulaştığı durumdan pek farklı olmadı.

Şimdi artık anlamaya başlıyoruz ki, Sovyetler Birliği’nin çöküşü çok daha derin ve geniş bir sürecin sonu ve belki daha da genişinin başlangıcıdır. Hatta SB’nin çöküşünün Batı Roma’nın çöküşü ile kıyaslanabileceğini dahi söyleyebiliriz. 70 yıllık bir pratiğin geri çekilmesini 1200 yıl hüküm süren muazzam bir imparatorluğun çöküşü ile kıyaslamanın abartılı olduğu ileri sürülebilir. Tartışalım.

***

Geniş süreçleri ele aldığımızda, Sovyet devrimini (ve Çin devrimini) de İngiliz, Amerikan, Fransız vb. devrimleri gibi bir modernite devrimi olarak gördüğümüzü daha önce yazmıştık. Bu iki tip devrimin modernite süreci içindeki çatallanmayı temsil ettiklerini, birinde emekçilerin diğerlerinde ise burjuvazinin damgasının belirgin olduğunu söylemiştik. Sovyet ve Çin devrimleri, giderek çürümeye yüz tutmuş, içinden sömürgeciliği, kültürel ırkçılığı, emperyalizmi ve faşizmi üreten burjuva modernitesine bir seçenek oluşturarak aşma ve genel modernite sürecine bir gençlik aşısı yapma niteliği taşıyordu. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin çöküşü, kısa sosyalizm süreçlerinin çok ötesinde, moderniteye gençlik aşısı girişiminin geri çekilmesine ve sonucunda burjuva modernitesinin çöküşünün belirginleşmesine yol açtı. Yani SB’nin çöküşü sadece bir sosyalizm pratiğinin başarısızlığa uğraması değil, 500 yıllık modernite sürecinin kesintiye uğramasıdır.

Bu tespiti günümüz olgularına baktığımızda daha net yapabiliyoruz. Sovyetlerin dağılmasının yarattığı boşluğu burjuva modernitesi (“demokrasisi”) doldurmadı. Aslında, mesele sadece bir kapitalizm-sosyalizm çelişkisi olsaydı, böyle bir gelişme beklenirdi (zaten başlarda öyle sanıldı). Ama oluşan boşluğu, modernitenin anavatanları dahil, dünyanın neredeyse her yerinde (Çin hariç) pre-modern akımlar ve eğilimler doldurmaya, modernitenin 500 yıllık kazanımları terk edilmeye başlandı. O kadar ki, bazı düşünürler yaşanılan süreci “yeni ortaçağ”, “tekno-ortaçağ” gibi terimlerle tanımlıyorlar. Bu da SB’nin çöküşünün çok daha geniş bir süreçteki kesinti anlamına geldiğini gösteriyor. Bu nedenle Batı Roma’nın çöküşü ile kıyaslanabilir.

***

Peki, yaşadığımız süreç bundan mı ibaret? Hem burjuva modernitesi hem de seçenek olarak ortaya çıkan sosyalist modernite, yani genel anlamda modernite çöktü ve insanlık büyük bir geriye dönüş mü yaşıyor; sonu belirsiz bir “karanlık çağ” mı başladı?

Böyle olduğunu düşünmüyorum.

Çöküşler kısa vadede moral bozucu olabilir, insanları karamsarlığa sürükleyebilir. Ama aslında insanlığın ilerlemesinin en önemli dinamiklerinden biridir. Belki de devrimlerden dahi daha etkin bir dinamik… Biyolojik evrim sürecindeki büyük yok oluşların etkisine benziyor. Sadece biz insanlar değil, tüm primatlar, hatta tüm memeliler, varlığımızı 65 milyon yıl önce dinozorların sonunu getiren büyük yok oluşa borçluyuz.

Bütün devrimler çöküşlere yanıt biçiminde oluşur. Bu yanıt bazen kısa bir zaman içinde gelir ve insanlık büyük ileri atılımlar yaşar. Bilumum haraçlı imparatorlukları deviren bütün modernite devrimleri (İngiliz, Amerikan, Fransız, Alman, Sovyet, Türk, Meksika, Çin vb. devrimleri) gibi. Bazen de yanıtın oluşması zaman alır, uzun bir ara dönemden geçilir, ama sonuçta çok daha büyük bir toplumsal dönüşüm yaşanır. Batı Roma’nın çöküşünden sonra olduğu gibi.

Roma İmparatorluğu bir devrimle ya da başka bir devletin saldırısıyla yıkılmadı; çöktü (Sovyet Birliği’nin çöküşü gibi). Bu çöküşe yanıt, “feodalizm” diye tanımlanan ve Avrupa’ya özgü olan (çünkü dünyanın başka bir yerinde -kısa süreler istisna kabul edilirse- böyle bir gelişme yok) “toplum biçimi” ile mi geldi? Yoksa feodalizm denilen süreç bin yıl süren bir “fetret devri”ydi de esas yanıt, Rönesans, Reform, bilimsel devrim ve demokratik devrimlerle (yani genel olarak modernite, özel olarak kapitalizm ile) mi geldi? Tartışılır. Ama şurası kesin ki, bunlar Avrupa toplumlarına özgü süreçler, evrensel değiller. Uygarlık tarihini, modernite öncesi (haraçlı toplum sistemleri) ve modernite sonrası (kapitalizm ve sosyalizm) olarak ikiye ayırmak, Avrupa dahil tüm dünya toplumlarını kapsayan genel bir analize ışık tutabilir. Bu durumda Roma’nın çöküşüne yanıtın modernite ile geldiğini söyleyebiliriz. Bin yıl geciken bir yanıt olur mu diye sorulabilir. Ama bu bin yıllık fetret devri, çok büyük bir toplumsal atılımın (modernite) döl yatağını oluşturmuştur. Ve ilk modernite atılımı da bu coğrafyada gelişmiştir. Avrupa’nın geriliği Avrupa’nın ileriliğini doğurmuştur.

Şimdi de bu “Avrupa ileriliğinin” çöküşünü yaşıyoruz; bu kez dünya çapında.

***

Bir toplumsal sistemin (modelin) çöküşü, o sistemin varlığı süresince yarattığı toplumsal ilişkilerin, kurumların, değerlerin, normların vb. toptan olumsuz olduğu anlamına gelmez. O normların ve kurumların, bir zamanlar işlevsel ve ilerici olmalarına karşın, gelişen yeni toplumsal koşullara yanıt vermekte, insanlığın yeni ortaya çıkan sorunlarına çözüm üretmekte artık yetersiz kaldığı ve giderek içlerinin boşalmaya başladığı anlamına gelir.

Burjuva damgalı da olsa modernite süreci ve bu damgadan sıyrılarak tam bir kopuşu gerçekleştiremeyen sosyalizm pratikleri -bugün gelinen nokta ne olursa olsun- insanlığa büyük bir miras da bırakmışlardır ve yeni bir atılım bu mirastan elbette esin alacaktır. Ama esin yeterli değildir.

İnsanlık burjuva modernitesinin çöküşüne nasıl bir yanıt üretecek? Henüz bir yanıt üretemediği, boşalan alanları pre-modern eğilimlerin doldurmasından belli. Bu da doğal bir ilk tepki. Yarattıkları kurumların ve değerlerin yetersiz kaldığını ve içlerinin boşaldığını hisseden toplumlar, henüz ileride bir seçenek göremedikleri zaman gözlerini geriye çevirebilirler. Tarihin çöplüğündeki bazı eski “büyük anlatılara” sarılabilirler (denize düşenin yılana sarılması gibi). Kafayı duvara toslaya toslaya ilerlemek zorunda kalabilirler. Böyle bir dönemi yaşıyoruz.

Peki geleceğe dair hiç mi umut ışığı yok? Günümüzde yeni bir modernite atılımının hiç mi ipucu yok?  Bu soruya kesin yanıt iddiasında bulunursak kâhinlik yapmış oluruz. Ama bazı noktalara dikkat çekebiliriz. Yazımızı böyle bitirelim.

Birincisi, Çin merkezli farklı bir modernite değirmeni var. Çin, burjuva modernitesinin çöküşünün yaşanmadığı bir büyük coğrafya. Rusya dahil Avrupa’nın iki katı, ABD’nin beş katı nüfusa sahip. Çin’de bir çöküşten değil, tam tersine bir çıkıştan söz edilebilir. Bu model nerelere evrilir, henüz bilinemez; ama gerilere sarılan değil geleceğe bakan bir süreç yaşanıyor o bölgede. Kaldı ki bu modernite değirmeninin geçmişi de var. Çin ve çevresi, ne yazık ki pek bilmediğimiz, Batı toplumlarından çok farklı bir uygarlık değirmeni köküne de sahip (bu tarihi köklere başka bir yazıda ayrıca değiniriz: Doğu modernitesi ve kökleri). Görmek istemeyen gözlere ve duymak istemeyen kulaklara, şimdilik burada bir ipucu potansiyeli olduğunu belirtmekle yetinelim.

İkincisi, modernitenin tadını almış toplumların ve toplum kesimlerinin, elde ettikleri kazanımlara sarılma ve savunma eğilimleri. Bu eğilim bir nostalji olarak başlamış olabilir, ama hızla geleceği isteme eğilimine dönüşmektedir. En güzel örneklerinden birini ülkemizde gördük: Cumhuriyet Mitinglerinden Haziran Direnişine evrilen süreç. Modernitenin tadını almış, kazanımlar elde etmiş toplumlara, pre-moderniteyi, monarşiyi, dinciliği, ırkçılığı, faşizmi kabul ettiremezsiniz. Dayatırsanız çok büyük toplumsal çatışmalara yol açarsınız. Bu toplum kesimlerinde, geçmişe dönüşün olanaksızlığı görüldüğünde, ileri atılım eğilimi güçlenecektir. Bu da çok önemli bir maddi kuvvet ve ipucu.

Üçüncüsü, çözülemeyen büyük insanlık sorunlarının varlığı. Burjuva modernitesinin çözemediği, ama pre-modern eğilimlerin çözme olasılığının hiç bulunmadığı sorunları yaşayan kitlelerin ister istemez yeni arayışlara yönelecek olması. Ülkemizde bu eğilimi yaşıyoruz ve giderek güçlenecek. Burjuva modernitesinin dışladığı, bu nedenle pre-modern eğilimlere destek veren kitlelerin, burada da bir çözüm bulunmadığını kavramaya başlayarak yeni açılımlara yönelme eğilimi. Bu da ileri atılımın maddi kaynaklarından biri. Türkiye, bu açıdan çok önemli bir laboratuvar ülke konumunda.

Dördüncüsü, dünya çapında yaşanan göç hareketleri. Kim ne derse desin, göçler, potansiyel bir modernite eğilimidir; başıboş ve kaotik bir modernite eğilimi… Neden vatanlarını terk edip göç eder insanlar? Daha güvenli ve daha iyi bir yaşam için.

Bütün bu eğilimler ve hareketler insanlığın yeni bir modernite atılımının potansiyel dayanaklarıdır. Ne zaman birleşirler ve bir senteze ulaşırlar, ne zaman bu sentezin bir büyük kuramı, büyük anlatısı ortaya çıkar, bilinemez. Zamanı bilinemez ama oluşacağı kesindir.

Tekrarlayalım: Çöküşler, ileri atılımların döl yatağıdır.

Sovyetler Birliği’nin doğuşu gibi çöküşü de insanlığa ipuçları veriyor. Doğuşu da çöküşü de bizimdir.