Ana Sayfa Bilim Gündemi Sentez savaşları

Sentez savaşları

2008

Ender Helvacıoğlu

Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde bir sentez yatar: Anti-emperyalizmin ve modernitenin sentezi. Bu sentez, dünya politika sahnesine ilk kez 20. yüzyılın ilk yarısında girmiş, mazlum halklara çıkış yolu öneren bir politik yönelimdi. Emperyalizmin önüne set çeken, dünyanın çehresini değiştiren üç büyük devrim ile temsil edildi: Sovyet devrimi, Türkiye Cumhuriyet devrimi ve Çin devrimi. Bu devrimler kendi özgün yollarını takip ettiler ama en genelde ortak bir nitelikleri vardı: İnsanlığın önüne Avrupa-merkezci (burjuva) moderniteden farklı bir modernite modeli koydular. Hem kapitalizme hem de burjuva modernitesine bir seçenek oluşturdular. Bu, Batı kapitalizmi ve emperyalizmi açısından ölümcül bir hareketti ve dünyanın tüm ezilen halklarını şu veya bu derecede etkiledi. Sonrasını ayrıca tartışacağız, ama Türkiye Cumhuriyeti’nin mayasında bu sentez çabası bulunur.

Bu tarihten itibaren Batı emperyalizminin bütün işi gücü bu üç büyük kaleyi yıkmak oldu. 20. yüzyıl boyunca bu mücadele sürdü. Sovyetler Birliği’nin 1990’da çöküşünden sonra saldırılarını daha da artırdılar. Rusya’yı içlerine almaya, Çin Halk Cumhuriyeti’ni Sovyetler gibi çökertmeye, Atatürk Türkiye’sini (Tansu Çiller’in deyimiyle “son sosyalist devleti”) yıkmaya çalıştılar. Bu mücadele hâlâ sürüyor ve dünyadaki politik süreçleri belirliyor.

Batı emperyalizmi çok yol aldı, çok tahribat yarattı ama bu üç kale bir biçimde direnişini sürdürdü. Rusya’da belki sosyalizm yıkıldı ama Rus devleti -Gorbaçov ve Yeltsin bocalamasından sonra- toparlanarak bu kez Rus milliyetçiliği ideolojisiyle Batı karşısındaki konumunu korudu; Batı emperyalizminin bir parçası olmadı. Çin’de Komünist Parti iktidarı devam etti ve yapılan atılımlarla bugün Batı kapitalizminin/emperyalizminin en büyük düşmanı durumunda. Türkiye’de hem dıştan hem de içten tüm saldırılara ve tahribata rağmen cumhuriyetçilik yok edilemedi; belki devlet kurumlarında çok zayıfladı ama toplumun çoğunluğunda yaşıyor ve eylemli olarak direniyor.

***

Bu üç kadim toplum (Rusya, Çin, Türkiye) bunca saldırıya karşın nasıl direnebiliyor? (Bu üçlüye bir ölçüde İran toplumunu de ekleyebiliriz) Batılı emperyalistlerin anlayamadığı bir konudur bu.

– Bu toplumlar sadece emperyalizme direnmekle kalmadılar; kendi gericiliklerini de kendilerine özgü devrimlerle yıktılar (Rusya’da Çarlığı, Türkiye’de Osmanlıyı, Çin’de imparatorluğu). Bunlar, en az İngiliz, Amerikan, Fransız devrimleri kadar önemli ve etkili modernite devrimleridir. Yani 500 yıllık bir tarihsel sürecin 20. yüzyıldaki halkalarıdırlar, yani büyük bir sürecin parçasıdırlar. Bu devrimler o toplumlara eşsiz bir modernite birikimi sağladı; devrimci birikimi ve geleneği olan toplumlardır bunlar.

– Bu toplumlar hiçbir zaman birileri tarafından kurtarılmadılar. Esas olarak kendi öz dinamiklerine yaslanarak devrimlerini ve kurtuluşlarını gerçekleştirdiler. Belki kıyısına geldikleri dönemler oldu, ama hiçbir zaman işgal edilemediler, sömürgeleştirilemediler; sınırları başkaları tarafından cetvelle çizilmedi.

– Bu toplumların gerçekleştirdiği devrimler bütün dünyaya esin kaynağı olmuş özgün modernite devrimleridir. Deyim yerindeyse buluş yapmışlardır; o güne dek olmayan bir yolu geliştirmişlerdir. Kibirli Batılı emperyalistlerin bir türlü kabul edemediği bir niteliktir bu. Özgünlük, birikim ve zenginlik gerektirir; bu toplumlar bu birikime sahip olduklarını kanıtladılar. Şabloncu toplumlar değildirler, model olmuşlardır.

– Bu toplumların ciddi tarihsel birikimleri vardır; görmüş geçirmiş toplumlardır. Sadece uygarlık ve devlet birikiminden söz etmiyorum. Aynı zamanda çürümüş yönetimlere karşı isyan geleneği olan toplumlardır. Birileri habire Türklerin devlet kurma geleneğinden söz eder; ama isyan etme ve devlet yıkma gelenekleri göz ardı edilir.

Bu niteliklerin kavranması günümüz açısından da son derece önemli. Şimdi biraz kendi ülkemize, Türkiye’ye yoğunlaşalım.

***

En başta vurgulamamız gereken olgu, yüz yıl önce yaşadığımız Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimlerinin, Türkiye toplumu ve günümüz devrimcileri için büyük bir avantaj ve son derece değerli bir miras sağladığıdır. Bu mirasın en önemli niteliği, yazımızın başında da değindiğimiz, anti-emperyalizm ile modernitenin sentezini yapabilmiş ve bunu başarıyla uygulamış olmaktır. Bu sentez çoğu toplum tarafından yapılamadı; dolayısıyla günümüzde yaşanan kritik süreçlerde anti-emperyalizm ve modernite hareketleri karşı karşıya gelebiliyor ve kafalar karışıp ayaklar titreyebiliyor (örneğin İran). Bu sentezi yüz yıl önce başarıyla gerçekleştirebilmiş olmak, bugün bizi dünyanın benzer birçok toplumundan ayıran çok büyük bir şansımızdır, tarihsel kazanımımızdır ve geleceğe uzanmak açısından dayanak noktamızdır.

Bu sentez, ülkemizdeki toplumsal hareketlerin neo-liberalizm (ve emperyalist odaklar) tarafından soğurulmasının ve “turuncu devrimlere” dönüşmesinin panzehridir. Bir “ruh” değildir, kendini büyük toplumsal hareketlerde gösteren maddi bir güçtür. Örneğin, 2013 “Gezi Direnişi”ni ülke sathında yayılmış “Haziran Ayaklanması”na dönüştüren, turuncu devrim rotasına sapmasını önleyen ve “her yeri Taksim yapan” güç -politik önderlikten yoksun da olsa- işte bu sentezin yarattığı birikimdir. Günümüzde CHP mitinglerinin sadece geleneksel olarak modern yörelerde değil, Yozgat’ta, Konya’da, Adıyaman’da, Bayburt’ta da geniş kitleleri harekete geçirebilmesinin nedeni de bu sentez birikimidir. Bu sentezi geçmişte yapmış olmanın yarattığı toplumsal birikimi kavramayan ve onunla birleşmeyen bir “devrimciliğin” başarıya ulaşma şansı yoktur.

Evet, yola böyle parlak bir başarıyla çıkıldı, büyük bir birikim yaratıldı, ama sonraki öykü pek başarılı değil. Gelinen noktadan da bellidir bu. Cumhuriyet sürecimiz pek çok noktada tıkandı, yaratılan miras hovardaca harcandı ve harcanmaya devam ediyor. O halde öncelikle sürecin nerelerde ve neden tıkandığı üzerinde düşünmeliyiz. Bir köşe yazısı sınırlarını aşmamaya çalışarak kısaca özetleyelim:

– Genç Cumhuriyete önderlik eden kadrolar “Avrupa modeli”ni benimseyerek bir burjuvazi yaratma yolunu seçtiler. Cumhuriyet ve modernite yolunda devam edebilmek için bir burjuva sınıfının yaratılması gerektiğinde karar kıldılar. Bu, cumhuriyet sürecimizin ilk tıkanıklığıydı. Bizim gibi ülkelerde moderniteye öndelik edebilecek devrimci bir burjuvazi yaratma yolu, bizzat artık devrimci barutunu tüketmiş ve emperyalistleşmiş burjuvaziler tarafından engellenmişti. Devrimci bir burjuvazi yaratma ve devrimleri bu sınıfa dayanarak sürdürme yolu (yani Avrupa yolu) tıkalıydı. 20. yüzyılda ezilen bir ülkede yeni bir “Fransız Devrimi” yaratma yolu gerçekleşmesi olanaksız bir “ütopya” idi. Bu yolun artık tıkalı olduğu sonraki süreçte defalarca kanıtlandı. Burjuvazimizi yaratıp besleyip palazlandırdıkça, moderniteyi de bağımsızlığı da yitirdi toplumumuz. Türkiye toplumu hiçbir zaman “devrimci bir burjuvaziye” sahip olamadı; olamazdı da… Günümüzde artık bir tartışma konusu bile değildir bu.

– Genç Cumhuriyet’in kararlılıkla uygulamaya soktuğu laikliğin toplumsallaşabilmesi ve halk tarafından da benimsenmesi, başta toprak devrimi olmak üzere bütün ortaçağ kalıntılarının devrimci bir biçimde tasfiyesiyle ve aşağıdan yukarıya bir halk hareketiyle olanaklıydı. Cumhuriyet’in ilk 20 yılı bu noktada yaşanan büyük mücadelelerle geçti. Kurucu kadro, cumhuriyet devrimleri ve cumhuriyetin kazanımları diye adlandırdığımız çok ciddi adımlar attı. Saltanatın tasfiye edilmesi, halifeliğin kaldırılması, harf devrimi ve okuma-yazma seferberliği, kadınlara seçme-seçilme hakkı verilmesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması gibi üstyapıda yapılan devrimlerin yanı sıra, halk mektepleri ve köy enstitüleri gibi uygulamalarla laikliğin ve cumhuriyetin toplumsal tabanının genişletilmesine yönelik adımlar da hayata geçirildi.

Fakat aynı kararlılıkla devam edilemedi. Toprak ağalığıyla ve aşiret yapısıyla uzlaşıldı, toprak devrimi hayata geçirilemedi, cumhuriyetin ve laikliğin toplumsal tabanını oluşturacak ve kulluğu-marabalığı ortadan kaldırıp cumhuriyet yurttaşını yaratacak halkçı uygulamalar sekteye uğradı, giderek geri adımlar atıldı.

Oysa mademki Fransız Devrimi yolu seçilmişti, feodalizmin köklü bir tasfiyesinin ve radikal bir aydınlanma hareketinin yaşanması beklenmez miydi? Öyle olmadı; hatta kapitalist yolda derinleştikçe aynı oranda aydınlanmadan da vazgeçildi. Burjuva yoluna giren Türkiye, ne köklü bir toprak devrimi yaparak ulusal bir sanayi devrimi gerçekleştirebildi, ne bilimsel düşünceyi az çok özümsemiş aydınlanmış bir toplum oluşturabildi, ne de laikliği koruyabildi. Birkaç yüzyıl önce Avrupa’da burjuvazi önderliğinde çözülen bu sorunların hiçbiri, 20. yüzyıl Türkiye’sinde burjuvazi eliyle çözülemedi. Burjuvazi ortaçağ güçleriyle uzlaştı.

Türkiye Cumhuriyeti deneyi, “demokratik devrimler” çağının değil ama, “burjuva demokratik devrimler” çağının artık sona erdiğinin en çarpıcı örneğidir.

– Üçüncü tıkanıklık, Türk ve Kürt uluslaşma süreçlerinin ortaklaştırılmasının bir yolunun bulunamamasıdır.

1930’daki “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” şeklindeki millet tanımı, genel anlamda baktığımızda, milleti etnik kökene göre değil, Fransız devriminin “yurttaşlık” kavramından esinlenerek ortak politik bir devrime dayandırarak tarif ediyor ve ilkel (etnik) milliyetçilikle arasına sınır çekiyordu. Ancak konuya kendi toplumumuzun koşullarının özelinde yaklaştığımızda ve Kemalist kadroların 1920 başlarında, sıcak savaş sırasında geliştirdikleri “Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı ortak vatan” tanımı göz önüne alındığında, bir gerilemeyi, dahası günümüzde bir kördüğüm haline gelmiş olan sorunun başlangıç noktasını ifade ediyordu.

O günün Türkiye koşullarında, Avrupa toplumlarının birkaç yüzyıl önce yaşadıkları türden gönüllü bir asimilasyonun olanağı yoktu ve samimiyetle ortak bir millet yaratmayı hedefleyen 1930 formülasyonu bir “ütopya” olarak kaldı. Sonuç olarak tanımın devrimci (ve iyi niyet) yönü giderek törpülenirken, devlet asimilasyona açılan kapıdan bodoslama girerek bunu kaba zor, inkâr ve şiddet yoluyla uygulamaya girişti. Böylece günümüze gelindi.

– Dördüncü tıkanıklık ise bağımsızlığın yitimidir. Anti-emperyalizmin ve tam bağımsızlığın kurtuluşta olduğu kadar kuruluşta da gerekli olduğu unutuldu, daha doğrusu başarılamadı. Kapitalist yol tercihi ve burjuva sınıfı yaratma kararı, bir “ulusal kapitalizm” ile değil, çarpık ve bağımlı bir kapitalizm ve işbirlikçi bir burjuvaziyle sonuçlandı. Ekonomik bağımsızlığın yaratılamaması siyasal bağımsızlığı da törpüledi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra NATO’ya girildi ve siyasi bağımsızlık yitirildi. Tüm dünyaya esin kaynağı olmuş anti-emperyalist bir kurtuluş savaşıyla kurulan Cumhuriyet, dönüp dolaşıp tekrar emperyalizmin ağına düştü.

Bu tıkanıklıkların giderek kangrene dönüşmesiyle ve emperyalistlerin bu çatlakları zorlamasıyla cumhuriyetin kuruluşundaki sentez -toplumda devam etmesine karşın- devlet katında tamamen tahrip oldu. Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye toplumu kuruluşundan 102 yıl sonra yeniden bir sentez ihtiyacı içindedir.

***

Kuruluş sentezinin dışında kalan ve bastırılan siyasal İslamcıların, şeriatçıların, etnik Türk milliyetçilerinin ve Kürt milliyetçilerinin günümüzdeki temsilcilerinin bir sentez önerisi var. İktidarı ve giderek devleti ele geçirdiler ve artık sentezlerini resmiyete dökmek de istiyorlar. Bu çaba “Türk-İslam Sentezi” adı altında başlamıştı ve günümüzde “Türk-Kürt-İslam Sentezi” biçiminde devam ediyor. Aslında yeni bir sentez önermiyorlar. Yapabildikleri ölçüde cumhuriyet öncesine dönmeyi, cumhuriyetin kazanımlarını yok etmeyi hedefliyorlar; bölgemizdeki koşulların buna elverebileceğini düşünüyorlar.

Trump’ın ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olarak atadığı Thomas Barrack bu sentezi Kürt sorunu bağlamında şöyle ifade etti: “Türkiye için en iyi sistem Osmanlı millet sistemidir.”

Gerici bloğun liberal sözcülüğüne soyunanlardan Taner Akçam hedefi daha netleştirdi: “İçine girdiğimiz süreç ‘yeni bir kuruluş’ sürecidir. Yani, 1923’te denenen ve tutmayan bir devlete son verme projesidir. Asıl hedef 1923’tür. Eski rejimi yıkma ve yeni rejimi kurma ancak ve ancak 1923’ün kurucu partisi CHP yıkılırsa veya sesini çıkartamayacak derecede ezilirse başarıya ulaşabilir. Bir başka deyişle, Erdoğan ve Bahçeli, doğrudan karşı çıkamıyor olsalar bile ‘Atatürk mitini’ aşmaya çalışmaktadırlar. Kürt meselesinin ‘Atatürk miti’ ile çözülemeyeceğini görmek o kadar zor mu?” (Medyascope, 9 Temmuz Çarşamba tarihli yazı)

Erdoğan da “tarihi” diye duyurulan konuşmasında defalarca Türk-Kürt-Arap birlikteliğinden söz etti, yeni bir anayasa gerektiğini vurguladı, akabinde ümmetçiliği övdü. Erdoğan ancak böyle bir Türkiye’de (Türk-Kürt-Arap İslam ümmeti) ömür boyu başkanlık ve otokrasi hedefine ulaşabileceğini biliyor.

Onların “sentezi” budur: Ortadoğu’da emperyalizmin taşeronluğu, Cumhuriyet’in yıkılması, ümmet toplumu ve otokratik bir rejim.

***

Başarıya ulaşabilirler mi? Orta ve uzun vadede sanmıyorum. Ama kısa vadede ciddi bir hesaplaşma yaşanacağı ve ülkemizi çatışmalı bir sürecin beklediği görülüyor.

Öncelikle bir savunma hattı kurulmalı. Aslında bu hat, Cumhuriyet mitinglerinden Haziran direnişine, 19 Mart darbesine karşı İstanbul Saraçhane’den başlayıp yurt sathına yayılan mitinglerden emekçilerin haklarını, emeklerini, doğalarını korumak için yaptıkları mücadelelere kadar, bizzat hayat içinde kuruluyor ve toplumun çoğunluğunu kapsıyor. Sürekliliğinin, örgütlülüğünün sağlanması ve olgun bir politik önderliğin inşa edilmesi gerekiyor.

Fakat asıl gereklilik, bu büyük toplumsal gücün yeni bir sentez perspektifine ve programına kavuşmasıdır. Elbette bu sentez Türkiye’nin kuruluşundaki sentezin temelinde yükselecek ve onun kazanımlarını miras alacaktır. Ama gelinen noktada cumhuriyet sadece savunularak kurtarılamaz. İlk cumhuriyetimizin tıkanıklıklarını da iyi tahlil eden ve aşan yeni bir modernite sentezidir gerekli olan. Bu sentezin harcı da emek ve emekçiler olabilir ancak.

Bu yazıda ancak temel perspektifleri formüller halinde oluşturmaya çalıştık; yine de köşe yazısı sınırlarını aştık. Başka yazılarda, Bilim ve Gelecek’te yapacağımız dosyalarda bu konuyu çeşitli boyutlarıyla ayrıntılı olarak işlemeye çalışırız.