Ana Sayfa Bilim Gündemi Devrimci çıkışların diyalektiği

Devrimci çıkışların diyalektiği

1420

Ender Helvacıoğlu

Çöküşleri ve yıkılışları tahmin etmek nispeten kolaydır. Çünkü uzun bir sürecin son demleri yaşanmaktadır ve çok fazla belirtiler vardır. Ama devrimleri ve büyük çıkışları görmek zordur, hemen hemen olanaksızdır.

Yakın tarihten örnekler verelim: 20. yüzyılın ilk yıllarında Rus Çarlığının ve Osmanlı İmparatorluğunun kısa süre içinde yıkılacağı tahmin edilebilirdi. Zaten herkes tahmin etmişti ve buna göre pozisyon almaya çalışmıştı. Birinci Dünya Savaşı da bu nedenle (esas olarak Osmanlı’nın paylaşımı) çıkmıştı zaten. 1900-1920 arasında gerek Rus gerekse Osmanlı entelektüelleri de mevcut düzen ile gidilemeyeceğini kavramış ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiği üzerine yoğunlaşmışlardı. O döneme ait tartışmalar izlenirse bu durum rahatça görülebilir.

Peki, 20. yüzyılın başlarında, çok değil 20 yıl içinde, Çarlık Rusya’sının küllerinden tarihin ilk sosyalist devletinin, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntılarından bir cumhuriyetin doğacağını tahmin eden olmuş muydu? Osmanlı’nın en ilerici entelektüellerinde (örneğin Tevfik Fikret, Yusuf Akçura vb.), İttihat ve Terakki önderlerinde bile o dönemde cumhuriyet fikri yoktur. 1900’lü yılların başında Rus sosyalistleri içinde de sosyalist devrim henüz ufka girmemişti. Bırakın 1900’ün başlarını, Ekim Devriminden birkaç hafta önce bile Lenin, kendi partisinin merkez komitesini dahi ayaklanmaya ikna edememiş, ancak istifa tehdidiyle kendi çizgisini dayatmıştı. Kurtuluş Savaşını yürüten 1920 Meclisinde de henüz cumhuriyet fikri yoktur.

Aynı şey Çin Devrimi için de söylenebilir. Çin İmparatorluğu’nun uzatmaları oynadığını herkes görüyordu, ama Asya kırlarından bir sosyalist devletin çıkacağını kim tahmin edebilirdi? Sovyet liderleri bile dizginlemeye çalışmıştı Mao Zedung ve arkadaşlarını.

Devrimci çıkışlardan yıllar sonra tarihçiler soğukkanlı biçimde tahlil ediyorlar bu devrimlerin hangi şartlarda oluştuğunu, nasıl “kaçınılmaz” olduğunu vb. Ama yapıldıkları dönemlerde neredeyse “şapkadan tavşan çıkarmaktır” devrimler. Çıkışları görmek, hissetmek (hele gerçekleştirmek) başka meziyetler ister.

***

Peki, devrimci çıkışların nasıl bir diyalektiği var? Lenin önderliğindeki Bolşevikler, Mustafa Kemal ve arkadaşları, Mao Zedung önderliğindeki ÇKP ne yaptı? Neyi gördüler ve bu büyük dönüşümlere önderlik edebildiler? Bu çıkışlar bir “mucize” miydi, yoksa yalın bir gerçeklik mi?

Devrimci çıkışlara önderlik edenler neyi görmüş, neyi yakalamışlardır? Anlayabildiğimiz kadarıyla özetleyelim.

– Mevcut politika sahnesini ve alışılageldik politika yapma yöntemlerini reddediyorlar; deyim yerindeyse başka bir boyuta geçiyorlar. Mustafa Kemal’in birkaç arkadaşıyla Samsun’a çıkması, Lenin’in lideri olduğu partiden istifa edecek kadar ayaklanmada ısrar etmesi, Mao’nun Pekin’deki katliamdan sonra elde ne kaldıysa toplayıp kendini Çin kırlarına vurması vb. bu tavrın tipik örnekleridir. Düzenin “normalinden” tamamen kopma, bambaşka bir alan açma eylemleridir.

– Düzenin çöktüğünü, düzenin işlediği zamanlara geri dönmenin, bir şekilde düzeni restore etmenin artık imkânsız olduğunu, yeni bir devrimci çıkıştan başka çare kalmadığını kavrıyorlar.

– Toplumun büyük çoğunluğunu birleştiren yalın bir çelişkiyi (talebi) kavrıyorlar ve o çelişkiye kitleniyorlar. İnce tahliller gerektirmeyen, kapkalın ve apaçık olan bir çelişkidir bu. Örneğin Sovyet devriminin “açlığa hayır” ve “savaşa hayır” sloganları.

– Yazdıklarından ve söylediklerinden anlaşıldığı üzere, hangi geniş sürecin parçası olduklarını net olarak tespit ediyorlar. Yani tarihin akışını hissediyor ve kavrıyorlar. Politik cesaret ne kadar gerekliyse bu tarih bilinci de gereklidir. Çünkü cesaretin en önemli kaynaklarından biri de budur: Hızla değişeni kavramak kadar yavaş yavaş değişeni de hissetmek.

– Mevcut teoriyi ve alışılageldik mücadele yöntemlerini, politikanın freni haline getirmiyorlar. Buluş yapıyorlar, böylece teoriyi de geliştiriyorlar. Bütün büyük devrimcilerin özelliğidir bu.

“Başka bir boyuta geçiyorlar” demiştik. Geçtikleri o boyutta devrim, “delilik”, “imkânsızı zorlama” veya “mucize” değil, “kaçınılmazlık” ve “tek çare” oluyor. Verili koşullar içinde kalındığında görülemeyen, ancak o koşulları reddederek, dışına çıkarak, paradigmayı değiştirerek ve kendi koşullarını yaratarak görülebilen gerçekler…

Sadece toplumsal devrimlerin değil bilimsel devrimlerin yapısı da böyledir. Dinsel düşüncenin binlerce yıllık boyunduruğu bir kez kırıldığında önünüze yepyeni bir evren, yepyeni bir doğa serilir. Evren ve doğa değişmemiştir elbet, sizin bakış açınız ve yönteminiz değişmiştir. Gerçeği kutsal kitaplarda aramak yerine Galileo’nun teleskopunda aramak; bilimsel devrim budur. Bu kadar basit!

***

Şimdi bu yazdıklarımızın ışığında baktığımızda günümüz Türkiye’sinde ne görüyoruz?

Mevcut sistemin restore edilebilecek, kurtarılacak, bir gençlik aşısıyla toparlanabilecek bir tarafı (böyle bir potansiyeli) kalmış mıdır?

Artık geriye (“eski güzel günlere”) dönme olanağı var mıdır?

Cumhuriyetin getirdiği kazanımlar elbette mirasımız ve esin kaynaklarımızdır; ama bugün “kurtarılacak” bir cumhuriyet mi vardır yoksa “kurulacak” bir cumhuriyet mi?

100 yıl önceki cumhuriyet atılımımızın yıktığı sınıflar, tarihin çöplüğüne gönderdiği ideolojiler yeniden dirilebilirler mi? Hortlaklar olarak ortaya çıkabilirler belki, yıkabilirler belki, ama yeniyi kurabilirler mi, onlardan böyle bir atılım beklenebilir mi?

Bugün Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunu birleştiren yalın çelişki (talep) nedir? Cumhurbaşkanı yardımcılarının etnik veya mezhepsel kimliklerini belirlemek mi? Yoksa derin yoksulluk, açlık, işsizlik, adaletsizlik ve geleceksizlik mi?

O halde ne yapmalı? Komisyona mı girmeli?