Ana Sayfa Dergi Sayıları 121. Sayı Antik çağda halk isyanları

Antik çağda halk isyanları

1594
0

Hiçbir kayıt, hiçbir ipucu olmasa dahi, antik toplumların sınıf mücadelesinin en sert biçimlerine tanıklık ettiğini iddia etmek mümkündür. Çünkü diğer sınıflı toplumlardan farklı olarak, ömrü hayatında sömürünün hiçbir biçimini görmemiş insanlar üzerinde kurulmuştur. Uygarlık öncesinin barbar insanı doğanın zorunlulukları dışında bir güce boyun eğmiş değildir. Doğaya karşı verdiği mücadeleyi tek vücut yürütmesini sağlayan bir kolektif davranma yatkınlığına ve buradan doğan muazzam bir güce sahiptir. Antik toplum doğanın hakkından gelip zenginlik üretmekte buna dayandığı kadar, zenginliğin eşitsiz paylaşımında da bu güce karşı, onu ehlileştirmek için mücadele ederek kurulmuştur. Bunun barışçıl ve güle oynaya gerçekleşmemiş olduğunu ve her kırbacın, el koyulan her toprak parçasının bir isyana yol açmış olabileceğini düşünmemek için hiçbir neden yoktur.

Brecht’in okumuş işçisinin sorularını hatırlarsınız: Eski Mısır’daki Teb şehrini kim kurmuştur acaba, kitaplar hep kralların adını yazar ama kayaları taşıyan onlar mıdır? Yıkılıp duran Babil’i kim inşa etmiştir her seferinde yeniden? Çin Seddi’ni bitiren duvarcılar sırra kadem mi basmışlardır birdenbire? Ya Roma’daki anıtları dikenler?

“Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.

Ama ödeyen kim harcanan paraları?” (1)

Bu sorular, sıradan insanların tarihte görünmez oluşu karşısında basit bir serzeniş olarak, sadece yiğidin hakkı yiğide verilsin diye sorulmuş değildir. Geçmişe dönük bir “iade-i itibar” talebi olmanın ötesinde, aynı zamanda bütün bir tarih biliminin eleştirisidir.

Büyük insanların tarihi

Klasik tarih her şeyi bireylerin, ama “büyük” bireylerin, kralların, sultanların, dini ve siyasi liderlerin, askerlerin eylemine atfeder. Buna göre, çağ değiştiren düzen değişiklikleri, çöken ve doğan uygarlıklar, savaşlar, siyasi çalkantılar, kısacası tarihin akışındaki her dönemeç bu insanların eylemlerinin eseridir. Bu eylemlerin ardındaki motivasyonlar ise çeşitli, hatta birbirinin zıddıdır. Kişisel bir siyasi iktidar hırsı ya da kahramanca bir özgecilik, intikam isteği ya da vefa borcu, akılcı bir hesap ya da delice bir tutku, bu büyük insanları tarih yazan eylemlere yönelten etken olabilir. Tarihin kendisi bu kadar öznelken, buna bir de tarihçinin öznelliğini ekleyin. Ortaya çıkan, kaotik bir anlatılar yığını olur.

Burada, tarihçinin bütün bu olaylar dizisine nasıl bir anlam yüklediği ve bunların arasındaki bağlantıları nasıl kurduğu önemsizleşir. İster bunların ilahi bir yazgının tecellisi olduğunu düşünsün, ister bütün tarihi insanlığın bir amaca doğru düşe kalka ilerlemesi olarak görsün, isterse tarihin hiçbir iç mantığı olmayan rastlantısal olayların toplamı olduğunu ileri sürsün, fark etmez. En başarılı sonuç dahi, iyi bir arşiv araştırması, sistemli ve gerçeğe uygun bir kronolojik anlatı olmanın ötesine geçmez. Klasik tarih söz konusu olduğunda, görünenin ardında işleyen belirli yasaları keşfetmek anlamında bilimden söz edilemez.

İnsanlığın düşünce birikiminde bir sıçrama olan aydınlanma da, tarihi bu mertebeye yükseltememiştir. Tarihçi Hobsbawm, Fransız devrimi ile sanayi devrimlerinin yaşandığı burjuva uygarlığının altın çağındaki entelektüel başarıların görkemine rağmen, tarih disiplininin, insan toplumlarının dönüşümünü kavramaya çalışan beşeri ve sosyal bilimlerin standartlarının çok gerisinde kaldığını söyler. Bu dönemde “tarihin, geçmişteki ve şimdiki insan toplumunun daha iyi anlaşılması yönündeki katkıları görmezden gelinebilir düzeydedir.” (2)

Tarihin bilim olabilmesi için, Marksizmin elinin değmesi gerekmiştir.

Tarih ve sınıf mücadelesi

Tarihin bilim olabilmesi için, Marksizmin elinin değmesi gerekmiştir. Marksizm, toplumların değişiminin dinamiklerini keşfedip temel yasalarını saptama çabasında üretici güçlerin gelişimini esas alması ve bu gelişim düzeyine özgü üretim ilişkileri ile bu temeldeki toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasi üstyapı arasındaki etkileşimi tarihsel değişimin esas itici gücü görmesiyle (3), sadece tarih değil bütün sosyal bilimler üzerinde derin bir etkide bulunmuştur. İnsanlık tarihinin metafizik, idealist ve öznel açıklaması böylelikle bertaraf edilmiş olur.

Bununla birlikte Marksizmin tarih anlayışı mutlak yasacı ekonomik bir determinizm de değildir. “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama keyfi, kendilerinin seçtiği koşullar içerisinde değil, doğrudan kendilerine verili ve geçmişten miras kalan koşullar içerisinde…” diyen de Marx’ın kendisidir. Marx toplumun üstünde duran “büyük” insanları ya da toplumsal ilişkilerden bağımsız, soyut, tarih dışı insanı tarihin açıklamasının dışına çıkarmıştır; ancak geride kalan, insanın kölece tabi olduğu kuru yasalar değildir. Marx boşalan yere, yani tarihin öznesi koltuğuna, belirli üretim ilişkileri içerisinde yer alan ve buna göre bir toplumsal bilince sahip insanı davet eder. Böylelikle tarih görmezden geldiği gerçek insan kitlelerine borcunu ödeyebilecektir artık; bütün bir insanlık tarihi, sınıf mücadelesi tarihi olarak yeniden yazılmalıdır.

Bu söz, “şimdiye kadar var olmuş bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelesi tarihidir”, Komünist Manifesto’nun ilk bölümünde yer alır. Engels’in ifadesiyle Manifesto‘nun çekirdeğini oluşturan ve esas olarak Marx’a ait olan düşünce şudur: “Her tarihsel çağda, egemen iktisadi üretim ve değişim tarzı ve bunun zorunlu sonucu olan toplumsal örgütlenme, o çağın üstünde kurulmuş olduğu ve politik ve düşünsel tarihinin sadece buradan hareketle açıklanabileceği temeli oluşturur; dolayısıyla insanlığın tüm tarihi (toprağı ortak mülkiyet halinde tutan ilkel aşiret toplumunun çözülmesinden beri), sömüren ve sömürülen, hakim ve ezilen sınıflar arasındaki sınıf mücadeleleri tarihi olmuştur.” (4)

Bütün bir tarih yeniden böyle bir perspektifle yazılmalıdır dedik. Ama sınıf mücadelesinden toplumdaki üretim ilişkileri içinde aynı konumu paylaşan insanların, bu konumun gereği olan çıkarlarının bilincinde bir topluluk olarak bir araya gelip, karşıt çıkarlara sahip diğer bir topluluğun karşısına dikilmesini anlarsak, eli boş döneceğimiz kesindir.

Sınıf mücadelesi çoğu zaman -neredeyse hiçbir zaman- böyle bir bilinç unsurunu barındırarak seyretmez. Tarihte, hele de geçmişe doğru gittikçe, bugünkü sendikalar ya da siyasi partiler gibi sınıf kimliğini cisimleştirmiş örgütlerin etrafında toplanan kitlelerin, rafineleşmiş sınıfsal programlar ya da talepler için karşı karşıya gelişlerini görmeyi ummak boşunadır.

Sınıf mücadelesi, bu mücadelenin tarafları tarihsel rollerinin farkında olsunlar ya da olmasınlar, sömürüye dayanan sınıflı toplumların temel bir özelliğidir. Sömürü varsa sınıflar, sınıflar varsa sınıf mücadelesi vardır. Sömürüyü azaltma ya da artırma yönündeki bilinçli ya da bilinçsiz her girişim bunun gündelik ve kesintisiz süregiden bir biçimidir. Buna sınıf mücadelesinin dip akıntısı diyelim.

Ne var ki yukarıda, fırtınanın patlayıp dalgaların yükseldiği zamanlarda da sınıfsal konumlar çoğunlukla belirsizdir. Mücadele içindeki sınıf açıkça kendi çıkarları için sahneye çıkmaz, ancak bir dinsel öğretinin vaatlerinde, efsaneleştirdiği kahramanların simgelediklerinde, tepki ve öfkesinin yöneldiği hedeflerde sezilebilir.

Antik toplumun sınıf yapısı

Bu koşullarda antik çağın tarihini bir sınıf mücadelesi tarihi olarak yazmak oldukça güçleşir. Marx’ın kendisi bunu bir iş olarak edinmiş değildir. Kapitalizm öncesi ekonomi biçimleri üzerine çalışmaları dağınıktır, el yordamıyla yapılmıştır ve esas olarak Roma ve Yunan uygarlıkları ile Cermen toplulukları üzerinedir. Yine de geriye önemli bir temel bırakmıştır. Sonrasındaki Asya tipi üretim tarzı ve antik toplumun başat sömürü biçimi üzerine tartışmalar bu temelde yürümüştür. Antik toplumun sınıf mücadelesi tarihine ilişkin buradan edinebileceğimiz, sınıf mücadelesinin dip akıntıları ya da fırtınalarının kaydından ziyade, denizin kendisinin yukarıdan bir görüntüsü ve akıntı sistemlerinin genel bilgisidir. Mücadelenin cereyan ettiği sahne budur.

Antik toplum köleci toplum olarak bilinir. Bu antik toplumun ekonomisinin köle ekonomisinden ibaret olduğu, toplumun sadece köleler ve köle sahiplerinden ibaret olduğu anlamına gelmez. Sosyoekonomik formasyonlar arasındaki geçişler kalın çizgilerle saptanamaz. Marx’ın insan toplumunun gelişimindeki evreler olarak sıraladığı ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist toplumların tümü için geçerlidir bu. Hatta kimi zaman ardılları tarafından böyle yorumlanmış olsa da, Marx’ta bu sosyoekonomik formasyonların kesin ayrımlarla ve kaçınılmaz bir düzenlilik içinde birbirini izleyeceği şeklinde bir mekanik determinizm olduğunu söylemek mümkün değildir.

Sınıfsız toplumlardan doğan antik toplumda nüfusunun çoğunluğunu, buradan miras kalan toplumsal yapılar oluşturabilir.

Toplumlar tarihsel bir sosyoekonomik formasyondan diğerine geçtiğinde, öncekinin karakteristiği olan sınıfsal yapıyı da yeni bir biçime uyarlayarak miras alır. Örneğin ortaçağa geçmiş bir toplum feodaller ve serfler olarak ikiye ayrılmaz, köleler ve köle sahipleri de ortaçağ toplumunda varlığını sürdürür. Öte yanda üretim araçları sahibi ve toprakla bağı olmayan ücretli emek arasında ilkel bir kapitalist ilişkiye dahi rastlanır. Bu durumda ortaçağa geçişi ancak, toprağa bağımlı özgür köylülüğün sömürüsünün, bu çeşitli sömürü biçimleri arasında diğerlerini de belirleyen başat konuma gelmesiyle saptamak mümkündür.

Antik toplumda sınıfsız toplumun izleri

Aynı şekilde antik toplum da, kendisini önceleyen toplumlardan eski yapıları miras almıştır. Sınıfsız toplumlardan doğan antik toplumda nüfusunun çoğunluğunu, buradan miras kalan toplumsal yapılar oluşturabilir. Bu miras çözülmenin derecesine göre karmaşık ya da homojen topluluklar olabilir. Bu toplulukların üyeleri bireysel olarak köle değil özgür insanlardır. Antik toplumun özgür insanı, kölelik tipi bir çalışma yükümlülüğü olmayan, başta toprak olmak üzere üretim araçları üzerinde hakkını ortak mülkiyette pay sahibi olarak ya da devletin toprağını hizmet karşılığı işleyerek kullanabilen ve topluluğun yönetiminde söz hakkı olan insandır. (5)

Ama bu sınıf öncesi topluluklar, artık yeni doğan sınıflı toplumun çerçevesi içindedir. Toplumsal üstyapıyı, topluluğun iç ilişkilerinde belli bir önem taşımayı sürdürse de, artık ilkel topluluğun işbirliği ve yardımlaşma ilişkileri değil, uzlaşmaz sınıfsal egemenlik ve bağımlılık ilişkileri belirlemektedir. Devlete bağımlı bir ekonomik yapı olarak gelişen büyük ölçekli tarımın yanı sıra, bu toplulukların gerçekleştirdiği küçük üretim de varlığını sürdürür. Bu topluluklar, mülkiyet hakları bazen devletin tasarrufuyla sınırlanmış olsa da henüz toprak sahibidir. Topluluk üyesi bireyler artık-ürünlerini vergiler ile ayni hizmet ve yükümlülükler biçimi altında devlete verirler.

Devlet üretiminin dışında kalan özgür köylü, ancak komünal örgütlenmesini koruyarak bu yapı tarafından yutulmaya karşı direnebilir. Ancak böylelikle ortak mülkiyetten faydalanıp yönetimde söz sahibi olabilir. Bu yapı çözüldükçe, kendi toprağı üzerinde hak sahibi olan topluluk üyesi özgür bireyler, kralın, tapınakların ya da aristokrasinin toprakları üzerinde çalışan bağımlı bireylere dönüşür. (6)

Burada antik dönemin komünal örgütlenmesi, özgür kır nüfusunun devlet karşısındaki bağımsızlığının güvencesini sağlayan ve sömürülmesini sınırlayan bir öz savunma ve işbirliği mekanizması olarak rol oynar. (7)

O halde antik toplumda sınıf mücadelesinin bir alanını, özgür bireylerin eski toplumsal yapılarının çözülmesine, toprak üstündeki kolektif mülkiyetlerinin elden çıkmasına, vergi gibi yükümlülüklerinin artıp devlete daha fazla bağımlı hale gelmeye ve özgürlüklerini yitirmeye karşı gösterdiği direnç oluşturur.

Kölelik

Antik doğunun toplumsal yapısı üzerine tarihsel maddeci tartışmalar, özgür köylülerin bağımlılığına dayanan bir ilkel feodal yapının karakteristik olduğu görüşünden, köleliğin eski Yunan ve Roma’daki gibi burada da esas üretim ilişkisi olması gerektiği fikrine, ya da Marx’ın kimi özgün durumları tarif etmekte kullandığı Asyatik üretim tarzının bu özgün bireşimi ifade eden ayrı bir sosyoekonomik oluşum olarak görülmesine kadar, geniş bir içerikte yürümüştür.

Burada bu tartışmaya girmenin bir gereği yok. Bizim için önemli olan, köle emeği sömürüsünün, her halükarda ilk dönem antik doğu toplumunda da temel ekonomik ilişkilerden biri olarak belirmesidir.

Bir dikilitaş üstünde Mezopotamya’daki köleleri gösteren kabartma.

İlk uygarlığın geliştiği ve sınıflı toplumların ortaya çıktığı Sümer ve antik Mısır toplumları, devletin komünal toplulukların üyesi özgür bireyler üzerindeki sömürüsünün yanı sıra, büyük sulama sistemlerinin gerçekleşmesi için gerekli köle emeği sömürüsü üzerine kurulmuştu. Köleler devlete aitti ve sulamalı tarım ekonomisinin gelişmesiyle birlikte sayıları hızla artıyordu. Sümer muhasebe kayıtlarına göre MÖ üçüncü bin yılın ortalarında köle emeği kullanımı artmış, devlet ve tapınakların malı olan kölelerin emeği komünal topluluk üyelerinin emeğini ikinci plana atmıştı. (8) Özel mülkiyet durumundaki kölelik ise belirli ölçüde görülse de, Mezopotamya’da ancak Babil toplumunda önem kazandı ve hiçbir zaman antik Yunan’daki düzeye ulaşmadı

Özgür insanların bağımlı kölelere dönüşmesi fetih ve savaşlarla, ödenemeyen borçlar sonucunda bağımlılığın süreklileşmesiyle gerçekleşiyordu. Topluluk üyesi özgür bireylerin bir kısmı köle sahipleri arasına katılırken, daha büyük bir kitlesi genişleyen köle sınıfına dahil oluyordu.

O halde köleleşmeye karşı direnç antik toplumda sınıf mücadelesinin bir başka alanıdır.

Antik isyanın karakteristiği geçmişe özlem

Antik toplumda ezenler ve ezilenler arasındaki sınıf mücadelesi bu temeller üzerinde gelişmiştir. Ancak ne bu mücadelenin gündelik görünümlerinin izini sürmek, ne de farklı biçimlere bürünmüş patlamaları saptayabilmek kolaydır. Kayıt tutup yazılı bir şey bırakmak zaten egemenlerin mutlak tekelindedir. Yine de tabletlere yansımış vergi reformları, azat etmeler, toprak alışverişleri gibi muhasebe kayıtları ipuçları sunar.

Hiçbir kayıt, hiçbir ipucu olmasa dahi, antik toplumun sınıf mücadelesinin en sert biçimlerine tanıklık ettiğini iddia etmek mümkündür. Çünkü diğer sınıflı toplumlardan farklı olarak, ömrü hayatında sömürünün hiçbir biçimini görmemiş insanlar üzerinde kurulmuştur.

Uygarlık öncesinin barbar insanı doğanın zorunlulukları dışında bir güce boyun eğmiş değildir. Doğaya karşı verdiği mücadeleyi tek vücut yürütmesini sağlayan bir kolektif davranma yatkınlığına ve buradan doğan muazzam bir güce sahiptir. Antik toplum doğanın hakkından gelip zenginlik üretmekte buna dayandığı kadar, zenginliğin eşitsiz paylaşımında da bu güce karşı, onu ehlileştirmek için mücadele ederek kurulmuştur. Bunun barışçıl ve güle oynaya gerçekleşmemiş olduğunu; her kırbacın, el koyulan her toprak parçasının bir isyana yol açmış olabileceğini düşünmemek için hiçbir neden yoktur.

Antik toplumda uygarlıkla tanışan barbarın henüz kolektif hafızası taptazedir; o ilkel yalınlığın, eşitliğin, paylaşımcılığın, doğru dürüstlüğün izleri silinmemiştir. Gelenek görenekleri de, dinsel inançları da bunlarla şekillenmiştir.

Platon eski Yunan’da henüz soylarının tükenmediği bir dönemde onları şöyle anlatmıştır: “O günlerde bölünmeler ve savaşlar da yoktu. Bunun pek çok nedeni vardı. Her şeyden önce, bu ilkel insanların yalnızlığı onlarda birbirlerine karşı şefkat ve iyi niyet yaratmıştı. İkincisi, geçimlerini sağlayabilmek için birbirleriyle dalaşmalarını gerektiren bir durum yoktu, bazı özel durumlar dışında bolluk içinde yayılmışlardı. İlkel çağda bereketli topraklar yiyeceklerinin çoğunu onlara sunuyordu, bol miktarda et ve süte sahiptiler, öteki yiyecekler için ise avlanırlardı. Giyim, barınma, alet edevat bakımından da bolluk içindeydiler. Tanrı onlara demire ihtiyaç duymadan hayatta kalabilecekleri iki sanatı, dokumacılığı ve çömlekçiliği vermişti. Bu yüzden o günlerde insanoğlu ne çok yoksuldu, ne de yoksulluk insanlar arasında bir farklılığa yol açıyordu. Ama zengin de olamazlardı, çünkü ne altın ne de gümüş edinebilirlerdi. Ve yoksulluğun ya da zenginliğin olmadığı bir toplum, her zaman en soylu törelere sahiptir. Orada ne kendini büyük görme, ne adaletsizlik, ne çekişme, ne de kıskançlık vardır. Bu yüzden onlar, alçak gönüllü ve temiz kalpli dediğimiz türden iyi insanlardı. İyinin ve kötünün ne olduğu kendilerine gösterildiğinde, kendi yalınlıklarıyla doğru olduğuna inandıkları şeyi uygularlardı. Bugün olduğu gibi bir başkasının yalancılığından sahtekârlığından şüphe duymak, kimsenin aklında yoktu. Yasa koyuculara ihtiyaçları yoktu. O eski çağlarda yazı da yoktu. İnsanlar alışkanlıklarıyla ve atalarından devraldıkları geleneklerine göre yaşıyorlardı.” (9)

İnsan sınıflı toplum öncesindeki yaşamına öylesine tutkuyla bağlıdır ki, üstünden binlerce yıl geçtikten sonra ortaçağda bile isyanlarını, ütopyalarını o geçmişten aldığı esin üzerine kurmuştur. Sömürüyle yeni tanışan insan için bu haydi haydi böyledir. Sümer mitolojisindeki ya da Tevrat’taki cennet ve insanın cennetten kovuluşunun hikâyesi bunu anlatır. “Barbarın ‘Medeniyete Giriş’i, hem maddi (coğrafya), hem manevi (sosyal) bakımdan tam bir ‘Cennetten Kovuluş’ olmuştur… Manevi-sosyal bakımdan: Barbarın bir türlü unutamadığı, boyuna dönüp dolaşıp tekrar yaşadığı öntarih toplumu, ne kadar ilkel ve geri bir ekonomi düzeni olursa olsun, sosyal insan münasebetleri yönünce, medeniyetle kıyaslanamayacak kertede temiz ve yüksek bir kardeş rejimi, kankardeşliği sosyalizmi idi. Barbarlıkta medeniyetin imrendirici maddi zenginlikleri yoktu, ama medeniyetteki korkunç sınıf uçurumları, kölelik-efendilik rezillikleri de yoktu. İlkel sosyalizmin eşit kardeşlik Cennetinden çıkıp, petrollü Irak’ın katran kazanları gibi kaynayan medeniyet tezatları içine girmek, göklerdeki Cennetten ‘Hayır ve Şer Bilimi Ağacı’nın kazığı ile kazıklanmaktan ayırtsızdı.” (10)

Hesiodos’un “altın çağ”da anlattığı da, uygarlığa geçişini Mezopotamya’dan daha geç yaşayan Antik Yunan barbarının, insanların kaygısız ve dertsiz yaşadığı, her türlü nimetten ve bereketli topraktan yararlandığı eski günlere olan özlemidir.

Sınıflı uygarlık barbarı doğaya göre yaşamaktan koparıp yasalardan ve kurallardan oluşan çıkmazlara sokmuş, herkese yetecek kadardan fazlası varken, aç bırakmıştır. Kolektif hafızası, davranma gücü ve enerjisi henüz daha tükenmemişken, eski günlerin özlemini duymasından, bunun için isyan etmesinden daha doğal ne olabilir?

* * *

Egemenler için bugüne kadarki sınıf mücadelesi tarihi bir bakıma isyankâr barbarı ehlileştirme çabasının da tarihidir. Sömürüye ve baskıya karşı direnmenin, sınıfsız toplumun temiz havasını solumuş bu barbar atalarımızın “doğasından” devraldığımız bir güdü olduğu neden ileri sürülemesin ki? Binlerce yıldır bastırıla bastırıla, törpülene törpülene gelse de varlığını koruması, tam tükendi derken kırmızılar giyinmiş bir kadında, duran bir adamda yeniden canlanması başka neyi gösterir…

Bu dosyada antik çağın bilinen ilk halk isyanlarından önemli birkaç tanesini inceleyeceğiz. O zamandan bugüne, eşit ve adil bir yaşam için bazen geçmişi özleyip bazen gelecek düşü kuran insanın sömürüye karşı patlayıp sönen isyanları tek bir kesintisiz zincirse eğer, bunun ilk halkalarına uzanmaya çalışacağız.

Kaynaklar

1) Bertolt Brecht, “Okumuş Bir İşçi Soruyor”

2) Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Agora Yayınları, 2009,  s. 175.

3) Karl Marx, “Önsöz”, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay, 1979.

4) Friedrich Engels, “1888 baskısına önsöz”, Komünist Manifesto, Sol Yay, 1998, s. 102.

5) I. M. Diakonoff, “The Rural Community in the Ancient Near East”, Journal of the Economic and Social History of the Orient, Vol. 18, No: 2, Jun., 1975, s.121

6) Yuri Semenov, “Eski Doğu’nun Sosyoekonomik Rejimi”, İlk Sınıflı Toplumlar içinde, Birey Toplum Yayınları, s. 155.

7) I. M. Diakonoff, age, s.121

8) Vasili Struve, “Asyagil Üretim Tarzı Kavramı: Doğruluk ve Sınırlar”, İlk Sınıflı Toplumlar içinde, Birey Toplum Yayınları, s. 194.

9) Plato, Dialogues, Laws, The Online Library Of Liberty, http://www.hubertlerch.com/pdf/Plato_0813.pdf, s. 84-85.

10) Hikmet Kıvılcımlı, “Cennet”, Bilim ve Gelecek, Ocak 2006, sayı 23, s. 16