Marksizm, dine karşı savaşımda siyasal açıdan ılımlı, felsefi açıdan radikaldir. Dine karşı siyasal açıdan savaşmayı değil, esas olarak dini doğuran ekonomik-siyasal-kültürel koşulların ortadan kaldırılmasını savunur. Dolayısıyla yoksulların dini bayrak edinmesine bakarak, bu insanları ‘cahil’, ‘kültürsüz’ vb. diye eleştirmek yerine, toplumsal koşulları değiştirme mücadelesini merkeze koymak, dinsel kaderciliğe karşı en etkin yoldur.
Dünyada birçok Marksist, ateist olduğunu ileri sürüyor. Oysa ateizm, esas olarak burjuva felsefesinin bir unsuru, bütün dinler karşısında nötr olmayı öngören burjuva eşitliğinin bir önkoşuludur. Bu nedenle, sol camiada ateizm konusunda yaygın bir bilgisizlik vardır. Ve solcuların büyük çoğunluğu, komünistler ile ateistler arasındaki bazı farklılıklardan habersizdir. Marx ve Engels’in ateizme yönelik eleştirileri de bilinmez.
Din ve ateizm üzerine tartışmalar, Alman Aydınlanması içinde önemli tartışma konularından biri olmuştur. Marx ve Engels de gençlik dönemlerinde bu tartışma sürecini yaşarlar. 1835 yılında David Friedrich Straus’un (1808-1874) İsa’nın Yaşamı adlı eseri yayınlanır. Bu eserin yayınlanması büyük bir olay yaratır. Yaşlı Hegelciler, bu eserin ateizmi savunduğunu ileri sürerler ve devletin müdahale etmesi gerektiğini savunurlar. Fakat devlet müdahale etmez, tartışma devam eder. O dönemde hem yaşlı hem genç Hegelciler, bizzat kendi felsefelerinden çıkan sonuçların bilincinde değillerdi. Bazı Genç Hegelciler de, ateist suçlamalarını ilkin ret etmişlerdir; kendilerini Hıristiyan ve Protestan olarak adlandırdıklarını beyan ederler. Ne var ki, birkaç yıl sonra, bir bildiri yayınlayarak ateizm suçlamalarını kabul ederler. Tartışmalar devam eder; 1842 yılında, genç Hegelciler, “ateist ve cumhuriyetçi” olduklarını açıkça ilan ederler.
Ateizm tartışması konusunda, Spinoza, Fichte ve Feurbach gibi düşünürlerin etkisi olmuştur. Özellikle Hegel’in öğrencisi olan ve uzun dönem Hegel’i savunan Feuerbach, 1839 yılında Hegel felsefesini eleştirmiştir. 1842 yılında yayınlanan Hıristiyanlığın Özü başlıklı eseri şok etkisi yaratır. Engels, Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı eserinde kitaba dair şöyle yazar:
“Bu kitap hakkında bir fikir edinmek için, onun özgürleştirici etkisini bizzat yaşamış olmak gerekir. Coşku herkesi sardı: biz hepimiz, o anda ‘foyerbahçı’ olduk, Kutsal Aile’yi okurken, Marks’ın yeni görüşü nasıl bir coşkuyla selamladığı ve -bütün eleştirici kayıtlarına karşın- ondan ne derecede etkilendiği görülebilir.” (Engels, MEW Band 1, s.272)
Feuerbach, “insanı yaratan Tanrı değil, Tanrı’yı icat eden insandır” düşüncesiyle, dini, idealist açıdan ele alan idealizme önemli bir darbe vurur. Engels gençlik döneminde şöyle yazmıştı: “Din, insanın ve doğanın özünün ve içeriğinin boşaltılması, insanın özü olan yaratıcı özelliğinin doğa üstü bir güce, tanrıya aktarılmasıdır.” (Engels, MEW Band 1, s.543). İnsan, yitirdiği kendi özünü dinde arıyor. Dolayısıyla söz konusu olan şey, yitirmiş olduğu üretici ve yaratıcı özünü, yeniden insana kazandırmaktır. Marx ve Engels, insanın dinde kaybettiği yaratıcılığını, ateizmin insana geri vermeyeceğini savunarak, ateizmi eleştirirler.
Feurbach’tan etkilenmiş olan Marx-Engels, Kutsal Aile adlı eserde genç-Hegelci görüşlerle hesaplaşırlar. Önemli bir genç Hegelci olan Bruno Bauer’nun din ve siyaset konusundaki görüşlerini eleştirirler. Marx’a göre Bruno Bauer, dinsel biçimlere bürünmüş ateizmi savunmaktadır. Bruno Bauer’e göre ateizm, burjuva eşitliğinin bir koşuludur. Bu koşula göre, “ateizm, teizmin son aşaması” ve “Tanrıyı olumsuz bir şekilde kabul etme”dir.
Aşağıda göreceğimiz gibi Marx ve Engels, ateizmin negatif bir din olduğunu vurgulayacaklardır. Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda hem yaratılış teorisi hem de ateizm konusunda çok değerli ve ilginç akıl yürütmeleri vardır. Marx’a göre “insan, kendi kendisinin efendisi olduğu andan itibaren, kendini bağımsız bir varlık olarak görmeye başlar.” Ama -diyor Marx- bir başkasının lütfuyla (Gnade) yaşayan bir insan, kendini bağımlı bir varlık olarak görmektedir.
Marx burada iki şeye vurgu yapmıştır. Birincisi, insan kendisinin efendisi değil ve geçimi, yaşamını geçindirmesi bir başkasına bağlıysa, başkasına minnettarlık duyar. İkincisi, doğa ve insanın başka bir güç (Tanrı vb.) tarafından yaratıldığına inanıyorsa büyük bir sorun vardır ortada. Çünkü hem geçim kaynağını, hem de kendi varlığını, oluşumunu, yaratılışını kendisinin dışında bir güçte gören insanın düşüncelerini değiştirmek zordur.
“Bu nedenle -diyor Marx-, yaratma, halk bilincinden kovulması çok güç bir tasarımdır. Doğa ile insanın kendi başlarına varoldukları olgusu, onun için kavranılmaz bir şeydir; çünkü bu olgu pratik yaşamın tüm hissedilen elle tutulabilen yanlarına ters düşer.” (Marx, MEW Band 40, s.545).
Marx, dünyanın yaratılmış olduğunu ileri süren, yaratılış teorilerinin halkın bilincinden silinmesinin zor olduğunu vurgular. Ama Marx, dünyanın, evrenin doğaüstü bir güç tarafından yaratıldığını ileri süren inancın sarsıldığını da vurgular. Dünyanın kendi kendine oluştuğunu ileri süren bilim, yaratılış teorisine darbe vurmuştur. Dolayısıyla doğada her şeyin hareket ve değişim içinde olduğu, yaratıcıya gerek duymadan her şeyin kendini ürettiği görüşünden hareket edilir. Sonuçta doğada her şeyin “kendini ürettiği anlayışı, yaratma kuramının tek pratik çürütülmesidir.” (Marx, MEW Band 40, s.545) Marx, insanı ve doğayı kim yarattı gibi sorular hakkında şunları yazmıştır:
“Yalıtık bireye, Aristo’nun söylemiş bulunduğu şeyi söylemek gerçi kolaydır: ‘Sen baban ile annen tarafından dünyaya getirildin, sende insanı üretmiş bulunan şey, demek ki iki insanın çiftleşmesi, demek ki insanların cinsel bir eylemidir.’ Öyleyse insanın yaşamının, fizik bakımdan bile insana borçlu bulunduğunu görüyorsun.” (Marx, MEW Band 40, s.545).
“Beni kim yarattı” sorusu, Marx’ın mantığı açısından çelişkili bir sorudur. Açıklayalım. Bu soruyu sorduğuna göre sen varsın, ama benden hiçlikten nasıl yaratılmış olduğunu göstermemi istemen bir çelişki değil mi?
“Öyleyse gözünü sadece bir yön üzerine çevir, babamı dünyaya kim getirdi, onun büyük babasını dünyaya kim getirdi? … vb. diye kendine sorular sormakta devam ettiğin sonsuz süreç üzerine dikmemelisin. Aynı zamanda somut olarak gözle görülür olan ve çoğalmada insanın kendi kendini yinelemesi, öyleyse insanın hep özne kalması sonucunu veren çevrimsel hareketi de görmelisin.” (Marx, MEW Band 40, s.545).
Marx, oluşum ve yaratılış sorununun nasıl ele alınması gerektiğini açıklar. Marx’a göre sosyalist insan için, evrensel tarih denilen şeyin tümü, insan emeği tarafından yaratılmıştır. Aynı zamanda doğa da kendi kendisini yaratmış bir gerçekliktir. Dolayısıyla doğa ve insan, kendi kendilerini yaratmış gerçekliklerdir. Bu nedenle “doğanın ve insanın üstüne konmuş yabancı bir varlık, doğa üstü bir güç sorunu, pratik bakımdan olanaksız bir duruma gelmiştir.” Demek ki, doğa üstü yabancı varlık, maddi gerçekliği olmayan varlıktır. Dolayısıyla doğa üstü varlıkla ilgilenmek gereksizdir. Bu düşünceye dayanarak Marx ateizm konusunda şöyle söyler: Ateizm, artık anlamsızdır. Çünkü maddi olmayan bir gerçekliği, yabancı gücü inkar etmektedir; olmayan bir şey üzerine tartışma açmaktadır. Ve Tanrı’yı olumsuzlayarak, insanın varlığını kabul etmektedir. Yani ateizm, insanın varlığını, direkt olarak insanın kendi yaratıcılığına dayandırmaz; dolaylı yoldan, Tanrıyı reddederek, insanın varlığını kabul eden bir anlayışa sahiptir. Oysa Marx’a göre insanın ve doğanın gerçekliği, yabancı bir güce ihtiyaç duymamalıdır.
Marx’ın dediklerine yakından bakalım:
“Maddi olmayan yabancı gücün inkarı olarak ateizmin artık bir anlamı yoktur, çünkü ateizm, tanrının yadsınmasıdır ve bu yadsıma ile insanın varolmasını kabul eder; ama sosyalizm olarak sosyalizmin artık böylesi bir dolayıma gereksinmesi yoktur. O, öz olarak insanın ve doğanın teorik ve pratik duyulur bilinciyle başlar.” (vurgu Marx) (Marx, MEW Band 40, s.546).
Marx’a göre ateizm, boş soyutlama, soyut bir hümanizm, Tanrı’nın ve dinin soyut olumsuzlanmasıdır. Tekrar edelim ki, Marx, ateizmin negatif bir din olduğunu vurgulamaktadır. Ateizm konusuna Engels de değinir. 1884 yılının Temmuz ayında Edward Bernstein’e yazdığı bir mektupta şöyle der:
“Materyalizmin de idealizm gibi, her ikisinin de tek yanlı oldukları ve bunların daha üst bir birlikte bir araya getirilmeleri gerektiği konusu çok eskidir ve bu seni üzmemeli ve ateizmin, sadece bir olumsuzlamayı ifade ettiğini 40 yıl önce filozoflara karşı söyledik, yalnız şunu ekle: ateizm, sadece dinin yadsınması olarak ve sürekli dine dayanır, ki din olmadan kendisi hiçbir şeydir- bu yüzden ateizmin kendisi de hâlâ bir dindir.” (Engels, MEW Band 36, s.186).
Ateizm, tek yanlı ve soyut materyalizmdir; bu nedenle tutarsız materyalizmdir. Ateizmin din ile ortak yanları vardır: Din de ateizm de, gökyüzünü sorun edinirler, yeryüzünün gerçek sorunları onları gerçekten ilgilendirmez. Ateizm, olmayan bir şeyi sorun ettiği ve olmayan bir şey üzerine tartıştığı için kendisi de bir dindir.
Marx, dini, hem toplumsal hem de bireysel düzeyde ele almıştır. Marx’a göre din, hem belli toplumsal koşulların ürünü olan toplumsal bir düşünce sistemi, hem de bireysel bir bilinç biçimidir. Sol Hegelciler ve Feurbach, dinin sadece bireysel boyutunu ele alırlarken, dinin toplumsal boyutunu görmezlikten gelirler. Dolayısıyla Marx ve Engels, din konusunda burjuva bakış açısını aşmayan sol Hegelcileri, Bruno Bauer ve Strauss’u eleştirirler. Aynı zamanda Hegel’in idealizminden kurtulmasına rağmen, Feuerbach’ın antropolojik materyalizmini de eleştirirler.
Anarşistler, burjuva radikalleri ve din
Dini, dinsel bilinci, toplumsal ve bireysel açıdan iki boyutlu olarak ele alan Marx ve Engels, anarşistlerden ve burjuva demokratlarından da ayrılırlar. Marx, Bakunin’in din konusundaki görüşlerini eleştirmiştir. Marx, I. Enternasyonal’i, politik bir örgütlenme olarak görürken, Bakunin, Enternasyonal’in üyelerinin ateist olmaları gerektiğini dayatır. Marx ve Engels, ‘daha radikal’ gözükmek için dine karşı savaş açanları eleştirir. İşçi sınıfı partisinin programına ateist olduklarının konulmasını isteyenleri, dini güçlendirecekleri için, suçlarlar.
1793’de Fransız radikal burjuva devrimcileri, bir ‘genelge’ ile dini ortadan kaldırdıklarını ilan etmişlerdi. Talimatlarla dinin kaldırılacağı yanılgısına kapılmışlardı. Aynı yanılgı, sosyalizm saflarında da yaşandı. Örneğin Komüncülerin yenilgisinden sonra sürgünde yaşayan Blanquistler bir program yayınlarlar. Komünarların, insanlığı dinden ve Tanrı’dan kurtarmak istediklerini ve her çeşit dini yasaklayacaklarını ilan ederler. Engels, 1874 yılında yayınlanan “Flüchtlingsliteratur” (Mülteci Edebiyatı) başlıklı yazısında Blanquistler’in programından aktarma yapar: “Komünde din adamlarına ve dinsel ayinlere yer yoktur. Her çeşit dinsel örgüt yasaklanacaktır.” (Aktaran Engels, MEW Band 18, s.532).
Engels, daha radikal görünmek için ateist olduklarını ileri süren, parti ve komüne üye olabilmek için ateist olmayı şart koşan anarşist düşünceleri eleştirmektedir. Engels’e göre Blanquistler ve Bakuninciler arasında ortak bir yan bulunuyor. Her ikisi de daha aşırı eğilimleri temsil etmek isterler ve her biri diğerinden daha çok ateist görünmek ister. Engels, dine savaş açmanın budalalık olduğunu vurgular. Çünkü böylesi bir savaş, dine karşı yeniden ilgi duyulmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda dinin ömrünü uzatır. Bu nedenle Engels, dine karşı savaş açmayı işçi sınıfının siyasal görevi olarak yorumlamayı anarşist bir safsata olarak reddeder. Engels’e bakılırsa, dine karşı açık savaş ilan etmek, siyasal kumardan başka bir şey değildir.
Engels, dini, dinsel inancı, sanki zorla insana dayatılmış bir inanç gibi gören ve gösteren bu bakış açısını eleştirir. Dini ‘genelge’ ile ortadan kaldırmaya çalışan, dini yasaklamak isteyen tüm yaklaşımların burjuva bakış açısını aşamadığını vurgular. Marx’a göre ateizm, sadece dini ortadan kaldırmak isteyen teorik hümanizmdir, komünizm ise, özel mülkiyeti ve ondan kaynaklanan kötülükleri aşan pratik hümanizmdir. (Marx, MEW Band 40, s.583)
Engels, Anti-Dühring adlı eserinde Dühring’in felsefi, ekonomik, sosyalizm görüşlerinin yanında, onun din anlayışını da eleştirir. Çünkü Dühring, ‘dinin yasaklanmasını’ savunur. Bu anlayışa karşı çıkan Engels, Dühring’in sosyalist toplumda dinin yasaklanması yolundaki sözde devrimci görüşünü eleştirmiştir.
Engels, dini yasaklamak isteyen zihniyetin dini yeterince kavramadığına dikkat çeker. Engels’e göre burjuva toplumunda dinsel yabancılaşmanın gerçek temeli ve onun dinsel yansıması varlığını sürdürmektedir. “Yabancılaşmayı doğuran koşulları ortadan kaldıracak toplumsal eylem gerekir” diyen Engels’in bakış açısına göre, din kendiliğinden sönecektir. Engels, maddeci ve ateist olan Dühring’i tutarlı bir maddeci olmamak ve din ile din felsefesine açık kapı bırakmakla suçlar. Şöyle der Engels:
“Bay Dühring, dinin bu kendisine vaat edilmiş bulunan doğal ölümünü bekleyemez. Daha köktenci bir şekilde davranır. O, Bismarck’tan daha Bismarkçıdır; yalnızca Katolikliğe karşı değil, ama genel olarak tüm dine karşı ağırlaştırılmış Mayıs yasaları çıkarır (1873 Mayıs Yasaları: Bismarck’ın Katoliklere karşı savaşım için ‘Kulturkampf’ adı altında çıkardığı yasalar kastediliyor), gelecekteki jandarmalarını dinin izlenmesine gönderir ve böylece dinin şehitlik mertebesine yükselmesine ve ömrünü uzatmasına yardım eder.” (Engels, MEW Band 20, s.295).
Marx ve Engels, burjuva radikalizminin dini yasaklamaya eğilimli olduğunu, ama dini yasaklama politikalarının dini güçlendirdiğini ifade ederler. Örnek olarak Bismarck’ın uyguladığı politikaya dikkat çekerler. Bilindiği gibi Almanya’da Bismarck hükümeti, Katolik partiyi yasaklama siyaseti izledi. Bu yasaklamalar ise, dini daha da güçlendirmiştir. Aynı şey Türkiye’de de olmuştur, din üzerinde baskının, başörtü yasağının, dini daha da güçlendirdiği yaşanan deneyimlerle doğrulanmıştır.
Ayrıca Engels’in 1891 Erfurt Programı üzerine eleştirel notlarında şunlar yazılıdır:
“Devlet ve Kilisenin tamamen birbirinden ayrılması. İstisnasız bütün dinsel topluluklar devlet tarafından özel kooperatifler olarak muamele görürler. Kamusal olanaklardan herhangi bir şekilde desteklenmekten mahrum kalırlar ve kamu (öffentliche) okulları üzerindeki etkilerini kaybederler.”
Engels bu paragraftan sonra parantez içinde şu notu düşmüştür:
“Fakat, onlara kendi olanaklarıyla kendi okullarını kurmaları ve orada kendi saçmalıklarını öğretmeleri yasaklanamaz.” (vurgu Engels) (Engels, MEW Band 22, s.237)
Burada yeri gelmişken dinlere özgürlük sorununun ne anlama geldiğinin açıklanması gerekir. Bu nedenle iki soru cevaplandırılmalıdır. Birincisi dinlere özgürlük düşüncesi ne demektir? İkincisi, işçi sınıfı partisi, dine karşı savaşım sorununda nasıl bir çizgi izler?
Birçok sosyalist, “din ve vicdan özgürlüğü” sloganını sosyalizm adına savunur. Bu slogan, liberal düşünceyi sosyalizm sanan acemi sosyalistlerin sloganıdır. Marx, Wilhelm Liebknecht tarafından kaleme alınan esas olarak Lassalcı düşüncelere dayanan Gotha Programı’nda bir çok nokta yanında “İnanç Özgürlüğü” konusunu da eleştirmiştir. Bismarck’ın dine karşı yasakçı ve polisiye tedbirlerinden sonuç çıkaran Marx şunu önermektedir: “Herkes, polis burnunu sokmadan, dinsel ve bedensel gereksinmelerini yerine getirebilmelidir.” (vurgu Y.O.) Ama -der Marx- işçi sınıfı partisi şunu da ifade etmelidir:
“Burjuva vicdan özgürlüğü, olası her türden dinsel vicdan özgürlüğünün (vurgu Marx) hoş görülmesinden başka bir şey değildir ve o [işçi sınıfı partisi] daha çok vicdanları dinsel hayaletten (Spuk) kurtarmaya çabalar (vurgu Y.O.). Ama ‘burjuva’ düzeyi aşmayan popüler yol seçiliyor.” (Marx, MEW Band 19, s. 31).
Marx, dinlere özgürlüğü reddetmez, ama dinlere özgürlük talebinin burjuva düzeyi aşmadığını, dolayısıyla sosyalist bir talep olmadığını vurgular. Dinlere özgürlük, liberal bir taleptir; sosyalistler bunu reddetmezler, ama bununla yetinmezler. Çünkü gerçek sosyalist, sadece dinlere özgürlük talebini değil, aynı zamanda dinlerden özgürleşme talebini yükseltir.
Marx-Engels, dini sadece dogmatik bir inanç olarak gören ateizmi eleştirirler. Dini iki boyutlu olarak algılayan Marx, kapitalizmde dinin metafizik ihtiyaçlara cevap olabileceği düşüncesiyle, partinin üyeliği için, ateist olmayı şart koşmaz. Komünist parti, dinsel inançları olan insanlara da açıktır.
Din sorunu ve Lenin
Lenin, din konusuna çeşitli vesilelerle değinmiştir. Sosyalizm ve Din (1905), Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu (1909), Devlet ve Devrim (1917) adlı kitabı din konusunda önemli değerlendirmeler içerir. Lenin, bu yazılarında esas olarak din sorununa, işçi sınıfının siyasal mücadele perspektifinden yaklaşmıştır. Yani dinin işçi sınıfı hareketine getirdiği taktik sorunlarla ilgilenmiştir. Felsefe Defterleri’nde din sorununa felsefi yaklaşımının ipuçlarını görmek mümkün.
“Sosyalizm ve Din” başlıklı makalesinde iki temel sorunu ele alır. Birincisi, sosyalistlerin din karşısındaki tutumu; ikincisi, parti ile ateizm arasındaki ilişki sorunu. Rusya’nın özgün koşulları nedeniyle Çarlık Rusya’sı, dini afyon olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla Lenin, dinin, halkı uyutmak için afyon niteliğinde olduğuna yeniden dikkat çeker. Burjuvazinin, halkı uyutmak için dini güçlendirmek istediği de vurgulanır aynı metinde.
Lenin açısından din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal ihtiyaçtır. Lenin, ‘din özel sorundur’ görüşüne dikkat çeker; ama yanlış anlamaların önüne geçmek için ‘özel sorun’ konusunun nasıl anlaşılmasının açıklığa kavuşturulması gerektiğini vurgular. Lenin’e göre devlet açısından ele alındığı sürece din özel sorundur; ama -der Lenin-, “Sosyalist proletaryanın partisi açısından, din kişisel bir sorun değildir. Çünkü ‘ideolojik mücadele kişisel bir sorun değil, bütün Partinin, bütün proletaryanın sorunudur.” Lenin, dini özel alan ilan edip, dine karşı ideolojik mücadele sürdürmeyen anlayışı eleştirir.
Din ve devlet ilişkisi konusunda Lenin’in ne söylediğini Almancasıyla aktarıyorum:
“Din, devleti ilgilendirmemelidir, dinsel cemaatler devlet gücü ile bağlantılı olmamalıdır.” (Den Staat soll die Religion nichts angehen, die Religionsgemeinschaften dürfen mit der Staatsmacht nicht verbunden sein) (Lenin, Werke Band 10, s.71).
Ama yukarıda Almancasını aktardığım cümle bazı yayınevleri tarafından şöyle yanlış çevrilmiştir: “Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir.” Benim çevirdiğim cümleyi ve yayınevi tarafından yanlış çevrilmiş cümleyi karşılaştırdığınızda, anlam farkını göreceksiniz.
Lenin inanç özgürlüğü konusunda şunları yazar:
“Herkes istediği dini kabul etmek ya da etmemek, kural olarak her sosyalist gibi ateist olmakta özgür olmalıdır. Devlet vatandaşları arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılması kesinlikle kabul edilemez. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır.” (Lenin, Werke Band 10, s.71).
Lenin şöyle soruyor:
“Madem ki durum böyledir, o halde Programımızda ateist olduğumuzu neden açıklamıyoruz? Hıristiyanların ve öteki dinlere inananların partimize girmesini neden yasaklamıyoruz? Bu soruya verilecek cevap, din sorununda burjuva demokratları tarafından ortaya konuluşu ile Sosyal Demokratlar (Marksistler-b.n.) arasındaki ayrımı ortaya koymalıdır.” (Lenin, Werke Band 10, s.73).
Bu soruya verilen cevap, Marksistler ile burjuva-demokratları arasındaki farkı ortaya koymak açısından önemlidir. Lenin’e göre Marksistler din konusunda bilimsel görüşlere sahiptirler ve dinin toplumsal nedenlerinin bilincindedirler. Elbette dine karşı savaşı savsaklamıyoruz. Ama dinsel önyargıların ajitasyon veya propaganda yoluyla aşılacağını sanmak saflıktır:
“Dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. (…) İşte bu nedenle, eski önyargılarını henüz sürdüren proleterlerin Partimize katılmalarını engellemiyoruz ve engellememek zorundayız. Biz her zaman bilimsel dünya görüşünü öğütleyeceğiz ve çeşitli ‘Hıristiyanlar’ın tutarsızlıklarıyla savaşacağız. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir.” (Lenin, Werke Band 10, s.73).
Lenin, bir zamanlar Engels’in Alman sosyalistlerine verdiği öğüdün izlenmesi gerektiğini vurguluyor. Neyi öğütlemişti Engels? 18. yüzyıl Fransız Aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazılarının çevrilmesini ve geniş ölçüde yayılmasını önermişti. Kısaca Lenin, dine karşı açık siyasal savaşımı doğru bulmaz. Ayrıca partiyi ateist olarak görmek isteyen bir yaklaşım, siyasal bölünmelerden çok dinsel bölünmelere yol açtığı için, siyasal mücadeleye zarar verir. İşte bu nedenle “Programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız” diyor Lenin.
1905 Devrimi’nin yenilgisinden sonra parti içinde felsefi idealist eğilimler (Mach vb.) dinsel eğilimler (Gorki, Lunacharski vb.) ortaya çıkmıştır. Zamanla dini ve sosyalizmi uzlaştırma çabaları gündeme gelir. Özellikle Lunaçarksi, 1908 yılında yayınlanan iki ciltten oluşan Din ve Sosyalizm başlıklı eserinde ‘tanrısız bir din’i savunur. Bilimsel dünya görüşlerinin, insanın ihtiyacı olduğu bütün tinsel ihtiyaçları karşılayamayacağını ileri süren Lunaçarksi, fedakarlığı, sevgiyi ve umudu canlı tutmak için, Tanrısız bir dinin gerekli olduğunu düşünür. ‘Sosyalizm bir dindir’ propagandasını yapar. Lunacharski, dinsel biçime bürünmüş bir sosyalizm anlayışının, Rus halkı tarafından daha kolayca anlaşılacağı ve benimseneceğini düşünür. Hatta Marx’ın yeni bir din yarattığını ileri sürer. Gorki ise din ve sosyalizm ilişkisini bir romanında ele almıştır. Gorki ile dostluğuna rağmen Lenin, Gorki’nin dinsel eğilimlerini eleştirdi.
Din tartışması Duma’ya (meclise) da yansır. Lenin, Duma’da Bolşeviklerin milletvekili olan Surkov’un din konusundaki konuşması nedeniyle duruma müdahale eder ve Marksistlerin din karşısındaki tutumunu açıklayan bir makale yazar. “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu Üzerine” (1909) başlıklı makalesinde görüşlerini açıklar. Lenin, partiye sızmış olan dinsel düşüncelere, Lunacharski’nin ve Gorki’nin dinsel eğilimlerine karşı durur.
Sosyalizm ve din arasındaki ilişkiyi açıklamak için iki örnek seçen Lenin, birinci örnekte şu varsayımsal olayı anlatır: Diyelim ki, belirli bir bölgede ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan işçiler, iki ayrı sendikada örgütlenmiş olsun. Ve sendikanın biri, sınıf bilincine varmış ‘ateist’ olan Marksistlerin etkisinde, öteki sendikada ise, köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, Tanrı’ya inanan, kiliseye giden, hatta bir Hıristiyan sendikası örgütlemekte olan yerel papazın etkisinde geri kalmış işçiler olsun. Ve diyelim ki bu bölgede ekonomik mücadele bir grev sonucunu doğurmuş olsun. Bu durumda Marksistlere düşen görev ne olmalıdır? Şöyle açıklıyor Lenin:
“Marksist, grevin başarıya ulaşmasını ön planda tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmak gibi yükümlülüğe sahiptir.” (Lenin, Werke Band 15, s.409).
Böylesi durumlarda ateist propagandanın dine destek verdiğini şöyle gerekçelendirir:
“Ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına göre bölünmelerini isteyen papazlara destek olmak demektir. Ne olursa olsun tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardım ediyor demektir.” (Lenin, Werke Band 15, s.410).
Lenin, bu örnekten sonra bir papazın vb. Marksist bir partiye üye olup olamayacağı sorununu ele alır. Lenin’e göre Hıristiyan bir papazın, Marksist bir partiye üye olması mümkündür. Parti programına karşı çıkmayan, partinin siyasal çalışmalarına katılan, parti görevlerini yerine yetiren bir papazın Marksist bir partiye katılması olumludur. Lenin açısından partinin programı ve papazın dinsel inançları arasındaki çelişki, papazın kişisel çelişkisidir. Lenin’e göre Marksistlere düşen görev:
“…dinsel inancı olanları partiye kaydetmeye çalışmaktır. Onların dinsel inançlarına karşı çıkmamalıyız, ama onları kendi programımızın ruhuna uygun olarak eğitmek için, programımıza karşı etkin bir mücadeleye yol açmamak için bu tür işçileri saflarımıza kaydetmeliyiz. Parti içinde düşünce özgürlüğüne hak tanırız. Ancak bu özgürlük, gruplaşma özgürlüğüyle belirlenen sınırlı bir özgürlüktür.” (Lenin, Werke Band 15, s.410)
Ama eğer papaz, parti içinde din propagandası yapmaya kalkışırsa, parti onu kesinlikle ihraç etme hakkına sahiptir. Lenin, dine karşı açık savaş yürüten ateist anarşistleri ve dine karşı mücadeleyi ihmal eden oportünistleri eleştirir. Marksistlerin din konusunda her iki kesimle aralarına bir sınır çizgisi çekmesi gerektiğini vurgular.
İkinci örnek olarak Lenin, “sosyalizm benim dinimdir” söyleminin kimin tarafından nasıl söylendiği konusunu ele alır. Lenin, bu söylemde iki yaklaşımı inceler. Birinci yaklaşımı şöyle tarif eder: Diyelim ki, Marksist partinin bir üyesi, ikili bir konuşmada veya bir grup karşısındaki konuşmada “sosyalizm benim dinimdir” diyerek sosyalizm propagandası yapsın. Bu yaklaşımın sahipleri yargılanmalı mı? Bu soruya “Hayır” cevabı veriyor Lenin. Gerçi “sosyalizm benim dinimdir” sözü Marksizmden ve sosyalizmden bir sapmadır, ama bu sapma şu durumlarda kabul edilebilir: İşçi kitleleri karşısına çıkıp konuşan bir ajitatörün vb, sözlerini daha iyi anlatmak, konuya daha kolay girmek, sosyalizmi geri kalmış kitlelerin alışık oldukları çerçeve içinde aktarabilmek amacıyla “benim dinim sosyalizm”dir konuşması bir nebze kabul edilebilir.
Fakat ikinci yaklaşım kabul edilemez. Lenin ikinci yaklaşımı şöyle değerlendirir: Lunacharski ve arkadaşları, yazar olarak “Tanrı yaratmak”tan ya da Tanrı yaratan sosyalizmden söz ediyorlar. Bu durum, birinci yaklaşımdan çok daha başka bir olaydır. Birinci yaklaşımda ajitatörün ifadesi, “dinden sosyalizme geçişin biçimidir’; ikinci yaklaşımda yazarın söylemi, ‘sosyalizmden dine geçişin biçimidir.”
“Benim dinim sosyalizmdir” konusuna açıklık getiren Lenin, “din özel sorundur” konusunu da ele altır. Lenin, Avrupa’da özellikle Almanya’da oportünistlerin “din özel sorundur” meselesini çarpıttıklarını vurgular. Gerçi burjuvazinin, işçi sınıfı kitlelerinin dikkatini sosyalizmden uzaklaştırmak amacıyla Almanya’da dine karşı giriştiği mücadele (Bismarck’ın mücadelesi), bugün Batılı Marksistlerin din savaşına ‘kayıtsız’ duruma gelmelerine yol açmıştır. Çünkü ‘din özel sorundur’ denilip, dine karşı ideolojik mücadele savsaklanmıştır. Lenin’e göre devlet açısından bakıldığında özel sorundur; ama Marksist parti açısından dinin özel sorun olmadığına sık sık vurgu yapılmalıdır.
Lenin, yazısının sonunda Bolşeviklerin Duma’daki (Meclis) grubu hakkında şunları yazar:
“Duma grubumuz, Duma kürsüsünden dinin halkın afyonu olduğunu açıklamak ve böylelikle Rus Sosyal Demokratlarının (Marksistlerin Y.O) din konusundaki bütün sözlerine temel sağlamakla doğru davrandı. İşi daha ileri götürüp, ateizm tartışmasının ayrıntılarına inmeleri gerekir miydi? Gerektiği kanısında değiliz. Böyle bir tutum, proletaryanın partisini din mücadelesini abarttığı gibi bir tehlike getirebilir, din konusunda burjuvazinin mücadelesi ile sosyalist mücadele arasındaki ayrımı gözden silebilir.” (Lenin, Werke Band 15, s.414). Almanya Marksist partisinin 1891 Erfurt Programı’nda “Din özel sorundur” görüşü yanlış yorumlanmıştır. Lenin, üstü örtülü olarak bu konuda Engels’i şöyle eleştirir: Sadece devlet karşısında dinin özel sorun olması gerekirken, Marksist parti açısından da dini özel sorun olarak gören oportünizme çatarken oldukça ılımlıdır Engels.
Lenin, Devlet ve Devrim adlı kitabında din sorununda Engels’in görüşlerine yeniden başvurur:
“Engels’in, gene devlet sorununa bağlı olan, söz arasında bahsettiği bir başka görüşü de, dinle ilgilidir. Alman sosyal-demokrasisinin, batağa battıkça, daha çok oportünistleştikçe, kendini ünlü, ‘din özel bir sorundur’ formülünün yanlış ve burjuvaca bir yorumuna daha sık düştüğü bilinir. Yani: bu formül, din sanki devrimci proletaryanın partisi içinde de özel bir sorunmuş gibi yorumlanıyordu!! Engels, proletaryanın devrimci programına bu kesin ihanete cephe aldı. 1891’de, partisi içinde ancak çok güçsüz oportünizm tohumları gözlemleyebilen Engels, düşüncelerini aşırı bir sakıncayla açıklar.” (vurgu Lenin) (Lenin, Werke 25, s.463).
Engels, Komün’ün 20. yılı nedeniyle Marx’ın Fransa’da İç Savaş isimli kitabına yazdığı Giriş’te şöyle der: Komün, “devlete göre dinin özel sorundan başka bir şey olmadığı ilkesini” gerçekleştirmiştir. Lenin ise bu konuda şöyle yazar:
“Engels, ‘devlete göre’ sözcüklerinin altını özellikle çizmiştir; böyle yapmakla, dinin partiye göre özel sorun olduğunu bildiren ve böylece devrimci proletaryanın partisini, hiçbir din olmamasını kabul etmek isteyen, ama partinin: halkı alıklaştıran din afyonu ile savaşma görevinden el çeken en bayağı küçük-burjuva ‘özgür düşünür’ü düzeyine düşüren Alman oportünizmine doğrudan bir vuruş indiriyordu.” (vurgu Lenin) (Lenin, Werke 25, s.464).
Lenin, dine karşı açık savaşımı ileri süren anarşistlerin ve burjuva radikallerin görüşlerini eleştirirken, dine karşı felsefi ve ideolojik savaşımı ihmal eden oportünistleri de eleştirir. Marksizm, dine karşı açık savaşım yürütmediğinden, siyasal mücadele alanında dine karşı daha ılımlıdır; ama felsefi ve ideolojik alanda daha radikaldir. Lenin’e göre, “Din konusunda Marksizmin görünüşteki ‘ılımlılığının’ kimseyi ürkütmemek vb. endişesinden doğduğunu düşünmek çok yanlış olur. Tam tersine bu konuda da Marksizmin siyasal çizgisi, felsefe ilkeleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.” Dine karşı mücadele gereklidir, ama dinle nasıl savaşacağımızı bilmeliyiz, bunu yapabilmek için de inancın ve dinin kökenini kitlelere maddeci bir biçimde açıklamalıyız.
Sosyalistler ve din
Şu olguyu saptamak önemlidir: Marx’ın dine yaklaşımı ile burjuva demokratları ile anarşistlerin dine yaklaşımı birbirinden çok farklıdır. Burjuva demokratları dini yasaklamak isterken, Marx ve Engels dinin yasaklanmasına karşı durmuşlardır. Dini doğuran toplumsal koşulları ortadan kaldırmadan dini yasaklamak, hem dini güçlendirir hem de dinin ömrünü uzatır.
Burada şu soru ortaya çıkar: Dine karşı ideolojik mücadele verilmemeli mi? Düzeni meşrulaştıran tüm düşüncelere karşı mücadele veriliyorsa, dine karşı mücadele edilmesi gerekir; ama dine karşı savaşım, açıktan bir savaşım biçiminde olmamalıdır. Peki nasıl olmalı? Engels, yukarıda da belirtildiği gibi, dine eleştirel yaklaşan Aydınlanmacıların eserlerinin çevrilmesini ve yayınlanmasını öneriyor.
Türkiye’de burjuvazinin din karşısında yasakçı ve radikal tutumu dini daha da güçlendirmiştir. Türkiyeli aydınlar ve askeri bürokrasi esas olarak Fransız Aydınlanma düşüncesinden etkilenmiştir. Fransız Aydınlanmacılarının din konusundaki görüşleri, tek boyutludur; dini doğuran toplumsal zemin açıklanmadan, dinin esas olarak cahillikten kaynaklandığı ileri sürülmüştür. Eğitim ve kültür yoluyla dinsel cahilliğin aşılabileceği yanılsaması kanaatimce Türkiye’de bugün de yaygındır. Görünüşe ve yüzeysele saplanıp kalan bu bakış açısı sahipleri, kültür ve eğitimin gerçek zemini üzerine kafa yormamışlardır. İnsanların cahilliği toplumsal nedenlere değil, kültür ve eğitim eksikliği gibi nedenlere dayandırılmaktadır. Yanlış olan budur.
Dine karşı yaklaşım konusunda her ülkenin kendine göre özgün bir yaklaşımı olması doğaldır. Başka ülkelerdeki deneyleri birebir kopyalamanın bir anlamı yoktur. Elbette teoride doğru olan şeyleri, pratikte uygulamak her zaman mümkün değildir. Hayat bazen doğru teoriye uymayan pratikleri dayatabilir. Ama pratiğe boyun eğerek var olan pratiği teori düzeyine yükseltme çabası yanlıştır. Çünkü teorik ilkelere dayanmadan sürdürülen kendiliğindenci pratik esasta mevcut burjuva sistemini güçlendirir. Ama yaşamın zengin ve karmaşık sorunlarını da teorinin dar (Grek mitolojisindeki Procrustes) yatağına sığdırmak yanlıştır.
Sosyalizm ve din arasındaki ortak ve farklı yanlar
Engels, “İlk Hıristiyanlığın Tarihi Üzerine” başlıklı makalesinde Hıristiyanlık ve sosyalizm arasındaki ortak yanlara işaret eder: “İlkel Hıristiyanlık tarihinin, modern işçi hareketiyle ortak noktaları var. İşçi hareketi gibi Hıristiyanlık da başlangıçta ezilenlerin hareketiydi; ilkin kölelerin ve özgür kölelerin, yoksulların ve haklarından yoksun olanların, Roma tarafından boyunduruk altına alınmış ya da paramparça edilmiş halkların dini gibi ortaya çıktı. Her ikisi de, işçi sosyalizmi gibi, Hıristiyanlık da, kölelikten ve yoksulluktan gelecekte bir kurtuluşu öğütlerler; Hıristiyanlık bu kurtuluşu, öte dünyaya, ölümden sonraki yaşama, cennete bırakır; sosyalizm, insanın kurtuluşunu, bu dünyaya, toplumun dönüştürülmesine dayandırır. Her ikisi de kovuşturulur ve kovalanır, taraftarları hor görülür ve özel yasalara tabi tutulurlar; birileri, insan soyunun düşmanı olarak, ötekileri dinin, ailenin, devletin ve toplumsal düzenin düşmanları olarak. Ve bütün kovuşturmalara rağmen, hatta bu, direkt olarak bunların desteğiyle, ikisi de, başarılı ve durdurulamaz bir şekilde ilerlerler.” (Engels, MEW Band 22, s.447).
Engels’in sosyalizmin ‘durdurulamaz bir şekilde ilerlediği’ görüşü, mekanik bir düşünce gibi görünüyor; sosyalizmi engelleyen ideolojilerin (din, milliyetçilik, egoizm vb.) gücü küçümseniyor. Ayrıca Michael Löwy, Hıristiyanlık ve sosyalizm arasında paralellik kuran Engels’i eleştirir: “Engels, bu ilkel Hıristiyanlık ile modern sosyalizm arasında şaşırtıcı bir paralellik kuracak kadar ileri gitti: a) her iki büyük hareket, şefler ve peygamberler tarafından değil, kitle hareketi tarafından oluşturulur; b) her ikisi de, ezilen, cezalandırılan, haklardan yoksun bırakılan ve yönetenlerin ağına düşmüş çok sayıda insanın hareketidir; c) her ikisi de, kölelikten ve sefaletten hemen kurtulmayı vaaz eder.” (Micheal Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzere, s. 49). Löwy, kitabında din konusunu incelemesine rağmen, kapitalizm öncesi dönemdeki din ile kapitalizm dönemindeki din arasındaki ayrımın farkına varamamıştır.
Din ve sosyalizm arasındaki ortak yanların olduğu görüşü, geçmiş tarihsel deneyler tarafından doğrulanmıştır. Engels, Almanya’da köylü savaşlarında köylülerin kendi sınıf çıkarlarının “dinsel biçimlere büründüğüne” dikkat çeker. Bu nedenle sadece bayraklara bakarak sosyal hareketleri incelemek eksik bir yaklaşımdır.
Diğer ilginç bir konu şudur: Materyalizm her zaman ilerici, din veya idealizm her zaman gericidir görüşü de doğru değildir. Çünkü bazen materyalizm gericilerin bayrağı, din veya idealizm de ezilenlerin bayrağı olmuştur. Yani materyalizm ve din arasındaki karşıtlık, devrim ve gericilik arasındaki karşıtlıkla özdeş değildir. Örneğin İngiltere’de materyalizm, aristokrasinin, gericiliğin ideolojisi haline gelirken, ezilen alt ve orta sınıf, krallığa karşı devrimci mücadelesinde Protestanlık dinini kendine bayrak edinmiştir. Hobbes, materyalist felsefeyi savunmasına rağmen, siyasal açıdan gericiydi; mutlak monarşiyi savunmuştu. Marx, Kutsal Aile’de İngiliz materyalizmini incelerken Hobbes’in materyalizmi hakkında şöyle der: “Fiziksel hareket mekanik veya matematiksel harekete kurban edilir; geometri ana bilim olarak ilan edilir. Materyalizm insan düşmanı olur.” (Marx, MEW Band 2, s.136) Bu nedenle krallığın ideolojisi haline gelen Hobbes’in materyalizmi, ilerici burjuvazi için tiksinç bir öğreti olarak kaldı ve burjuvazi Protestanlık dinini bayrak olarak kullandı. Ama ilerici amaçlar için kullanılan din, çok geçmeden burjuvazi tarafından ‘aşağı sınıfların’ başkaldırmaması için kullanılan bir araç haline getirildi. Dinin iki boyutlu olması, dinin diğer iki özelliğini de açıklar: Din, bazen ezilenlerin bayrağı; bazen de ezenlerin elinde halkı uyutan bir afyondur.
Dinin geleceği
Dinin geleceği var mı? Dinler aşılacak mı? Dinler gereksiz hale gelecek mi? Hangi koşullarda dinin gereksiz hale gelmesi mümkündür?
Fransız Aydınlanmacıları ‘akıl çağı’yla birlikle dinlerin ortadan kalkacağını düşündüler. Ama bazı ideolojilerin inatçı olduğu ve ömrünü uzatmayı başarabildiği, artık bilinen bir gerçektir. O halde dini yaşatan toplumsal, bireysel, bilgi-bilimsel nedenlerin araştırılması önemlidir. Din, insanın düşüncesinde ve hislerinde derin kökleri olan bir olgudur. Din, insanlık tarihinin tanıdığı en ütopik ve metafizik olgulardan biri olarak, sürekli kendini üretme özelliğine sahiptir.
Dinin iki boyutlu olduğunu vurgulamıştık: 1) Toplumsal yaşam biçimi olarak din. 2) Psikolojik veya metafizik bir ihtiyacın ifadesi olarak din. Kapitalizm öncesi toplumda din, toplumu ve bireyi yönlendiren genel bir teori ve bir üstyapı kurumu idi. Kapitalizmle birlikte din dönüşüm geçirmiştir. Kapitalizmde dinin kaynağı, esas olarak ideolojik fetişizm değil, meta fetişizmidir. Kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki çaresizlik, paranın gücü, doğa yasasıymış gibi gösterilen pazar, pazar ekonomisi vb. dinsel düşünceler için zemin hazırlar.
Marx’a göre ‘din, aile, devlet, hukuk, ahlak, bilim, sanat, vb.’ üretimin sadece özgün biçimleridir. Ama ideolojik biçimler, varlıklarını daha uzun zaman sürdürebilmektedirler. Toplumsal kaynakları ortadan kaldırılsa bile, din gibi ideolojiler yeni biçimlere bürünerek kendini sürekli var edebilmektedir. Çünkü dinin kökleri, sadece maddi toplumsal ilişkilere indirgenemez. Dinin, başka kökleri de vardır. Dinlerin ortaya çıkışının, ekonomik, siyasal, kültürel köklerinin yanında, epistemolojik kökleri vardır. Buna ilk dikkat çeken, kanımca Lenin’dir.
Hegel felsefesini inceledikten sonra Lenin’in diyalektiği daha derinlemesine kavradığı kabul gören bir görüştür. Lenin, Felsefe Defterleri başlığı altında yayınlanan eserinde, felsefi idealizmin ve dolayısıyla dinin, epistemolojik (bilgibilimsel) kökenlerine, tek-yanlılığa vurgu yapar. Aristoteles’in Metafizik adlı kitabından çıkarmış olduğu özette, Aristoteles’in Platon’nun İdealar teorisini eleştirdiği bölümde Lenin, bir not düşüyor. Almanca’dan aktarıyorum:
“İnsan bilgisinin bölünmesi (Spaltung) ve idealizmin (=dinin) olasılığı zaten ilk elemantar soyutlamanın içinde verili bulunmaktadır. (İnsan) anlağının (Verstand) tekil şeylere yaklaşımı, nesnenin izdüşümünün (=kavram) imal edilmesi, basit, dolayımsız, bir aynadaki gibi ölü değil, bilakis karmaşık, iki taraflı, zikzaklı, fantezinin (hayal gücünün) yaşamın üstünde uçarak yükselmesini içeren bir süreçtir; hepsi bu değil: Soyut kavramın, soyut İdenin fanteziye (son çözümlemede=Tanrı) dönüşümü (ve bir de bunun üstüne gelen insanın bilincine varmadığı dönüşüm) olasılığı. Çünkü en basit genellemede, en elemantar genel İde’de (genel olarak ‘masa’) bile belirli bir parça hayal gücü bulunmaktadır. (Vis versa), en katı bilimlerde bile, hayal gücünün rolünü inkar etmek, anlamsızdır.” (Lenin, Werke 38, s.352-353).
Bu zor anlaşılan pasajı yorumlamaya çalışalım: İnsan, maddi dünyadan soyutlama yoluyla bilince, kavramalara vb. ulaşır. Bu soyutlamanın kendisi idealizm olanağını içerir. Çünkü soyutlama yöntemi, insan bilgisini ikileştirme eğilimi içermektedir, yani bilincin nesnesi ve öznesini birbirinden ayırmaktadır. Bu nedenle bilinç, kavramlar vb. yaşamdan bağımsız, sanki sadece beynimizin ürünleri gibi görünürler. Öte yandan soyut kavramların, fanteziye (örneğin Tanrıya) dönüşme olasılığı, soyutlamanın kendisinde içerilmiştir.
Kanımca idealizmin kökleri, bilgi teorisindeki tek yanlılığa dayanmaktadır. İdealizm bilinçten hareket eder. İnsanın düşündüğü şeyi gerçekleştirme çabasında, bilincin belirleyici olduğunu ileri sürer. Bu yanıyla idealizm yanlış değil, eksiktir. Bilinçten hareket eder, ama bilinci doğuran maddi koşulları görmezlikten gelir.
Lenin, Hegel’in felsefesini özellikle onun Mantık Bilimi’ni inceledikten sonra, kendisi de daha önceki mekanik materyalizm anlayışından kurtulur, diyalektik anlayışını daha da geliştirir. “Diyalektik Sorun Üzerine” başlıklı yazısında idealizmin epistemolojik kökleri konusunda son derece değerli bir düşünceyi formüle eder. Lenin’e göre diyalektik, canlı ve çok-yanlı bilgi teorisidir. Diyalektik, metafizik maddeciliğe oranla ölçülemez derecede zengin bir içeriğe sahiptir. Lenin açısından bu metafizik maddeciliğin temel yeteneksizliği, beceriksizliği, diyalektiği bilgi teorisine uygulayamamasıdır. Ve kaba materyalizmi şöyle eleştirmeyi ihmal etmez:
“Kaba, basit, metafizik materyalizm açısından felsefi idealizm, sadece saçmalıktır. Buna karşılık diyalektik materyalizmin bakış açısından felsefi idealizm, bilginin, tek-yanlı, abartmalı, doğadan kopartılmış olarak gelişmesinin ürünüdür. Felsefi idealizm tanrıya, papalığa götürür. Ama felsefi idealizm, diyalektik olan bilginin, tek-yanlı olarak ele alınması, diyalektik bilginin nüanslarından biridir. İnsan bilgisi doğru bir çizgi değildir, insan bilgisi, bir daireler dizisine, bir sarmala sonsuz bir şekilde yaklaşan eğri bir çizgidir.” (Lenin, Werke 38, s.344).
Lenin’e göre “tek bir çizgi izleyerek ilerleme, tek-yanlılık, katılık, kemikleşme, öznellik vb’, tüm bunlar ‘idealizmin epistemolojik kökleridir.” Görüldüğü gibi, felsefi idealizmin ve dinsel düşüncelerin kökleri hem toplumsal koşullarda hem de epistemolojik yetersizliklerde yatmaktadır. Toplumsal koşulları değiştirmek tek başına yetmiyor, aynı zamanda insanların hayatı bütünüyle diyalektik açıdan çok yönlü olarak kavrayabilmesi gerekir.
Öte yandan insanların, psikolojik ve bazı metafizik ihtiyaçlara gereksinim duyduğu deneyler tarafından da doğrulanmaktadır. Örneğin bizzat sosyalist hareketler ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, çeşitli sembolleri (orak-çekiç, kızıl bayrak, ulusal önderlerin portreleri vb.) kullanmaktadırlar. Çeşitli spor dallarında taraftarların belli renkleri ve sembolleri kullanmaları, psikolojik, metafizik bir ihtiyacın ürünü değil mi? Dolayısıyla şu soru akla takılmaktadır. Kapitalizm aşılsa da, toplumsal gerçekliğe denk düşmeyen ideolojik biçimler (dinin değişik biçimi) semboller vb. olarak varlığını sürdürecek midir? Sömürü ilişkileri ortadan kalksa bile, toplumsal olarak yaşayan insanların değişime uğramış metafizik ihtiyaçlarına uygun yeni ideolojik biçimler, semboller yaratması mümkündür. Öyle görünüyor ki, insanın metafizik ihtiyaçları değişik biçimlerde (insanın kendini yeniden tanımlaması, yeni toplumsal kimlik araması vb) varlığını sürdürecektir.
Sonuç olarak
Marx ve Engels tarihsel materyalist teorinin temellerini attılar. Teorilerini oluştururken bir yandan aydınlanma felsefesinden etkilendiler, öte yandan özellikle politik ekonomi alanında aydınlanma felsefesinden koptular. Tarihsel materyalizmi yaşatmanın yolu, Marx’ı bir peygamber ve Kapital’i de kutsal kitap olarak görmek değildir. Tersine Marx’ın düşüncelerini ileriye götürmek, teoriyi geliştirmektir. Lenin, Marx’ın teorisini özellikle siyasal alanda ileri götürdü, teoriye katkıda bulundu. Ama hayatın bazı alanları, örneğin kültür alanı üvey çocuk muamelesi görmüştür. Dolayısıyla kültürcülük gibi eksik ve yanlış teoriler daha egemen hale gelmiştir. Üstyapıyı birebir ekonominin uzantısı olarak gören mekanik materyalizmin kültür, dil, din, ulus vb gibi çeşitli alanlarda araştırmaları kısırlaştıran bir etkisi olmuştur. Lenin, zeki idealizm maddeci diyalektiğe, kaba, mekanik materyalizmden daha yakındır diyerek mekanik materyalizmin sınırlarına ve verimsizliğine vurgu yapmıştır. Bu nedenle, kaba, mekanik materyalizme karşı felsefi mücadele her zamankinden daha büyük önem kazanmaktadır.
Marksizm, dine karşı savaşımda siyasal açıdan ılımlı, felsefi açıdan radikaldir. Dine karşı siyasal açıdan savaşmayı değil, esas olarak dini doğuran ekonomik-siyasal-kültürel koşulların ortadan kaldırılmasını savunur. Dolayısıyla yoksulların dini bayrak edinmesine bakarak, bu insanları ‘cahil’, ‘kültürsüz’ vb. diye eleştirmek yerine, toplumsal koşulları değiştirme mücadelesini merkeze koymak, dinsel kaderciliğe karşı en etkin yoldur.
Toplumsal koşulları değiştirebilmek için, yoksullar ve ezilenler için yeni stratejilerin geliştirilmesi günümüzün en acil sorunlarından biridir. Bu noktada asıl sorun, baskıcı rejimlerin meşrulaştırılmasında ‘dinin ayfon olarak’ kullanılmasına karşı, ‘dindeki isyancı potansiyelin’ nasıl geliştirileceği sorunudur. Marksistleri, dinleri yasaklamak isteyen ‘kötü’ insanlar olarak göstermeye çalışanların argümanlarını çürütmek önem kazanmaktadır.
Dinin mevcut koşullara karşı protesto olma yanının, egemen sınıflara karşı mücadelede ideolojik bir silah olarak nasıl bir işlev göreceğinin araştırılması önemlidir. Sosyalist sol, anti-kapitalist İslamcılarla bu açıdan belirli ittifak kurmakta çekinmemeli. Günümüz koşullarında dinin, sağcı ve gerici yorumlarına karşı dinin isyancı potansiyelini bir araç olarak kullanarak, dinin tutucu özelliğine karşı ideolojik mücadele önem kazanmaktadır. İslam’ı, zaman, mekân ve toplumsal koşullara göre şekillenen ve sürekli değişen dinsel bir üstyapı olarak gören İslamcı filozofların görüşlerinden yararlanmayı bilmek gerekir. İslam’ı, kültürlerin çokluğunu ve çeşitliliğini ifade eden bir din olarak değerlendiren İslamcı görüşleri inceleyerek dinin gerici yorumlarına karşı mücadele önemlidir. Kitlelerin devrimci bir bilinç kazanması için ve emekçi insanın özne olarak ortaya çıkabilmesi için ideolojik savaşımı ustaca yürütmek ve geleneklerden yararlanmak, devrimcilerin görevidir. Bunu yaparken, liberalizm ile Marksizmin dine yaklaşımını birbirinden ayırmak, sınır çizgisini bulanıklaştırmamak gerekir. Liberalizm, dinlere özgürlük isterken, Marksizm, dinlere özgürlüğü reddetmez, ama esas olarak dine ihtiyaç duymayan bir toplum yaratmayı ve dinlerden özgürleşmeyi savunur.