Skolastik felsefe 10. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar etkin oldu. Doğruları dinin dogmalarında arayan bu okul felsefesi zamanla yeniçağ düşüncesini yaratacak olan düşünce yeniliklerini de kendi içinde geliştirerek ileriye açıldı ve giderek yerini yeni düşüncelere bıraktı. Karolenjler Rönesansı’ndan Skolastik Rönesansı’na ve Skolastik Rönesansı’ndan asıl Rönesans’a uzanan çizgide dogmacı düşünceden felsefi düşünceye doğru yavaş ama köklü bir dönüşüm gerçekleşti.
Felsefe Ortaçağ’ın ilk döneminde yani 5. yüzyılla 11. yüzyıl arasında kiliselerde ve manastırlarda gelişen dogmacı eğilimler çerçevesinde hıristiyan inancının buyruğuna girmiş ve edilgin bir düşünme biçimi olup çıkmıştı. Bunu felsefenin durağanlaşması, asıl işlevinin dışına çıkması ve donuklaşarak etkisini yitirmesi olarak anlayabiliriz. Ama bu zaman diliminde felsefe tümüyle yok olup gitti demek aşırıya kaçmak olur. Başlangıçta düşüncenin iyiden iyiye kısırlaştığı dönemde hıristiyanlık ortamı Aziz Paulus’un (MS 1. yüzyıl) görüşleriyle yetinmek zorunda kaldı. Aziz Paulus yunan kültürüyle yetişmişti, onda Stoa’nın özellikle de Epiktetos’un derin etkileri vardı. O her kesimden kadın erkek herkesi birleştirmeye çalışıyor, her şeyin Tanrı’dan geldiği bir dünyada herkese dinginliği ve gönül genişliğini öneriyordu. Hıristiyanlar İsa’yı yunan değerleriyle bağdaştırmanın akla yatkın bir iş olmadığını zamanla anladılar. Paganlar tanrısal gerçekliği bütün bir varlığa yayarken hıristiyanlar onu Üçleme’de sınırlıyorlardı. 325’de İznik Konsili Baba’yla Oğul’un aynı tözden olduğunu benimsedi: onlar ayrı tözler olamazlardı. Tanrısal gerçeklikte bir sıradüzeni olamazdı.
Eskiçağ sonuna yaklaşıp ortaçağ koşulları ufukta göründüğünde paganlığın da sonu gelmiş gibiydi. İskenderiye’li Plotinos (205-270) hıristiyan olmamakla birlikte hıristiyan inancına temel olacak felsefi öğretiyi hazırlamıştı. Bu öğreti zamanın koşullarında Platon’culuğun tektanrıcı anlayışa uygun bir yorumuydu. Yaşam biçimleri ve üretim koşulları büyük ölçüde değişiyordu. Bundan böyle inanca ve göreneklere hıristiyanlık egemen olacaktı. Hıristiyanlık halkların yaşamında belirleyici bir rol üstleniyordu. Tabanda başlayan bu inanç Roma’da zamanla tepeye doğru çıkmış, özellikle imparatorluk toplumlarının düşünce dünyasını koşullamaya başlamıştı. Bununla birlikte bu toplumlarda pagan görenekleri henüz tümüyle bırakılmış değildi: birçok eski değer halkların altbilincinde hatta bilincinde yerini koruyordu. Yüzyılların alışkanlıklarını yok etmek kolay değildi. Hıristiyanlar Ortaçağ boyunca paganlığın dirilmesinden korktular. Bu durumda kültürdönüşümünün mutlak ölçülerde gerçekleştiğini söyleyebilmek kolay değildir.
Barbarlar diye adlandırılan çeşitli toplumların Avrupa’da yayılmaları da bu kültürdönüşümünde etkili oldu. Bu yayılmalar 5. yüzyılda başlamış ve dalga dalga birkaç yüzyıl sürmüştür. O zaman düşünce manastırlara sığınmak zorunda kaldı. 5. yüzyılla 8. yüzyıl arası kültür etkinliklerinin kısırlaştığı bir dönem oldu. 8. yüzyılda Carolus Magnus (Büyük Karl) diye anılan Frankların kralı (768-814) ve Batı İmparatoru (800-814) Charlemagne’ın ya da Karl I’in çabalarıyla büyük bir kültür atılımı gerçekleştirildi. Birinci Rönesans ya da Karolenjler Rönesansı diye bilinen bu devinim de, bu eski değerlere yani yunan-latin kaynaklarına yöneliş devinimi de gene Barbarların yayılmalarıyla yarıda kaldı. Birinci Rönesans kültür dünyasını biraz olsun canlandırmıştı. Bu arada manastırlar eski yapıtların korunması gibi çok önemli bir işlevi gerçekleştirdiler. Manastır çevrelerinde ve piskoposluk çevrelerinde okullar açıldı, bu okullar Skolastik denilen düşünce devinimini başlattılar. Yunancada skholastikos okulla ilgili demektir. Schola latincede okul anlamına gelir. Okul felsefesi diye nitelendirebileceğimiz Skolastik felsefe özellikle 10. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar etkin oldu. Doğruları dinin dogmalarında arayan bu okul felsefesi zamanla yeniçağ düşüncesini yaratacak olan düşünce yeniliklerini de kendi içinde geliştirerek ileriye açıldı ve giderek yerini yeni düşüncelere bıraktı. Böylece Karolenjler Rönesansı’ndan Skolastik Rönesansı’na ve Skolastik Rönesansı’ndan asıl Rönesans’a uzanan çizgide dogmacı düşünceden felsefi düşünceye doğru yavaş ama köklü bir dönüşüm gerçekleşti.
Hıristiyanlığa felsefi temel arayışı
Önceleri köleler arasında yayılan hıristiyanlık zamanla tabandan tavana doğru gelişti. Eskiçağ’ın somuta tutkun gerçekçi insanı yerini üst düzeyde soyutlamalar yapabilen yeni insana bırakıyordu. Bu da öbür dünya gerçeğinin bu dünya gerçeğini altetmesi demekti. Doğaüstü doğal dünyanın çok üstüne çıkıyordu. İnsanoğlu gözlerini göklere dikiyor, görünmeyen üst gerçekliğin peşine düşmeye başlıyordu. Bu geçici acılar dünyasından sonsuz mutluluklar dünyasına ulaşma istemi ortaçağ insanının başlıca kaygısı olmuş gibiydi. Gerçek anlamda bir dönüşümler dönemi yaşanıyordu. Yaşam biçimlerindeki ve düşünce biçimlerindeki dönüşümler epeyce hızlıydı ama görenekler aynı hızla dönüşmedi: hıristiyanların üst dünyayla ilgili vaatlerine ve bu vaatlere eşlik eden baskıcı eğilimlerine karşın insanlar yüzyıllar boyu edindikleri değerleri bir çırpıda gözden çıkaramadıkları gibi zaman zaman o değerlere özellikle sarılmak gereğini duydular. Hıristiyanlığın yetkeleri paganlığı bitirebilmek için baskıyı artırdıkça paganlık içten içe yanmayı sürdürdü. Toplumların görünür görünmez dünyalarında eski değerler varlıklarını azçok değişerek de olsa koruyordu. Paganlığın dirilebileceği korkusu kiliseyi her gün biraz daha acımasız kılmıştır. Kilise adamları bu yeni dini kökleştirebilmek ve yaygınlaştırabilmek için çok çalıştılar.
Bu yönde felsefenin de inandırıcılık açısından bir katkısı olmalıydı. Dinlerle felsefeler benzeşseler de örtüşmezler. Hıristiyanlık elbette bir felsefe değildir. Felsefe ve din iki ayrı alandır, konuları ve yöntemleri ayrıdır. Onları bağdaştırmaya kalkmak zorlama bir iş olurdu. Dinsel bilgi dogmacıdır, onda kanıtlama yoktur: inanç kanıt gerektirmez. İnanç düzeyinde dogmacılar mutlak doğruya usla ulaşabileceklerini düşünürler. Kaba metafiziğin özünde dogmacılık vardır. Dinler doğruları mutlak ölçülerde sezmeye çalışırken her türlü doğrulama kaygısının uzağında kalırlar. Dogmacı tartışmaz yalnızca bildirir. Doğrulanabilir bilgi dinsel inancın yapısına ve amacına uymaz. İnançlı kişi kesinlikten dogmacı belirlemeleri anlar. O usun belirleyiciliğine güvenir. İsa’nın çömezleriyle ilişkisi bir filozofun çömezleriyle ilişkisine benzemez. Örneğin Platon’un Sokrates’den Porphyrios’un Plotinos’dan öğrendiklerini bir hıristiyanın İsa’dan öğrenmek isteyebileceğini düşünemeyiz. Dinde benimseme felsefede tartışma vardır. Felsefede hayır demek evet demekten daha önemlidir. Eleştirici bakışa dayalı bir görüş alışverişi felsefede önemlidir. Dinde tartışma bilinenin onaylanması adınadır. Dinin ussal düzeyde felsefi bir içeriği olmasa da inandırıcılık açısından felsefenin yöntemlerine benzer yöntemleri olmalıdır: böylesi bir tutum inanmak isteyene güven verecektir. Dinbilim de göstermeler yoluyla yani felsefi bir dille Tanrı temellendirmeleri yapar, böylece inancı gönüllerde kökleştirmeye çalışır.
Filozof açık ve anlaşılır bir dizge ortaya koymaya yönelirken din adamı böylesi bir açıklıktan yana değildir. Din adamı usa dayanmakla birlikte daha çok gönülle iş görür. Örneğin 17. yüzyıla geldiğimizde Blaise Pascal Descartes’ı her şeyi usla çözmeye çalıştığı için eleştirecek ve doğruyu arayanlar için bir us ve gönül birlikteliği önerecektir. Bu yüzden bir din felsefesinden sözetmek her zaman olası olsa da böyle bir felsefenin alıştığımız anlamda felsefe olamayacağı kesindir. Zaten hıristiyan filozoflarının tümü dinbilimcidir. Onlar felsefeye dini temellendirmek adına inandırıcılık adına yöneldiler. O zaman işe ‘gönül’ü de katmak gerekiyordu. Kuru us tehlikelidir, doğrudan bilime açar zihinleri. Felsefe hıristiyanlığın payandası olmuştur. İsa öğretisi basitti, bu öğretiyle bir dini ayakta tutmak kolay değildi. Başlarda kilise babaları hıristiyanlığı felsefi bir temele oturtmaya çalıştılar. Ne var ki bu kişiler bu işin altından kalkabilecek kadar donanımlı değillerdi. Yeni dinin örgütleyicileri aynı zamanda yeni dinin düşünce savaşçıları olmak istiyorlardı. Aziz Cyprianus (3. yüzyıl başları-258), Aziz Hilarius (315-367), Aziz Ambrosius (340-397), Aziz Hieronymus (347-420), Aziz Augustinus (354-430), Tourslu Aziz Gregorius (538-594), Aziz Büyük Gregorius (540-607) ünlü kilise babalarıdır. Bunların arasında filozof ağırlığı taşıyan yalnızca Thagesteli Aziz Augustinus’dur.
Aziz Augustinus ve Yeni Platon’culuk
Ortaçağ’da düşüncenin gelişmesi biraz da alttan alta süren Aristoteles etkisinin su yüzüne çıkmasıyla oldu. Aristoteles’in yapıtları epey zamandır kültür dünyasının uzağında kalmış ve uykuya yatmış gibiydi: kültür ortamları Aristoteles’den kopmuş görünüyordu. 5. yüzyılda Suriyeliler, özellikle de Edessa (kuzey Mezopotamya) Nesturileri birçok yapıtı yunancadan suriye diline çevirirken Aristoteles’in yapıtlarını da çevirdiler. Bağdat halifeleri birçok suriyeli bilgini saraylarında konuk ettiler. Bu bilginler bu yapıtları suriye dilinden arap diline çevirdiler. Bu defa Araplar elde ettikleri bu birikimi 11. ve 12. yüzyıllarda yahudi ve hıristiyan kültür adamlarına ilettiler. Bu aktarımlar sırasında Aristoteles’in epeyce değişikliğe uğramış olması doğaldır: metinlerin güçlüğü yanlış anlamalara yol açmıştır. Bu metinler İbni Sina gibi İbni Rüşd gibi Gazali gibi arap düşünürlerini ve bazı yahudi düşünürlerini etkiledi. Ortaçağ’ın arap felsefeleri de yahudi felsefeleri de Aristoteles’in izinde gelişmiştir. Yeni-Platon’culuk da hem bu öğretinin kurucusu olan Plotinos’un hem de daha sonraları onu izleyen Aziz Augustinus’un etkisiyle değişik ölçülerde bu Aristoeteles’çi felsefelere katılmıştır.
Aziz Augustinus ilk hıristiyan filozofudur. Bir kitapta onun Plotinos’a dayanan düşüncesi şöyle tanımlanır: “Yeni-Platon’cu kuramlar ve hıristiyan dogması Aziz Augustinus’un düşüncesini paylaşırlar.” Hıristiyanlık açısından bir Tanrı temellendirmesi yapabilmek için gerekli her şey Plotinos felsefesinde vardı, onu küçük değişikliklerle hıristiyan dogmalarına uydurmak gerekiyordu. Plotinos’un varlık tablosunda en tepeye koyduğu ve ilk hypostasis ya da ilk töz saydığı “Bir” tüm nitelikleriyle hıristiyanların Tanrı kavrayışına pek güzel uyuyordu. Böylece felsefede paganlıktan hıristiyanlığa geçiş kolay oldu. Aziz Augustinus’a göre tanrısal doğru tek gerçek nedendi, her varlığın nedeniydi. Aziz Augustinus Plotinos’un şemasına Kayra fikrini ekledi. Buna göre Tanrı dünyayı öngörmüş olduğu amaçlara göre yönetiyordu. Aziz Augustinus Tanrı’nın varlığından hiç kuşkulanmadı. Onun hıristiyan düşüncesine bir başka katkısı da “kökel günah” anlayışıdır. Buna göre her insan günaha eğilimli olarak dünyaya geliyordu. İnancın temeline korkuyu yerleştirmekti bu. Aziz Augustinus’dan sonra felsefe dünyasında bir boşluk oldu. Aziz Augustinus’la Ortaçağ’ın ilk filozofları arasındaki birkaç yüzyıllık dönem Roma İmparatorluğu’nun yıkıldığı ve onun kalıntıları üzerinde yeni bir dünyanın kurulmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde belki de kimsenin felsefe düşünecek durumu yoktu ya da insanların dünyasında felsefeye yer yoktu. Yalnız birkaç inançlı kişi felsefenin izini sürmeye çalışıyordu. Bu kişilerin adları felsefe tarihi kitaplarının görünür görünmez sayfaları arasında bulunabilir.
Aziz Augustinus’la başlayan ve 13. yüzyılın Aziz Tommaso’suna kadar uzanan çizgide felsefenin başlıca görevi dinin hizmetçisi (anchilla theologiae) olmaktı. Bu hizmetçilik hıristiyan inancında önemlidir. Aziz Büyük Gregorius Tanrı’nın hizmetçilerinin hizmetçisi diye anılıyordu. Böylece Platon’cu çizgide Aziz Augustinus’dan başlayarak ve 11. yüzyılın Aziz Anselmus’unda (1033-1109) belli bir ölçüde ussallığa yaklaşarak Aziz Tommaso’da ussal çerçevede tam anlamında Aristoteles’çi bir çizgiye yerleşen hıristiyan felsefeleri Yeniçağ’ın başlarında dönemlerini tamamlamış oldular. Aziz Augustinus’un çizgisinde felsefe yapanların başında da Aziz Dionysios Areiopagites ya da Areiopagos’çu Dionysios (5. yüzyıl) ve Boetius (480-524) vardır. Onları 8. yüzyıl ve sonrasında Rabanus Maurus ya da Hrabanus Maurus (780-856) ve çömezi Johannes Scottus Eriugena (810-880) izler. Felsefesini Areiopagos’çu Dyonisios’un etkisinde geliştiren Scottus Eriugena heptanrıcı görüşleriyle sapkın sayıldı ve birkaç defa mahkum edildi.
Tümeller ya da evrenseller tartışması
Felsefenin yeniden doğuşu skolastik düşünce ortamında tümeller ya da evrenseller tartışmasıyla başlamıştır. Felsefenin yeniden doğuşu demek onun yeniden bilgi sorunlarına dogmacı anlayışların dışında yönelmesi demektir. Her gerçek felsefi düşünüş bir bilgi kavrayışına dayanır. Bu da özneye nasıl bir anlam yüklediğimizle ve nesneden ne anladığımızla, bu iki ögenin birbiri üzerindeki ağırlığının ne olup ne olamadığıyla ilgilidir. Hıristiyan inancı özne ve nesne karşıtlığını tanrı kavrayışı içinde ele alıyor, onu yaratıcı gücün kendini gerçekleştirdiği bir öz ve biçim ilişkisine indirgiyordu. Bu da Aristoteles’in madde ve biçim anlayışının hıristiyanlaştırılmış biçimidir. Bu konuda bir tartışma gerekmez miydi? İnanmak için tartışmaya gerek yoktur. Aziz Augustinus si fallor sum yani aldanıyorsam varım diyerek kuşkuyu daha baştan ortadan kaldırmıştı. Düşüncenin kendine kapatılması diyebiliriz buna. Ancak zamanlar değişecek, kuşkulanılmayan zamanlardan kuşkulanılan zamanlara geçilecek, buna göre inanç tablosu da değişmeye başlayacaktır. Nitekim 11. yüzyılda yani ortaçağ koşullarının hızlı dönüşüm noktasında Aziz Anselmus (1033-1109) inanca usun ışığını katmayı zorunlu sayarken bu dönüşümü haber verir. Artık yeni bir çağın ayak sesleri gelmektedir. Aziz Anselmus’a göre inanç tüm bilimin kaynağıdır, dolaysız ve sarsılmaz bilgidir, ama karanlıktır, onu usla aydınlatmak gerekir: us bu karanlığı aşacak ve inançtan da bilim doğacaktır. F.-J. Thonnard onunla ilgili olarak şöyle der: “Aziz Anselmus bütünlüklü bir bileşim ortaya koyamadı: yapıtı kilise babaları döneminin yetersizliğini sürdürür, o dönemde felsefenin alanıyla dinbilimin alanı henüz birbirinden ayrılmamıştır.”
Skolastikler çevresinde 11.-12. yüzyıllarda ortaya çıkan tümeller ya da evrenseller tartışması ya da kavgası düşünce dünyasını epeyce uğraştırdı. Bu tartışma mutlu bir gelişimin, felsefeye dönüşün ya da felsefede yeniden doğuşun ilk belirtisiydi. Bundan böyle felsefe dinin hizmetçisi olma görevini bitirmiş olarak asıl konusuna, bilgi nedir ve bilginin değeri nedir konusuna dönüyordu. Bunda hem din çevrelerinin hem dindışı ortamların çok önem verdiği Aristoteles mantığı da belirleyici olmuştur. 11. ve 12. yüzyıllar sermayeciliğin feodallikten ve yeni felsefi kavrayışın skolastik felsefeden doğmaya başladığı yüzyıllardır. Böylece felsefe asıl görevine dönerken ilk insancı filozofları da ortaya çıkarmış oldu. Felsefenin özerkliğine kavuşması yolunda ilk adımların atılmasıydı bu. Gönülden usa, metafizikten fiziğe, Platon’culuktan Aristoteles’çiliğe doğru bir dönüşüm gerçekleşiyordu. Bu biraz da Ortaçağ’ın sonunu erkenden bildiren bir belirtiydi. Bu dönüşümde itici gücü özellikle Aristoteles’in mantık metinleri sağladı. Evrenseller sorunu felsefe adamlarını çok uğraştırdı ve onlar arasında bitmez tükenmez çekişmelere yol açtı. Porphyrios’un Eisagoge ya da Aristoteles’in kategoriler öğretisine giriş adlı yapıtında duyurduğu “zihnimizin ve bilgimizin değeri” sorununa dayanan bu tartışma şu soruyla başlıyordu: evrenseller gerçek midir değil midir? “Gerçekte bunlar birçok gerçeklikte ortak olan bir doğayı da belirleyebilirler, bu doğayı ve bu gerçeklikleri gösteren fikri de belirleyebilirler. Her şeyden önce bireysel gerçekliklerin özyapılarıyla fikirlerin ve bilimlerin özyapıları arasında bir karşıtlık var gibidir. Deney bize birincilerin gerçek insanlar gibi çok olduğunu, değişken ve yerelleşmiş olduğunu, ikincilerinse insanlık gibi tek, değişmez, zorunlu ve ölümsüz olduğunu göstermektedir” (F.-J. Thonnard). Bu sorunu çözmek için Ortaçağ’ın düşünce adamları değişik bakış açıları geliştirdiler.
Adcılar ve kavramcılar
Bazıları gerçekçi diye nitelendirilen bir açıklamaya yöneldiler, buradaki gerçekçilik Platon’cu anlamda bir gerçekçilikti, gerçek anlamda ülkücülüktü, ne var ki Platon İdea’ların gerçek olduğunu söylemişti. Buna göre gerçekçiler bilimin nesnesi olarak somut nesneyi yoksadılar, onun yerine gerçek fikir kavrayışını getirdiler. Böylece evrenseller mutlak bir gerçeklik değeri kazandı. Ancak bu gerçeklik neredeydi? Bu dünyada apayrı bir yerde miydi, Tanrı’da mıydı, yoksa şeylerde miydi? Adcı diye adlandırılan düşünürler somutun alanında sınırlandılar ve aşkın fikir’i yadsıdılar. Onlara göre ancak somut tek tek şeyler topluluğunu karşılayan ad’lar gerçek olabilirdi. Türler ancak sözcüklerde ortaya çıkıyordu, genel fikirler adlardan başka bir şey değildi. Vaktiyle Antisthenes şöyle demişti: “Atı görüyorum ama at türünü görmüyorum.” Kavramcılara gelince, onlar fikirleri somut nesneden bağımsız a priori veriler olarak gördüler, onlara göre evrenseller zihnin ürettiği nesnellikten başka bir nesnelliğe sahip olamazlardı. Sözkonusu nesnellik gerçek değil kavramsal bir nesnellikti. Buna göre kavramlar ve evrenseller kendilerinde varolan şeyler olmadıkları gibi basit bir sözcük de değillerdi, onlar yalnızca zihinde varolan gerçekliklerdi.
Gerçekçiler Platon’cu kavrayışlarıyla somut nesneyi yoksadılar. Onlara göre soyut kavramlarımızın tüm özelliklerini taşıyan İdea tek gerçeklikti. Evrensellerin gerçekliği mutlaktı. Aziz Anselmus ve Guillaume de Champeaux özellikle bu görüşü savundular. Adcılar İdea’nın varlığına karşı çıktılar. Onlar için yalnızca somut nesneler vardı, türlerin sözcüklerden öte bir varlığı yoktu. Adcılar türlerin ancak sözcüklerde bulunduğunu, genel fikirlerin adlardan başka bir şey olmadığını bildirdiler. Rocelinus bu görüşü savunanların başında geliyordu. Kavramcılara göre evrensellerin ancak kavramsal bir gerçekliği vardı, onların gerçek gerçekliği yoktu. Abaelardus (1079-1142) bu görüşteydi. Bu tablodan anlaşılacağı üzere adcılık da kavramcılık da kilisenin görüşlerine aykırıydı. Bununla birlikte bazı filozoflar kilisenin düşünce anlayışına karşı adcılığı ve kavramcılığı savundular. Buna göre her bilgi duyu verilerine indirgenebilirdi. Compiegne’li Roscelinus (1050-1120) ve Ockham’lı William (1270-1347) adcılığın öncüleri oldular. Bir süre İngiltere’de ve İtalya’da kalan daha sonra Fransa’da piskoposluk kurulu üyeliklerinde bulunan Roscelinus gerçekçi görüşlere karşı çıktı ve bireysel tözün tek gerçeklik olduğunu öne sürdü. Roscelinus Üçleme anlayışına getirdiği eleştiriyle 1092’de Soissons Konsili’nce mahkum edildi. Rocelinus Baba ve Oğul biri yaratan öbürü yaratılan olmakla iki ayrı gerçekliktir savını öne sürüyor, Üçleme’de üç ayrı tözün varlığını öngörüyordu. Üçleme’nin üç ayrı tözden olduğunu söylüyordu. Abaelardus’un öğretmeni olan Roscelinus evrensellerin somut bireylikleri yoktur diye düşünüyordu.
“Yenilmez doktor” ya da “tek doktor” diye adlandırılmış olan Ockham’lı William adcı görüşleriyle ingiliz deneyciliğine giden yolu açtı ve felsefenin dinbilimden ayrılması konusunda büyük katkılarda bulundu. Onun Martin Luther’i de büyük ölçüde etkilediği bilinir. Ockham’lı William o dönemin en etkili filozofuydu. Bir ara papalıkla başı derde girdi, daha sonra Fransiskenler tarikatından kovuldu. Müebbet hapse mahkum edilince Pisa’ya kaçtı, sonra Münih’e gitti ve papalıkla çekişmesini sürdürdü. Ockham’lı William’a göre evrenseller bizim ruhsal dünyamızın dışında herhangi bir gerçeklik taşımazlar. Onlar usun üretimlerinden başka bir şey değillerdir. Somut insanın dışında İnsan dediğimiz şeyin hiçbir gerçekliği hiçbir karşılığı yoktur. Sözcükler uzlaşmalı şeylerdir, evrenseller usun üretimidir. Ockham’lı William’ın gerekmedikçe varlıkları çoğaltmamak ilkesi Ockham’ın usturası diye bilinir. O adcılığıyla ingiliz deneyciliğine giden yolu açarken Ortaçağ’ın David Hume’u diye de adlandırıldı.
Platon’cu anlamda gerçekçi filozofların ya da adcılığa ve kavramcılığa karşı çıkan filozofların yani kilisenin görüşlerine uyan filozofların başlıcaları Guillaume de Champeaux (1071-1120) ve Duns Scotus’dur (1266-1308). Bu filozoflar İdea’ların yani fikirlerin gerçekten varolduğunu, onların gerçek gerçeklikler olduğunu düşünüyorlardı. Bu Platon’culara göre evrensellerin apayrı bir varlığı, metafizik diyebileceğimiz bir varlığı vardır. Guillaume de Champeaux ya da Champeaux’lu Guillame, Roscelinus’un derslerini izledi. 1108’de Saint-Victor’da bir okul açtı, 1113’e kadar okulunun başında kaldı. Châlons piskoposu oldu. Öğrencisi Duns Scotus Fransiskenler tarikatındandı. 1291’de Lincoln’de papaz oldu. Paris, Oxford ve Köln üniversitelerinde dersler verdi. Dikkatinden ve titizliğinden ötürü “Doctor Subtilis” diye adlandırıldı. Onun “Scotus”luğu İskoçya’lı oluşuyla ilgilidir. Duns Scotus’a göre tek gerçek varlık evrensel olandır. Tek tek şeylerin hiçbir anlamı ve geçerliliği yoktur. Scotus’a göre hıristiyan savlarının ya da dogmalarının çoğunu ussal olarak gösteremeyiz, bunlar inanç ögeleridir. Özgürlüğün kaynağı Tanrı’dır. Dünya bir olumsallıklar alanıdır. Dünyayı Tanrı’nın istemi yaratmıştır. Tanrı dünyayı yaratmayabilirdi ya da başka türlü yaratabilirdi, kötüyü iyi ve iyiyi kötü yapabilirdi.
“Felsefenin şövalyesi” Abaelardus
12. yüzyılda Anselmus’un peşinden gidenlerin bir bölümü onun usçu yanını geliştirmek üzere dinbilimden uzaklaşacak ve bilgikuramına yönelecektir. Yeni felsefenin ışığı özellikle bu dönüşümde yakılmıştır. Bilgikuramına yönelenlerin başında Pierre Abélard ya da Abaelardus gelir. Diyalektikçiler denilen bu bilgikuramcısı topluluğunun içinde yer alan Abaelardus kavramcılık öğretisini geliştirmiştir. Guillaume de Champeaux’nun önce öğrencisi sonra rakibi olan Abaelardus bir ara da Aziz Anselmus’un derslerine girdi. Savaşçı bir aileden gelen ve “felsefenin şövalyesi” diye anılan Abaelardus dönemin en ünlü felsefe profesörüdür, bütün ilgileri üstünde toplamış gibidir. Abaelardus 1100’de Melun’de daha sonra Paris’de bir felsefe okulu açtı. 1121’de Soissons Konsili’nce 1140’da Sens Konsili’nce cezalandırıldı. Saint Marcel manastırında mahkum olarak altmış üç yaşında öldü. Abaelardus din adamı sıfatıyla girdiği savaşımın dışında kavramcılık diye bilinen felsefesini geliştirdi. Abaelardus türlerin ve cinslerin metafizik bir gerçekliği olmadığını ve genel fikrin sözcüğe indirgenemeyeceğini benimser. Bilgilerimiz kendilerini deneyde ortaya koysalar da deneyden gelmezler. Genel fikirler deney sırasında kendilerini gösterirler. Adalet kavramı bizde vardır, biz o kavramın bizdeki varlığını ancak bir adaletsizlikle karşılaştığımız zaman sezeriz. Buna göre kavramcılık kavramı zihnin bir gerçekliği olarak gören öğretidir. Kavramın zihin dışında herhangi bir kaynağı yoktur, öyle olsaydı Platon’cu anlamdaki gerçekçiliğe uygun olurdu. Kavram deneysel verilerle elde edilmiş bir gerçeklik de değildir, öyle olsaydı adcılıkla özdeşleşirdi. Zihnin bir gerçekliği olan kavram demek ki sözcüklerle ilgili olmadığı gibi zihnin dışındaki herhangi bir şeyle de ilgili değildir. Buna göre Abaelardus evrensellerin kendinde şeyler olmadıklarını, zihnin dışında bir yerlerden de gelmediklerini benimser. Kavramlar zihnin kendi işlevleri ya da kendi biçimleri olarak düşünülmelidir.
Son derece yaygın bir görüş vardır, bu görüş pek yanlış olarak kavramcılığın adcılıkla gerçekçilik arasında bir orta yer, bir geçiş yeri olduğu görüşüdür. Oysa kavramcılık her iki anlayışa da kesinlikle karşıdır. Kavramcılık deneyciliğin aşırılıklarına da gerçekçiliğin aşırılıklarına da düşmeden bilgi anlayışında daha ılımlı ve daha dengeci bir yol tutar. Onun insanlara deneycilikle gerçekçilik arasında bir orta yer olduğu duygusunu veriyor olmasının nedeni de bu olmalıdır. Ne olursa olsun Abaelardus deneye çok önem veren bir filozoftur. Buna karşılık onda evrensel fikir ortak bir gerçekliği, somut bireylerde içkin olan doğayı ortaya koyar. Her şey bir yana bu felsefe bize ağır ağır hazırlanmakta olan kültür açısından güçlü yeni zamanların müjdesini verir. Felsefenin dinbilimden ayrılmasında Abaelardus’un katkısı büyüktür. O hem felsefeyi dinsel dogmalarla açıklamaya kalkmayan bir dinbilimci hem de yeniden doğmakta olan özgür felsefi düşüncenin yolunu açan bir filozoftur.
Platon’culuğa karşı Aristoteles’çilik
11. yüzyılda ortaya çıkan ve özellikle 12. yüzyılın ikinci yarısından sonra yaygınlaşan düşünce devinimlerinin ardından eğitim alanında da önemli dönüşümler oldu. Bu dönemde özellikle Paris’teki din okulları büyük bir ilgi gördü ve aydın insanların dünyasında büyük ölçüde etkili oldu. Bu okullar giderek kendilerine kapalı yaşamlarından sıyrıldılar, topluma açıldılar, bu arada kendi aralarında bütünleştiler. Onların hızla gelişmesi ilk büyük üniversiteleri ortaya çıkardı. 13. yüzyıl büyük üniversitelerin ardarda kurulduğu bir yüzyıl oldu. Kuruluş yılları her kaynakta değişik gösterilen üniversiteler din okullarının dönüşümüyle varlığını kazanmıştır. Paris (1215), Toulouse (1233), Salamanca (1248), Oxford (1258), Montpellier (1289), Louvain (1425) gibi üniversiteler birbiri ardınca ortaya çıkarken kültür yaşamının koşulları değişmeye başladı. Bu oluşumda belki de en büyük katkıyı elbette Aristoteles’in yapıtlarını latinceye çevirenler sağladılar. 13. yüzyıla kadar düşünce çevreleri Aristoteles felsefesinin bütününü tanımıyorlardı. Aristoteles’in yalnızca mantığını bilen aydınlar Haçlı Seferleri sırasında Aristoteles kaynağını ve daha başka kaynakları tanıdılar. Daha önce de belirttiğimiz gibi Aristoteles Avrupa’ya Araplar kanalıyla girmiş oldu. O dönem arap dünyası epeyce gelişmişti. 12. yüzyıl sonlarında Avrupalılar Araplardan aldıkları metinleri Toledo’da çevirterek yeni bilgilere ya da eski güçlü kaynaklara ulaştılar. Avrupa böylece Aristoteles’e kavuşurken doğu filozoflarının metinlerini de tanıma olanağı buldu. 13. yüzyıl başlarında Sicilya’da bir çeviri devinimi başlatıldı. Skolastikler bundan böyle hekimlik kimya gökbilim geometri gibi bilimler açısından da zengin metinlere ulaşmış oldular. Buna eskiçağ metinlerinin doğruca yunancadan yapılmış çevirileri de eklenince Avrupa tam anlamında bir uyanış dönemine girmiş oldu. Eskiçağ kültürünü tümüyle özümleme çabasına giren Avrupalılar felsefede de yeni atılımlar başlattılar.
Aristoteles’in düşünce dünyası Avrupa’nın düşünce dünyasına yansıyınca verimli bir bileşim ortaya çıkarken bazı güçlükler de ortaya çıktı. Aristoteles pagandı, onu hıristiyan inancına uydurmak gerekiyordu. 1210’da Paris’de toplanan Sens konsili Aristoteles’in “doğal felsefe”sinin özel ve resmi her türlü öğretimini yasakladı. Giderek konu üniversitelerle papalık arasında ciddi anlamda çekişme konusu oldu. Üniversiteler papaya direndiler. Oxford üniversitesinde Aristoteles’in tüm yapıtlarını açıklayan ve yorumlayan dersler yapılıyordu. Bu eğilim daha sonra Paris üniversitesinde de görüldü. Bu direniş karşısında kilise susmak ve Aristoteles’i sessizce onaylamak durumunda kaldı. Bu arada Aristoteles’i hıristiyanlığa uydurma çalışmaları da sürdürüldü. Genç bilimadamları Aristoteles’in ve İbni Rüşd’ün yapıtlarını büyük bir tutkuyla okuyup özümlemeye çalışırken tutucu bir topluluk Augustinus’çu anlayışa bağlı kalarak felsefede yeni atılımlara karşı çıktı. Böylece Aristoteles’çilikle Augustinus’çuluk karşı karşıya konulmuş oldu. Bu biraz da Platon’la Aristoteles’in karşı karşıya gelmesiydi. Somuta ve bilim kavrayışına yönelik Aristoteles düşüncesi gizemci Platon’culuğu geride bırakıyordu. Bu arada Aziz Tommaso’nun Aristoteles’i hıristiyan dogmalarına uygulaması Augustinus’çu eğilimleri azçok geriletti. Bununla birlikte 13. yüzyıl boyunca Aristoteles’çilik sorunu sürüp gitti ve zaman zaman büyük çatışmalara yol açtı. Bu arada Aristoteles’le Augustinus’u bağdaştırmaya çalışan seçmeci çalışmalar da yapıldı. 13. yüzyıl dünya kültür tarihinde çok önemli bir dönüşüm noktasıdır. Onu bütün verimiyle 14. yüzyılın düşünce ve sanat atılımları izleyecektir.