Tektipleşen toplumlar tıpkı doğada olduğu gibi, elenirler. Çeşitlilik ve farklılığa sahip olan toplumlarda o farklı bireylerden bazıları bizi yeniliklere taşır. Hep birlikte eleneceğimiz bir sistemi mi, yoksa farklı koşullarda bizi yeniliğe taşıyacak rengarenk bireylerin olduğu bir toplumu mu istiyoruz?
Öğrenciye yakışır davranış, öğretmene yakışır giyim, kızlara yakışır gülümseme, erkekliğe yakışır hareket derken yıllar boyu hepimiz ne şekilde davranmamız gerektiğini öğrendik. Biraz farklı olmaya kalkanın başına tüm toplum tarafından bir sopa indirildi. Ataerkilliği sadece erkekler değil, tüm kadınlar savundu. Kadın kotası uygulamalarını zorlanarak yerleştirmeye çalışan siyasi partilerimiz olsa da, ön seçimlerde fark atarak seçilen kadınlar pek çok partili tarafından üzülerek ve pişmanlıkla karşılandı. Olmak, kadın olmak, farklı olmak, genç olmak, istediğini söylemek, istediği gibi olmak, istediğini sevmek, ne zor, ne olanaksız bu ülkede!
Geçenlerde LGBT topluluğu Taksim’de yürümek istedi, yine izin vermediler. Kadınlığın erkeklik kurallarına göre ‘öteki’ olarak tanımlandığı bir toplumda LGBT topluluğun var olması bile kabullenilemiyor. LGBT göstericileri pek çok insanın en kolay hedefi durumunda, en büyük toplumsal mutabakatla kurban edilmeye çalışılıyorlar. Oysa bu toplumda farklı olmaktan dolayı dışlanan, LGBT ile aynı kaderi paylaşan o kadar çok insan var ki! O nedenle LGBT ile dayanışma çok önemli.
Kimin kimi nasıl seveceğine, sevebilip sevemeyeceğine kurallar koymaya çalışan toplumların bir yere varmasına olanak var mı? Sevemeyen, en temel duygularını ifade edemeyen insanların olduğu bir toplulukta yaratıcılık mümkün mü? Yaratıcı olamayan toplumların ilerleyemeyeceğini görmek, neden ilerlemediğimizi görmek bu kadar zor mu? Toplumumuzda yaratıcılık sadece yasakların yarattığı protesto ve acıya bağlı yaratıcılıkla sınırlı kalıyor. Konu sıkıntısı çekmeyen karikatüristlerimiz mahkemelerle, avukatlarla uğraşıyorlar, düşüncelerinden, çizgilerinden dolayı bedeller ödemeye devam ediyorlar.
Kadınların baskılandığı, erkekliğin kışkırtılıp delikanlı kültürü içinde hapsedildiği, insanın ‘olmasına’, olgunlaşmasına, istediği gibi sevmesine izin verilmeyen toplumlarda bilimsel yaratıcılık da sığ kalıyor. Sürekli ilerleyen bilim alanlarında teorik ve teknik bir hakimiyetin sonrasında, eksik kalan noktaları fark edip o eksiklikleri tamamlamaya çalışmak çok disiplinli, çok okumalı bir süreci gerektiriyor. Bu da ancak öncelikle karnı tok ve mutlu insanlar tarafından başarılabiliyor. Bilimdeki büyük sıçramalar çoğunlukla zeka yönünden üstün kişilerce yapılsa da, bilim dünyasının çoğunluğunu bilim zincirine halkalar ekleyen bilim emekçileri teşkil ediyor. Bu insanlar da dünyaya biraz farklı gözle bakabilen insanlardan çıkıyor.
Türk üniversitelerinde acımasızca göz yumulan ve müdahale edilmeyen anlamsız iç çatışmalar verimliğe büyük sekte vuruyor. Toplumun ‘tek tip’ insan üretme talebi üniversitelerimizde de peşimizi bırakmıyor. Bu sefer ‘hocaya yakışır biçimde davranmak’ gibi kavramlar karşımıza çıkıyor. Ulaşılabilir olmak, öğrencilerle dolmuşa, otobüse binmek, gülümsemek sizi sistem dışı bırakıyor. Hocanın kabul edilen tanımdan farklı olmasına izin verilmiyor. Sevgili Alper Hasanoğlu’nun bir yazısında söylediği gibi ‘bağırılarak yönetilmeye alışık toplumlarda’ demokrasi tatlı bir düş mü acaba? Eşit olarak, paylaşarak birbirimizi sevip sayamıyoruz.
İş güvenliğinin, kalitenin izlenmesinden yoksun olarak barındığı akademik ortamlarda üretmeyen, çalışmayan, sadece güçlü (!) bir kişinin yakını olarak varlıklarını sürdüren, aslında kendileri de birer sistem kurbanı olan insanlar kadroları dolduruyor. Bulunduğu konuma akademik liyakate dayanarak değil, dönemin baskın güçleriyle ilişkilerine göre gelen güç odakları ise, bu gücü bilimin gelişmesine değil, kendi sağlıksız idealleri yönünde kullanıyor. Farklı olan insanları acımasızca elemeye çalışan bu sistemlerde yaratıcılık barınamıyor.
İş güvenliği açısından dünya standartlarına göre daha demokrat ama cesur söz söyleyebilme, eleştirme cesareti açısından tam anlamıyla anti-demokratik bir akademik sistemimiz var. Bağımsız birey üniversitelerde en korkulan insan türü. Grup davranışı ödüllendiriliyor. Tektipleştiremediklerimizden bu kadar nefret ettiğimiz bir toplumda kavgalar bitmiyor. Tek tip olmak ne sanatsal, ne de bilimsel yaratıcılığa fayda ediyor.
Tektipleşen, kendilenen toplumlar tıpkı doğada olduğu gibi, hep birlikte elenirler. Çeşitlilik ve farklılığa sahip olan toplumlarda o farklı bireylerden bazıları bizi yeniliklere taşır. Hep birlikte eleneceğimiz bir sistemi mi, yoksa farklı koşullarda bizi yeniliğe taşıyacak rengarenk bireylerin olduğu bir toplumu mu istiyoruz? Kendinize şöyle bir bakın. Tektipleştiremediklerimizden misiniz acaba?