Sunuş
Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, Yard. Doç. Gülhan Balsoy ile Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Dönem Osmanlı Doğum Politikaları kitabı hakkında söyleşi gerçekleştirdik.
Kadın bedeni ve kadının kendi bedeni üzerinde alacağı kararlar günümüz modern devletinin söyleminde önemli bir yer işgal ediyor. Osmanlı tarih yazımında sayıları hızla artmaya başlayan toplumsal cinsiyet çalışmaları ise, farklı dönemlerdeki kadınlık deneyimleri ve kadınların devlet söylemindeki yerine dair detaylı bilgi veriyor. Bu konulardaki çalışmalarıyla tanınan Gülhan Balsoy’un aynı zamanda doktora tezi olan Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Dönem Osmanlı Doğum Politikaları adlı kitabı, geçtiğimiz yıl Can Yayınları tarafından yayımlanmıştı. 2016 Yunus Nadi Sosyal Bilimler ve Araştırma Ödülü’ne layık görülen çalışmasından yola çıkarak Balsoy ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
– Kitabınız Tanzimat döneminden erken Cumhuriyet’e toplumsal cinsiyet ve nüfus politikaları çerçevesinde gerçekleşen dönüşümle ilgileniyor. Bu temaları çalışmaya nasıl başladınız?
– Birkaç derdim vardı; en önemlisi de kadınların tarihin özneleri olduğunu göstermekti. Amacım hem kadınları tarih içinde hak ettikleri yere yerleştirmek, hem de toplumsal cinsiyete dayanan eşitsizliklerin altını çizmekti. Dolayısıyla nüfus politikaları üzerinden kadın bedeninin politikleşmesini ve iktidarla her zaman ilişkili bir alan olduğunu göstermeye çalıştım. Doğurmak/doğurmamak tartışmaları, bedenin nasıl düzenlenmesi gerektiği, doğurganlık kapasitesi, erkek bedeni ve daha fazla miktarda kadın bedeni son birkaç yılda iktidarın ilgi alanına giren konular oldu. Doğurganlık modern devlet dediğimiz şeyin işlevleri yüzünden 19. yüzyıl ve sonrasında daha fazla ilgi çekmeye başladı. Kitapta bu durumu Osmanlı özelinde görmeye çalıştım. İktidarın ve devletin toplumla kurduğu ilişkinin doğası değişirken buradan kadınların payına düşen neydi, bu değişen ilişkiyi toplumsal cinsiyet perspektifiyle nasıl görebiliriz soruları beni bu alanda çalışmaya itti.
– Başlıktan yola çıkarak sormak istiyorum; hangi koşullar altında ve nasıl uzun yıllar hanede kadınların özelini paylaşan ebeler “ihtiyar acuze”, doktorlar ise kahraman olarak tanımlanır oldu?
– Kitabın aslında üç temel ayağı var. Bir tanesi ebeliğin dönüşmesi ve profesyonelleşmesi; sadece kadın ebeler değil erkeklerin doğum doktoru olarak sahneye girişi. İkinci önemli ayağı kürtaj yasaklamaları. Üçüncü ayağı da hamilelik ve doğum deneyimlerinin tıp biliminin alanına daha çok girmesi. 19. yüzyılda imparatorlukta her ne kadar çok az sayıda erkek ebe ve doğum doktoru olsa da, ebeliğin değişimi ve erkek doktorların eğitilmesi, doğumda giderek daha çok yer alması geç Osmanlı doğum politikalarının önemli unsurlarından. Bu isimlerden en simgeleşen Besim Ömer, Paris’e gidip doğum eğitimi aldıktan sonra dönüp ebe ve doktor yetiştirmeye başlıyor. Besim Ömer aynı zamanda tıp tarihinin kurucularından. Besim Ömer’in doğum tarihi, ebelik ve hamilelik üzerine yazdıklarında acuze kavramı ile sık karşılaşıyoruz. Mahalli ebeleri, kendilerine aralık ebeleri de deniyor, hiçbir şey bilmeyen pis, ihtiyar ve cahil olarak gösteriyor. Acuze kavramı ise, içinde neredeyse bir cadı imgesi barındırıyor. Besim Ömer’in anlatılarında acuzeler hastalık yayan, ölüme ve sakatlanmaya yol açan figürler olarak resmediliyor. Biri Resimli Ay’da, diğeri de Yeni Hayat’da çıkan iki ufak anlatıya rastlamıştım. Besim Ömer’in yetiştirdiği iki ebeden biri 1930’lu yıllarda, diğeri 1960’lı yıllarda, tesadüfen iki ayrı dergide aynı söylemi üretiyor. Eğitimli ebelerin ne kadar temiz, tertipli olduğunu ve hayat kurtardığını anlatırken ihtiyar acuze kavramıyla ebelerin ölümlere yol açtığının altını çiziyorlar. Benzer tartışmaları başka literatürlerde de görüyoruz. Anglosakson literatürde örneğin “old crone” kavramı kullanılıyor. Oysa mahalli ebelerin doktorlardan daha fazla ölüme yol açtığını gösteren hiçbir kanıt yok elimizde. Osmanlı’da ölüm istatistiklerini bulmam mümkün olmasa da, Avrupa için biliyoruz ki özellikle doktorların doğumlarda daha fazla yer alması, doğumların hastaneye kayması sonrası çok yüksek ölüm oranı var. Çünkü hastanelerde yeterli sterilizasyon şartları yok. Evde tek başına doğum yapan kadınlar başkasının mikrobuna maruz kalmazken, hastanede doğum yapan kadınlar birbirinin mikrobunu alabiliyorlardı, bu da ölüm oranını arttırmıştı.
Kitaba Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı başlığını koyarken doktor ve yerel ebe karşıtlığının altını çizmek istedim. Bu başlık doktoru öne çıkarsa da Osmanlı’da asıl karşıtlığın doktor-ebe arasında değil, ebeler arasında olduğunu düşünüyorum. Diplomalı ebelerle yerel ebeler arasındaki çatışmanın çok daha belirgin olmasının bir nedeni doktor sayısının az olması. Kadın doğum uzmanı sayısı yavaş artarken şehadetnameli ebe sayısı hızla artıyor. Özellikle 20. yüzyılın başında sayının çok yüksek olduğunu tahmin ediyorum. Bu da şehadetnamesi olan ve olmayan ebeler arasında bir çatışma yaratıyor.
– Ebeler nasıl şehadetname alıyor?
– Şehadetnameler ilk olarak 1842’de kurulan ebelik mektebinde verilen eğitim sonrasında ortaya çıkıyor. Eğitimin devamlılığını gösterecek fazla bir emareye rastlayamasam da şehadetname sayıları bu tarihten sonra artmaya başlıyor. Gerçekten de o noktada kontrol amacı çok belirgin; yani eğitim devam ettirilemiyor, ama şehadetnameler üzerinden ebelerin faaliyetleri kısmen kayıt ve denetim altına alınıyor. Şehadetname alabilmek için İstanbul’a gelinmesi ve para ödenmesi gerekiyor. Dolayısıyla alanlar işlerine sahip çıkmaya çalışıyorlar.
– Kürtaj meselesine geçersek, 19. yüzyılda kadınların bir doğum kontrol yöntemi olarak tüm yasal düzenlemeler ve engellemelere rağmen kürtaj yaşadığını söyleyebilir miyiz? Kürtaj nasıl, hangi şartlarda, kimlerin yardımlarıyla gerçekleşiyordu?
– Aslında kürtaj teknik bir müdahalenin adı. Rahmin çeperini kazımak gibi teknik bir müdahale o dönemde henüz yok. Kürtaj kavramını arada kullansam da, asıl kastım farklı yöntemlerle çocuk düşürme. 19. yüzyılda ıskat-ı cenin denen çocuk düşürme doğum kontrolünün önemli yöntemlerinden. Doğum kontrolünün güvenilir yöntemleri maalesef pek yoktu. Asırlar boyunca en yaygın kullanılan metot geri çekilme olmuştur. Çok eski çağlardan itibaren deri gibi şeyler prezervatif olarak kullanılmış olsa da, seyrek görülen bir yöntemdi. Dolayısıyla istenmeyen gebelik durumunda çocuk düşürme çok kullanılıyordu. Ancak bunun sağlıklı ve güvenilir olduğu söylenemez. Çocuk düşürmek için birtakım otların kaynatılıp içilmesi, koldan ya da başka damardan kan dökmek yoluyla vücudun halsiz bırakılması, karına darbe gibi yöntemlerin kullanıldığını biliyoruz. Bu metotlar kadınlara zarar verebildiği gibi gebeliğin sonlanması açısından güvenilir de değil. Öte yandan çocuk düşürme pratiğine ilişkin niceliksel veriye sahip değiliz. Öncelikle konunun mahrem doğası nedeniyle kadınlar geriye neredeyse hiç belge bırakmıyor. Ulaşabildiğimiz belgeler ise devletin gözünden hazırlanmış. Hem bu sebeple hem de kürtaj konusunda istatistiklerin olamayışı rakamları ortaya çıkarmayı zorlaştırıyor.
– Daha geç dönemde karşımıza çıkan hastane arşivleri bu konuda belge sunuyor mu?
– Mektebi Tıbbiye’nin arşivleri maalesef bize kalmamış durumda. Diğer kurumların arşivleri de araştırmaya açık değil henüz. Örneğin ben araştırmama başladığımda Sıhhiye Nezareti’nin arşivleri araştırmaya açık değildi, hâlâ da açılmadı. Dolayısıyla parça parça belgeyle çalışmak zorunda kalıyoruz. Iskat-ı ceninin yasaklanmasına yönelik belgeler olsa da bunlar kadınların deneyimlerini değil devletin bakış açısını yansıtıyor. İstatistiklerin sistematikleşmesi 19. yüzyıl sonunu buluyor. 1830’daki ilk nüfus sayımından sonra yaşlılar, çocuklar ve kadınlar, yani her bireyin sayılması başlıyor. Bununla beraber ölüm ve doğum istatistikleri tutulmuyor. Kayıt yok derken şunu not etmeliyim, örneğin kiliseler doğum ve ölüm kayıtlarını tutuyor, ama Müslüman kesim için benzer bir kayıt söz konusu değil. Kilise kayıtlarını inceleyebilmek için de Rumca ya da Ermenice bilmek gerekiyor, ben maalesef böyle bir araştırma yürütemedim.
– Siz de üzerinde duruyorsunuz, kadın tarihi çalışmalarında sadece Müslüman kadınlar varmış, sadece Türkçe konuşuluyormuş varsayımıyla yola çıkılıyor. Osmanlı tarihyazımı azınlıklara mensup kadınların tarihi açısından hangi aşamada?
– Yavaş yavaş güzel kaynaklar çıkıyor. Benim önemsediğim çalışmalardan biri Ermeni kadınları üzerine hazırlanmış, Lerna Ekmekçioğlu ve Melisa Bilal’in derlediği Bir Adalet Feryadı: Osmanlı’dan Türkiye’ye Beş Ermeni Feminist Yazar adlı kitabı. Ermeni kadınları görünür kılmak açısından önemli. Son yıllarda Osmanlı kadınını Müslüman, şehirli, elit kadınlardan ibaret görmeyen çalışmaların sayısı giderek artıyor. Ancak belirtmek isterim ki, Müslüman kadın, Ermeni kadın, Rum kadın gibi kategorileri biraz tehlikeli buluyorum. Kompakt, kapalı, hiç etkileşimleri yokmuş, herkes kendi kapalı köşesinde yaşıyormuş gibi bir algı yaratıyor. Farklılıkları görünür kılmaya çalışırken amaçladığının aksine farklılıkların pek de simetrik olmadığını göz ardı ediyor. Bu farklar arasındaki hiyerarşileri, iktidar ilişkilerini göz ardı etmenize yol açabiliyor. Ama bu sorunların üstesinden gelmeye çalışan çalışmalar da var. Çok kolay değil üstesinden gelmek, en azından orada katmanlı ilişkilerin olduğunu söylemek bile bir şey.
– Peki kadınların bu özel deneyimlerini onların ağzından duyabilmemiz mümkün mü? Arzuhaller bize bu konuda yardımcı olabiliyor mu?
– Arzuhaller kişisel bilgiler açısından bir alan sunabiliyor. Ben de araştırmamda arzuhal kullanmaya çalıştım. Ama kürtaj deneyimi ve doğumun mahremliğinin yanı sıra kadınların okuryazar olmaması gibi şeyler farklı düzeylerde zorluklara işaret ediyor. Bu tarz mahrem konuları çalışırken, ister istemez kaynak azalıyor veya çok kısıtlı belgeden yorum yapmamız gerekiyor. Her kaynağa yaklaşırken bu ne için, kim tarafından üretilmiş, kime yönelik olarak nasıl bir bağlamda üretilmiş, bunları sorgulamak gerek. Kadınlar söz konusu olunca biraz daha dikkatli davranmak gerekiyor.
– Son olarak devlet erkinin bugün kadın bedeni üzerine ürettiği söylemi bir tarihçi olarak yorumlamak ister misiniz?
– Yorum yapmaktan bir yandan kaçıyorum, bir yandan yapmak da gerekiyor. Çünkü her gün buna dair reaksiyon vermenin çok tüketici bir yanı var. Çok net olarak inanıyorum ki kaç çocuk doğuracağı, ne giyeceği, kahkaha atıp atmayacağı, sokağa çıkıp çıkmayacağı gibi mevzular kişinin kendi kararı ya da en fazla çiftin kararıdır. Ancak sadece bugünkü iktidar değil pek çok iktidar kadın bedenine müdahale etmeye çalışıyor. Örneğin Çin’deki tek çocuk politikasıyla Türkiye’deki çok çocuk teşviki çok farklı değil benim gözümde. Kadınlara yöneltilen “doğur, doğurma, kürtaj yapma” gibi cümlelerin her birini eşit derecede kabul edilmez buluyorum.
– Gülhan Erkaya Balsoy, Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı, Can Yayınları, 2015, 254 s.