İnsan bir kitabı kendi sesiyle okuyor, satırları kendi sesinden duyuyorsa o kitap okuyucusunu bulmuş demektir. Yaşamımın farklı dönemlerinde pek çok kitap beni buldu. Ben büyüdüm, sesim değişti. Sesim değiştikçe beni bulan kitaplar değişti. Bazen de beni bulan kitaplar sesimi değiştirdi. Değişmek, dönüşmek, büyümek süreci o kadar garip bir şey ki bazen kendi sesimi tanıyamadım. Şimşek çakar sesi sonradan gelir ya, içimde bir yerlerde şimşekler çaktı ve ben sonradan gelen o sesi duyunca tuhaf hissettim. Yıllar sonra bu hissime tercüman olan bir karikatür buldum: ‘Kendi olduğu o an’ konuşan bir insan “Biraz garip mi oldum ya?” diye soruyor kendine. Duyduğum ses ile çakmış şimşeği ilişkilendirmek meseleydi. Bir anlama kavuşmak insanın içini rahatlatır. Cevap bulamasa da anlam bulur. Bu ilişkiyi kurmak anlam(lar)ıma kavuşturup rahatlattı beni pek çok kez.
Şimdi, yaşamımın bu döneminde, kendi sesimle duyduğum bir kitap bana kollarını açtı. Yazarın sesi kendi iç sesime karıştı; “Ben de olsam bunu aynen böyle ifade etmek isterdim” dedim. Kitapta yazarın “insanın manevi muhitini tanımak” deyişiyle anlattığı şeyi hissettim. Yazarla uzun yıllardır tanışıyormuşuz, eşmişiz, dostmuşuz gibi anlaşabiliyorduk satırlarının arasında. Yazar benim içimi biliyordu. “Manevi muhitime” aşinaydı. Bu çok sıcak bir histi. Eskiden olsa bu sıcaklık beni yakar, terletir, bunaltırdı. Şimdiyse ısıttı. İçiniz üşüdüyse, size de bir parça sıcaklık ikram edeyim bu yazı vesilesiyle.
Türkay Demir, insanların manevi muhitlerini ziyaret eden, onlara kendi muhitlerinde bir süre eşlik eden, o muhiti daha yakından tanımak için onlarla birlikte keşfe çıkan türden bir adam: Psikiyatrist ve psikanalist. Benim kendisine rastlamam bir seminer sayesinde oldu. Laf lafı açtı, çağrışım çağrışımı getirdi ve seminerin sonunda çok etkilenmiş bir şekilde “Ben ne dinledim böyle?” diye sordum kendi kendime. Dinlerken kulağımdan girenler içimde çeşitli duygulara dönüştü: meraklandım, üzüldüm, neşelendim, haset ettim… Bu aralar üzerine kafa yorduğum duygulardan biri de haset olduğu için Türkay Demir’in konuşmasında onun rahatlıkla kendisini bırakabildiği çağrışımlarına ve bu çağrışımlara bizi de doğal bir şekilde çekivermesine duyduğum hasedi fark etmem geç olmadı. Türkay Demir de hasede değinmeden geçemezdi elbet diye düşündüm ve bu düşüncemi doğrulayan şu satırları yakaladım kitabında: “Kendinden memnun olma çabası benim hayatımın bir özetiyse, kendinden kendiliğinden memnun olanlara duyduğum haset de bu özetin ana fikridir.” Seminerdeki izlenimim ve muhtemelen hissettiğim hasedin temas ettiği yer, Demir’in çağrışımlarından ve çağrışımlarının onu götürdüğü yerlerden memnun olmasıydı. Kanıksanmış bir memnuniyet değil, içselleştirilmiş bir memnuniyetti bu. Belki de en çok buna haset ettim. İnsanın kendi içinin onu götürdüğü yerlerle barışık olması ne hoştu; her ne kadar bazen karanlıklara ulaşsa da! Psikiyatrist Cem Mumcu’nun bir paylaşımı geldi aklıma: “Bazı yollar içimize kıvrılır.” Bazen de bizim içimize kıvrılmamız ve içimizdeki yola koyulmamız hayrımızadır. Böylece dışımızdaki yollar da değişir, dönüşür, farklı yerlere sapar.
Türkay Demir’in “Aşk ve Öbür Duygular” ismini verdiği kitabında içimize kıvrıldığımızda dışarıdaki yolların bundan nasıl etkilendiğini okuyoruz. Bir yandan kendi manevi muhitimizi tanımaya koyulurken diğer yandan dışarda gezip dolaştığımız yerleri de keşfe çıkıyoruz yeniden. Ben bu muhitte büyüdüm, buraları çok iyi bilirim dediğimiz yerlerde fark etmeden geçtiğimiz şeyleri görerek birdenbire şaşırıyoruz.
Bir “Patron” var, onunla tanışıyoruz. Bazılarımız kendi “Patron”uyla çoktan tanıştı belki, bazılarımızsa “Tabii aşinayım ama ilk kez bu kadar yakın olduk” diyor kitabı okuyunca. Patron’a sinirleniyoruz, Patron’a üzülüyoruz, Patron’u anlayamıyoruz, Patron’dan utanıyoruz; an geliyor içimizdeki Patron’a tosluyoruz.
Arzulamak ile arzuladığını elde etmekten korkmanın iç içe geçmiş, düğüm olmuş halini görüyoruz kitapta. Arzumuzun elinden nasıl tutamadığımızı, korkunun eldivenini giydiğimizi anlıyoruz. O eldiveni giymenin bizi soğuktan koruduğuna inanıyoruz sözde, ama artık ıslanmış ve sırılsıklam bir eldivenin bizi daha çok üşüteceğini kabul edemiyoruz. Bazen kabul ettiğimiz halde hissedemiyoruz galiba. Bunun “yaşamsal girişim gücünü kötürümleştiren bir yalpalamaya yol açtığı”nı bilmiyoruz.
Sevmenin farklı tezahürleriyle karşılaşıyoruz. Birinin (ya da kendimizin) “coşkulu halini sevmek” ile “acılı halini sevmek” arasındaki farkın şefkatine ve otantikliğine değiyoruz. Ne zaman birinin (ya da kendimizin) acılı halini sevdik? Bunu düşünüp o sevginin hissini özlüyoruz. Ve belki tam da bu yüzden o his siniyor yüreklerimize. Dahası, kendimizin acılı haline katlanamadığımız bir dönemdeysek, şefkatin kapısını açıp “şöyle buyurun” diye fısıldayabiliyor bu kitabın kelimeleri bize.
İşte böyle bir kitap Aşk ve Öbür Duygular. Böylenin daha ötesinde, daha fazlasında duruyor ve size göz kırpıyor. Yaşamınızın nasıl bir dönemindesiniz bilmiyorum. Sesiniz kulağa nasıl geliyor bilmiyorum. Ama eğer ihtiyacınız varsa, bu kitabın sizi bulmasını ve sizin sesinizin de onu bulmasını diliyorum. Böylece iç sesinizin titreşimlerinden yayılan sıcaklıkla ısınabilir, aydınlanabilirsiniz.
Aşk ve Öbür Duygular, Türkay Demir, Okuyan Us Yayınları, 2004,