Özlem Güler
19.yüzyıl ıslahatları, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaması için girişilen batılılaşma hareketleriydi. Öncelikle yönetim, hukuk, eğitim ve askeri alanlarda yenilikler yapıldı. 1839 yılında yayınlanan Tanzimat Fermanı, Osmanlılarda anayasanın ilk aşaması oldu. Bunun sonucunda Padişahın yetkileri sınırlandı ve yönetimin batılılaşması, yeni yasalar, Hıristiyan uyruklular ile Müslüman uyrukluların yasa önünde eşit kılınması gibi düzenlemeler fermanda yer aldı.
Tanzimat’ın çok önemli üç sonucu olmuştu. Birinci sonuç, merkezi bürokrasinin Padişaha karşı bir ölçüde de olsa, güvenceye kavuşmuş olmasıdır. Böylece, bürokrasi, batılılaşma çabaları içinde daha önemli bir rol oynama olanağına sahip olmuştur. İkinci olarak Müslüman olmayan Osmanlı uyruklar, ticaret etkinliklerinde daha çok güvenceye kavuştular. Müslüman olmayan bu tüccarlar Avrupa pazarları ile bütünleşme içinde bulunduklarından, güvencelerinin artması, Osmanlıların, ekonomik olarak, daha büyük ölçülerde sömürülmesi sonucunu doğurdu. Üçüncü sonuç, yabancı ülkelerin, Osmanlıların iç işlerine, eskisine göre daha çok karışmaya başlamalarıydı. Tanzimat’ın bu doğurgusu, sonunda Osmanlıların yarı sömürgeleşmesinin yolunu açtı (Kongar, 1981: 64).
Tanzimat’la gelen yenilikler sınırlı da olsa kadın yaşamını etkiledi. Kentlerde yaşayan kadınların giyim kuşamları, dışarıya çıkmalarıyla ilgili yasaklar hafifledi, eğitim hakkı tanındı, kendi gazetelerini çıkarabildiler, derneklerini kurdular. Yine bu dönemde köylü kadın, ağır çalışma koşullarında yaşamını devam ettirirken; gelişen sanayinin gıda, dokuma gibi işkollarında çalışan işçi kadınlar ise değişen şartlar karşısında hak arayışlarına giriştiler.
Tanzimat öncesinde kent kadınının durumunun, padişahlar döneminde zor olduğunu biliyoruz. Örneğin III. Osman (1754-1757), kendi gezisine ayırdığı haftanın üç gününde kadınların İstanbul’da sokağa çıkmasını yasaklamıştı. Diğer günlerdeyse sokağa çıkan kadınların sade ve örtülü giyinmeleri zorunluydu. Yasağa aykırı olarak sokağa çıkan, ince yaşmak tutunup sırmalı giysiler giyinen kadınlar III. Osman’ın emriyle denize atılarak boğduruluyorlardı. Tanzimat sonrasında bu konuda belli bir özgürlük ve hoşgörü hâkim olmuştur (Güzel, 1985: 858). İslam hukukunun geçerli olduğu bütün toplumlar gibi Osmanlıda da, kentsel mekân, cinsiyete göre çok keskin bir biçimde ayrılmış durumdaydı ve Tanzimat dönemine dek kadınları konu alan uyarı ve yasaklamaların, öncelikle giyim kuşam ve kadınların dışardaki davranışlarını düzenleyenler olduğu görülmekteydi. Mekânın cinsiyete göre bölünmesinin mimarideki ilginç yansımalarından biri, Mecelle’ye göre, kadınlara ait yerler olarak kabul edilen mutfak, kuyu başı ve avluların bir başka evden görülmesinin “zarar-ı fahiş” sayılmasıydı (Berktay, 2012: 99).
Tanzimat döneminde İstanbul, Selanik gibi büyük kentlerde kadınlar için okullar açılmıştır. İlk olarak 1842’de Avrupa’dan getirilen ebeler Tıbbiye’de kurs vermişler ardından Kız Rüştiyeleri, Sanayi Okulları, Kız Öğretmen Okulları açılmıştır. Eğitim olanağına kavuşan kadınlar, yayın organları aracılığıyla seslerini de duyurabilmişlerdir. Kadın sorunlarına yer veren Terakki (1868) gazetesinde Avrupa’yla karşılaştırmalar yapılıp, Osmanlı kadınının geri bıraktırılması eleştiriliyordu. Daha sonraları kadınlar için gazeteler de çıkarıldı: Muhadderat (1888) veya Fatma Aliye Hanım’ın da yazarları arasında bulunduğu Hanımlara Mahsus Gazete gibi. Kadın derneklerinin kurulması ise 1908’den sonra gerçekleşmiştir. Yardım kurumu niteliğindeki derneklerin yanı sıra Kadın Haklarını Savunma Derneği gibi gerçek dernekler de kuruldu.
Osmanlı devletinde tarım ekonomisinin yükü Anadolu’daki kadınlı erkekli ailelerin, hatta özellikle kadının omuzlarındaydı (Çakır, 2013: 343). Ayrıca kadınlara tarlada çalışmaları için gerekli fetva da verilmekteydi. Köylü kadın ev ve üretim işlerinin birçoğunu yapıyordu. Gıda, dokuma ve hayvancılık işlerinin tümü, tarla işlerinin çoğu onun yükümlülüğündeydi (Güzel, 1985: 863). 19. yüzyılda pamuk, zeytin ve fındıkta kadınlar tarım işçisi olarak çalıştırılıyordu. Aldıkları ücretler de oldukça düşüktü. 1907 ve 1908 yıllarında görülen kuraklık bir de dağıtım yollarının az olması çoğu Anadolu kentinde kıtlık yaşanmasına neden oldu. Fransa’nın Sivas konsolos yardımcısının 25 Haziran 1908 tarihli raporuna göre: “23 Haziran’da Sivas’ta bir ayaklanma oldu. 50 kadar Türk kadını, hayat pahalılığını, ekmeğin bozukluğunu ve tahıl kıtlığını protesto ettiler. Sayıları gittikçe artan protestocular (500’e yaklaştı) -Raporda Anadolu halkından söz edilirken populace yani ayaktakımı terimi kullanılır. Kimi konsolos, konsolos yardımcısı ve benzeri diplomatların bu aşağılayıcı terimi kullanmakta ısrar ettiklerine birçok belgede rastlanmaktadır- valilik konağına yürüyüp oradan da buğday depolarına yöneldiler; kapıları kırıp mahsulü yağmaladılar. Daha sonraki raporda Sivas’ta ekmeğin 5 kuruşa satıldığını öğreniyoruz. Günde on dört, on altı saat çalışıp 40 para veya 2 kuruş kazanan Sivaslı bir kadın işçi, bir günlük ücretiyle bir ekmek bile alamaz durumdadır.” (Güzel, 1985: 864).
17. ve 18. yüzyıllarda gıda ile halı, kilim, kumaş dokuma, iplik bükme, nakış işleme gibi iş kollarında çalıştırılan kadın işçiler; sanayinin gelişmesiyle birlikte tütün, sigara, tekel ve kimya işlerinde de çalışmaya başladılar. 1850’lerden sonra ise daha çok kadın sanayide çalışıyordu. Örneğin 1867’de İzmir, Kula, Uşak ve Saruhan gibi yerlerde çoğunu Avrupalıların yönettiği halı fabrikalarında kadın işçiler düşük ücretlerle çalışıyorlardı. Ya da 1897’de İstanbul’daki Kibrit Fabrikası’nda, Bakırköy Bez Fabrikası’nda kadın ve çocuk işçiler yer alıyordu.
İstanbul Fransız Ticaret Odası’nın 31 Ağustos 1900 tarihli aylık bültenine göre: “Sivas’ta ve yöresindeki kazalarda yaklaşık 10.000 dokuma tezgâhı var. Kadın işçilere günde 20 para ile 1 Kuruş arasında ücret ödeniyor. Ve bir günde 4500 ile 5000 arasında düğüm atıyorlar. Sivas yöresindeki dokuma tezgahlarının çoğu Aliotti ve Andrea şirketlerine aittir. Bu iki şirket arasındaki rekabetten yararlanıp ücretlerini belli bir düzeyde tutan işçiler, iki şirketin bir süre sonra birleşip bir anonim şirket kurması üzerine bu şanslarını yitirmişler ve anonim şirket tekel olanağını ücretleri düşürmekte kullanmıştır. Dokuma, kadın ve çocuğun ucuz emeğinin yoğun bir biçimde kullanıldığı bir işkolu olmakta ve bu durum Şark Halısı’na yatırım yapmış yabancı ve yerli şirketlerin akıl almaz kârlar elde etmelerine yol açmaktadır.” (Güzel, 1985: 870)
İngiliz The Oriental Manifactur Ltd. şirketinin halı tezgahlarında çalışan 15.000 kadın ve çocuk işçinin ekseriyeti ancak 1,6 Kuruş alabiliyordu. İşgünü 14 saati geçmekte devam ediyordu. Şirketin İzmir, İstanbul, Sivas, Burdur, Isparta ve Maraş’ta atölyeleri ve satış mağazaları vardı. Sanayi merkezlerinde bile işçiler, rutubetli, havasız, karanlık yerlerde çalıştırılıyor, amelenin sıhhati için lazım olan tertibata aldırış bile edilmiyor, verem gibi hastalıklar korkunç tahribatlar yapıyordu (Erişçi, 1997: 12).
Bu dönemde ücretlerin düşük olması, zamanında ödenmemesi ve çalışma koşullarının olumsuzluğu gibi nedenlerle farklı işkollarından işçiler protesto ve grevlerle haklarını aramışlardır. Yapılan eylemlere kadınlar da işçi, eş, anne veya kız kardeş olarak katılmışlardır. 1872-1907 arasında örgütlenen elli grevin içinde, çoğunlukla kadınların çalıştığı dokuma işkolunun grevleri de var. Grev komitelerinde yer alan kadınlar; çalışma süresinin 8 saat olması, gündeliklerin 18 Kuruşa çıkarılması, işyerlerinde içme suyu, havalandırma tesisatı bulundurulması gibi isteklerini belirmişlerdir.
KAYNAKLAR
1) Şehmus Güzel (1985), Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, 3.c-4.c, İstanbul, İletişim Yayınları.
2) Serpil Çakır (2013), Osmanlı Kadın Hareketi, İstanbul, Metis Yayınları.
3) Fatmagül Berktay (2012), Tarihin Cinsiyeti, İstanbul, Metis Yayınları.
4) Emre Kongar (1981), İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, İstanbul, Remzi Kitabevi.
5) Lütfü Erişçi (1997), Türkiye’de İşçi Sınıfının Tarihi, Ankara, Kebikeç Yayınları.