Umut M. Doğan
Türkiye’de çocukluğunu 1980’li yıllara kadar yaşamış olanlar arasında anlatı gücü oldukça kuvvetli insanlar vardır. Teknolojinin tembelliğe yönlendiren, sözlü anlatım geleneğini öldüren zehrini en fazla tek kanallı televizyonlarla yaşayan bu insanların çoğu ise radyoya maruz kalmıştır. Böyle olunca da, şimdiki zamanda yaptığımız gibi ekran karşısına kendilerini hapsedip etraftan bihaber çürütmediler koca ömürlerini. Gözlemlediler, dinlediler, anlattılar… Köyün ardında yükselen dağdan, yan komşunun buzağısına, herkesin deli bildiği mahalle abdalından, okul arkadaşlıklarına ve daha nicesine uzanan anılar biriktirdiler. Dil döndüğünce anlatılagelen bu anılar kiminin dilinde her kelimesi bal olan birer öyküye döndü.
Bu önermemi yaparken öylesine eminim ki, bizzat benim çocukluğum da bu kuşaktan çevremde olanların anlattığı yöresel anlatılarla geçti. Gümüşhane’nin herkesin herkesi bildiği bir avuç kent merkezinde “bildikleri kadarıyla” solcu olup bol muhabbetli çeşme başı sohbetlerinde zor yaşamlarını anlamlı kılmaya çalışan babamdan dinlediklerim nice film senaryosuna pabuç çıkartacak türdendir. Yetmişli yılların zor zamanlarında, yoksulluklarına bir de kardeş kavgalarının yoksunluğunu katmış birer genç olarak yaşadıkları her güne bir öykü tadı katmışlar. Kimi kahkahalarla güldüren, kimi hüzünle düşündüren. Oysa şimdi ben, ellisine vardığım ömrümün arka penceresinden baktığımda bu anlatılardan birine bile eş sayabilecek bir gençlik öyküsü biriktirememiş olduğumu görüyorum. Bu benim kabahatim mi? Sanmıyorum. Hayatın bir gerçeği olarak ne yazık ki bu toprakların kadim tarihinden taşınıp gelen sözlü anlatı geleneği her geçen gün biraz daha tükeniyor.
Anadolu’nun keyfine keyif katan sözlü anlatım geleneğinin son temsilcilerinden biri de Asım Keser’dir. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda uzun yıllar yaptığı bürokratik yazı, çizi, sorgu, ifade eksenli kamu müfettişliği görevi için ülke sathında çıktığı her seyahatten bir gözlem, izlem ve öykü kurgusu olanağı yaratmış olduğu anlaşılan Sayın Keser ile ilk tanıştığım gün görmüştüm kendisinin bir söz üstadı, avaz ehli olduğunu.
“Evvela söz vardı”, lakin gayri devir yazmak devriydi. İşte bu yüzden, onu muhabbetle dinleyen nice dostunun ısrarına cevaben anlattıklarını, tıpkı anlattığının tadında ilk kitabına aktaran Asım Keser’in Antik Alemden Modern Zamana Bir Anadolu Güzellemesi isimli kitabı 2025 yılında DM Kitap’tan çıktı. Keser, kitabında da belirttiği üzere koşan bir at, hem de bir yılkı atı güzelliğinde yaptığı konuşmalarını aynı güzellikte, aynı yoğunlukta ve aynı yoran güçle aktarmış kitabına. Evet doğrudur, yorar Asım Keser’in cümleleri. Uzundur, başladığı yerden bittiği yere varana kadar baştan uca bir Anadolu gezisi vadeder okuyucusuna. Ağdalıdır dili, ama asla anlaşılmaktan ırak değil. Dilindeki ağda, tüm ruhuna işlediğine inandığım, gönlüyle hemhal olan farklı dil ve lehçelerdeki kelimelerdendir. Okuyucusunu on binlerce yıldan bugüne, Mezopotamya’dan Anadolu içlerine taşıyan bir kalemin sosyal medya tembelliğindeki birkaç kelimeyle karşımıza çıkmasını bekleyen varsa bu kitaptan uzak dursun. Çünkü duru Türkçesinin hamuruna nice Kürtçe, Farsça, Osmanlıca kelime ile bir o kadar da doğup büyüdüğü yöre olan Iğdır’ın çeşit çeşit yerel lehçesinden tatlar katan yazar okuyucuyu dil tembelliğinden çekip alıyor. Okunan her sayfada bir anlatılanlara dair notlar almak istiyorsunuz bir de kullanılan dillere dair kelimelerin renkli cümbüşünden feyz almak.
Cumhuriyet çınarının gölgesinde, fırsat eşitliğinin şükrü ile yola çıktığı Ağrı Dağı’nın kıyısındaki bir köyden İstanbul’daki tedrisatına uzanan yolculuğunun sonrasında mesleği gereği “Anadolu’nun nice medeniyet bakiyesi eserlerin bulunduğu müze koleksiyonlarında başlayan incelemeler, keyifle dinlenilen arkeolog, antropolog, sümerolog, etnolog sohbetleri karşısında hayranlık ve hayret duyarak” Anadolu öykülerini gönlüne alan Keser, bu öyküleri çocukluğundan beri Ağrı Dağı eteklerinde dinlediği nice başka anlatıyla harmanlayıp sunuyor okuyucusuna. Ne ulvi bir ifadedir ki yazar “Anadolu irfanının gözünde bir Antik kentin sadece bir antik kent olamayacağını” ifade eder kitabın bir yerinde. Bu düsturla, Anadolu sevdasına maya çalıp yola revan olmak diye anlatır Keser, yazdığı öykülerin doğuş serüvenini.
Tüm bu anlatılarda yazarın adeta gizli birer öznesidir, Iğdır’ın Sürmeli Çukuru’ndan Meşşedi Emmi ile Çoban Ewdo. Kimdir bu isimler, bilemedim. Didik didik okuyup notlar aldığım kitabında yazarın dipnotlarla defalarca tanıttığı bu isimler gerçek mi, hayal mi anlamadım doğrusu. Aslına bakarsanız kitabın sayfaları tek tek çevirip anlatılan öykülere daldıkça, sıklıkla öykülere dil veren Aşık Meşşedi ile Çoban Ewdo’nun hayal ile gerçek arasındaki ince hayat çizgisinin bir temsili olduğunu düşünüp, daha fazla sorgulamadan okumaya devam ettiğimi fark ettim.
İster hayal ister gerçek olsun Meşşedi Emmi, yöredeki tüm irfan ehli gibi 17. yüzyılın aydınlanmacısı Ahmed-i Hani’den, Kırmızı Medrese’nin mütefekkiri, mutasavvıfı Melaye Cizri’den akıp gelen edebiyat, bilim ve tasavvuf deresinde aklanmış, melamimeşrep sevecenlikte ve de Hüseynimeşrep cevvallikte bir kişi belli ki.
Kitap boyu neredeyse her sayfada bir aşk misali, aşk yoluna serilen bir şiir çıkar karşınıza. Hayyam’dan rubailer ile Mevlana’dan dizeler bir dostluk nişanesi gibi adeta. Keza Sezai Karakoç ile Nazım Hikmet’in, Ahmed Arif’in siyasette birleşmeyen yollarının sevgide, güzellikte, aşkta ve Anadolu’da birleşen çoklu kavşağına şehadet eder kitap. Terzi Fikri’nin adaletli bir düzene örnek olan yaşam hikayesi de Franko faşizmine karşı dik duruşu simgeleyen Babel Garcia’nın muzip direnişi de günlük siyaset didişmesinin çok üstünde bir etik değerler manzumesi olarak yer bulur. Nitekim yazarın düşün dünyasından bir kesittir sayfalarına yansıyan şu söz: “İnsanlığın lazımı müminin celadeti, sosyalistin öfkesidir.”
Evlilik üzerine yazılan denemeler serisinde Anadolu kadınına güzellemeler yapılır. “Sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlarımızdan bahiste 2500 yıl öncesinde vatan savunması adına ölüme yollanan Ksanthoslular’dan, düğün alayı basılarak Osmanlı sultanı Orhan Bey’e eş yapılan Nilüfer Hatun’un İznik’teki yalnızlık öyküsüne nicesi konu edilir.
Malatyalı Fahri’nin şiirlerini de süsleyen o evvel ahir görenek; çeşme başında su dolduran yavukluya gönül nişanı olsun diye fiske ile taş atma adabı… Sevdiceğine mektup yazıp, babasına yakalanır korkusuyla evine göndermekten çekinen Abdurahman Karakoç’un yârinin yaşadığı şehirdeki bir gazetede her hafta onun için şiirler yayınlatması… Ah ne büyük aşklar ne ulvi aşk hikayeleri… her biri zamandan damıtılmış bir masal misali…
Asım Keser’in kalemine yine Meşşedi Emmi’nin dilinden düştüğü gibi “mevzusu olanın mevzide olması gerekir.” Öyle zamanlardayız. Bırakın uçup gidecek sözler söylemeyi, yazarak tarihe, bugüne cümle zamana bir zerre boyu not düşmek gibi bir mevzuya sahipken mevziini iyi seçmek zorunda herkes. Asım Keser Antik Alemden Modern Zamana Bir Anadolu Güzellemesi isimli kitabıyla ne mevzudan geri durmuş ne de mevzide olma kaygısı gütmüş. Gönlünü koymuş ortaya, konuşmuş da konuşmuş, yazmış da yazmış. Günümüzün sinmiş, korkmuş, pusmuş nice akademisyeninin, aydın zevatının salkım saçak ortalığı işgal ettiği bir ortamda, ah ne yüce bir eylem. Hüseynimeşrep bir duruş. En hasından bir örnek nice insan balasına…
Antik Alemden Modern Zamanlara Bir Anadolu Güzellemesi, Asım Keser, Dört Mevsim Kitap, 2025, 200 s.