Üçüncü tekir şahıs/ Anıl Ceren Altunkanat
Bu köşenin sözcükleri size ilk kez Kasım 2020’de ulaştı. Okumanın mahrem bir alana dönüştüğünden yola çıkıp, paylaşmak, okuduklarımı önermek ya da eleştirmek için kurulmuştum köşeye. Yaklaşık beş yılda niyetimi ne kadar gerçekleştirebildim, böyle uzaktan ve kimi zaman tutuk, paylaşmayı ne kadar başarabildim, buna ancak siz karar verebilirsiniz. Güvenini ve desteğini hep hissettiğim Bilim ve Gelecek ekibine, dergiyi takip edip yazıların hedefine ulaşmasını sağlayan sevgili okurlara minnettarım. Sizlere ne kadar teşekkür etsem az. Köşe henüz fikir aşamasındayken içerikten köşenin adına dek, her konuda benimle bıkıp usanmadan konuşan (ve gözümü korkutmaktan asla geri kalmayan) Özer Or’a; daha önceki yıllarda dergiye söz verdiğim yazıları geciktirme (bazen aylarca geciktirme) huyuma karşın benden ve köşeden güvenini esirgemeyen Ender Helvacıoğlu’na ayrıca teşekkür etmek istiyorum.
Eh, zaten anlamışsınızdır, bu ay köşeye veda ediyorum. Elbette bu başka kavuşmalara, belki daha farklı biçimlerde ve renklerde sohbetlere kapı açacak bir son – her son gibi (benim için bile sürprizlerle dolu olabilecek) bir başlangıç.
Sonlar biraz da bununla ilgili değil mi zaten? Yeni bir başlangıca, tazelenmeye, farklı açılardan bakmaya duyulan ihtiyaç? Köşenin rahatlığından kurtulup kendine bilmediğin sularda meydan okumak? Durağanlıktan ve tekrardan kaçınıp silkinmek, belirsiz yollara atılmak? Sözün, paylaşmanın, yazmanın ve elbette okumanın yeni olanaklarını zorlamak?
Son denen yerde (ki “son söz diye bir şey yoktur” demişti bir dize) saklanan olanakları ve başlangıçları görmek her zaman heyecan verici. Yeni sınırlar içinde yazmak, belki her seferinde sınırlarla biraz daha oynamak. Sınırları darmaduman etmek ya da bir noktanın içine sığmak. (Eli çok yükseltiyorsun, aman dikkat Ceren.)
“Okumanın mahremiyetine sonuna dek sadık olmakla birlikte, okurlar arası dokunuşun, dirsek temaslarının en başta okumanın kendisini zenginleştirdiğine inanıyorum. Mahremiyet ve paylaşım çok da uç kutuplarda değildir belki; paylaşmadan mahremiyetimizi kuramayız, mahremiyetimizi kurduğumuz yerde paylaşmaktan kaçınamayız.”
Üçüncü Tekir Şahıs böyle yola çıktı, bu yolculuğu yine bu sözcüklerle bitireyim. Yeni yolculuklarda, yeni kitaplarda ve yeni sözcüklerde buluşmak dileğiyle.
***
“Kenar, altın arayıcılarıyla dolu bir gecekondu mahallesi. Biz kaçağız, kanunsa bize aç, bize susamış.”
1996, iki yalnız ergen. Yaşamaya ve yakınlığa aç, sesini duyurmaya susamış iki ergen. Frankie ve Zeke. Kendilerini ve yaratıcılıklarını keşfetmeye çalışan gençler imzasız bir afiş hazırlar ve bütün kasabaya asar. Bıkıp usanmadan, vazgeçmeden. Ve 1996 Coalfield Paniği olarak bilinen trajik olaylar zinciri böyle başlar.
“Kafanızın içindeki bir şeyin dünyaya katılmak için uğraşmasından ama hiçbir yere varamadan öylece kaybolup gitmesinden daha hazin bir şey olamaz diye düşünüyordum. Artık o sözcükleri gün yüzüne çıkardığıma göre, çoğalmaları, üreyerek dünyayı kaplamaları gerekiyordu.”
Gizemli afiş birden boyunu aşan olayların sorumlusu haline gelir. Küçük yalanlar, ufak kabahatler üstü üste binerek gizemli bir kasırga başlatır. Afişle, şifreli sözcüklerle yalnızlıklarından kurtulmaya çalışan Frankie ve Zeke bir sırrın, saplantının ve suçluluğun içine hapsolur. Uzun yıllar boyunca. Sır betonun arasından yaşama uzanan bir yabani ot gibi yüzünü gösterene dek.
“Anlamıştım ki, saplantının güzelliği buradaydı. Hiç azalmıyordu. Eğer doğru yaparsanız, gerçek saplantı her seferinde aynı yoğunluğu yaşatıyor, her seferinde kalbinizi küt küt çarptıran bir elektrik veriyordu. O kadar güzeldi ki.”
Paniğe Mahal Yok, Frankie’nin yıllar sonra, 2016’da artık bambaşka bir yaşam ve aile kurmuşken onu geçmişle yüzleşmeye iten bir telefon almasıyla başlar. Ne afişi unutmuştur ne buruk mantrayı; ne olaylar silinmiştir aklından ne Zeke.
Kevin Wilson iki ergenin yaratıcı dünyasını, kısılıp kalmışlığını ve arayışını anlatırken yaşamın ve yaratımın kendine yol açan doğasını da önümüze seriyor. Bunu okurunun aşina olduğu kara mizahla, ufak ayrıntıların içinde parlayan içgörüyle yapıyor.
“Gözlerimi kapatıp kendime sarıldım. Afişi, o uzanan elleri gözümün önüne getirdim. O ellerin kime ait olduğunu bilmiyordum. Acaba benim ellerim miydi? Öyle olmamasını umuyordum.”
Selen Ak çevirisiyle okuduğumuz Paniğe Mahal Yok titiz ve akıcı bir dille okura sesleniyor. Domingo kitaplarından aşina olduğumuz temiz işçilik bu kitapta da öne çıkıyor.
“Bunu ister miydim? İsterdim. Sırf beni geçmişe bağlayan o bağı hissedebilmek için isterdim. Hayatta her şeyi bu yüzden yapmıyor muyduk zaten? Her şeyi doğumumuzla başlayan ve ölümümüzden çok ama çok sonra sona eren çizgi boyunca devam eden titreşimi hissetmek için yapmıyor muyduk? Bilmiyordum.”
Her sayfası esin dolu bir ay dilerim.
Şimdilik hoşça kalın.
Paniğe Mahal Yok, Kevin Wilson, çeviren Selen Ak, Domingo, 234 s.