Ana Sayfa Dergi Sayıları 88. Sayı “Devrim” kavramının yozlaştırılması üzerine

“Devrim” kavramının yozlaştırılması üzerine

Forum

365

Herkesin ağzında bir “devrim”, bir “devrim”!.. “Tunus Devrimi”, “Mısır Devrimi”, “Libya Devrimi”… Yemen’de, Suriye’de, Ürdün’de de “devrim” sırada… Ardından bakarsın İran’da da bir “devrim” gelebilir!.. Alla alla… Zaten daha birkaç on yıl önce İran’da bir “devrim” olmamış mıydı?!. Anlaşılan, “iyi saatte olsunlar” yine bir şeyler karıştırıyor!

3 Nisan ve 10 Nisan 2011 Pazar günleri, NTV kanalında üç kocaman kültür adamı, Murat Belge, Gündüz Vassaf ve Şeref Mardin “devrim” kavramını ikişerden dört saat tartıştı mı, yoksa birlikte mi düşündüler; aradılar taradılar, “devrim”in ne olduğunu bir türlü bulamadılar.

 

Kültür tarihine bir bakış

Ana çizgileriyle: üretimin üç temel elemanının, “doğa”nın, “sermaye”nin ve “emek”in ayrı ayrı sosyal sınıfların elinde toplanması her şeyin başlangıcıdır. Bu ayrışma süreci, işbölümünden sonra başlamış ve ilk sonuçlarını kölelik düzeni ile vermiştir. Biliyorum, bunlar hepimizin bildiği gerçekler. Ama uygulamalarımızda, düşüncelerimizde bu gerçekleri göz ardı ediyoruz ve insanlığın gelişmesini yavaşlatmak için kurulan tuzaklara düşüyoruz.

Devam edeyim: kölelik düzeninin kültüre yansımış biçimi dinlerdir. Köleliğin sürmesi için önce doğal güçlerin egemenliği kabul edilmiş ve bu güçleri kullanma becerisi gösteren insanlar egemen sınıf olarak üretimi eline geçirmiştir. Bu dönem, önce büyücü krallar, sonra da mucize gösteren peygamberler dönemidir. Doğal güçleri elinde tutanlar başkalarının efendisi, yani aristokratlardır. Aristokratlar, önce doğal gücün, sonra da tanrının kendisi, oğlu, vekili, peygamberi, halifesi, papası, kralı, yeryüzündeki gölgesi gibi sıfatlarla tanrının güçlerini kullananlardır. Geri kalanlar “halîk (halk)”, yani yaratılmış, yani “kul”dur.

Böylece “kulluk düzeni” kurulur, kendi içinde gelişme bölümlerine ayrılarak yaşama sürecini yürütür. Önce çok tanrılı dinler ortaya çıkar. Doğanın kimi özellikleri tanrılara yüklenir. Aristokratlar sağlıklarında kendilerini tanrı saydırır. Ardından tanrının oğlu, vekili gibi özellikler yüklenerek tanrısal efendilik yetkilerini kullanmayı sürdürürler, öldükten sonra tanrılaşırlar.

Sonra peygamber krallar gelir. İnsanların tanrı olmadığı anlaşılınca tanrının vekili olarak krallığı ellerinde tutmaya başlarlar. Bu yetki de zamanla ayrışır, yönetici krallar yetkilerini ruhbanlardan almaya başlar. Bu yüzden Hıristiyanlıkta başlangıçta krallık yetkisi Papalar tarafından verilir. Günümüzde de Avrupa ülkelerinde hâlâ krallar din adamları tarafından taç giydirilerek yetkilendirilmektedir.

Müslümanlıkta ise Sultanlık ile Halifelik birleştirilir ve halife sultanlar dönemi ortaya çıkar.

Her iki durumda da önemli olan “tanrısal kan/ırk”tır. İslamiyet’te sultan soylular öldürülse bile kanı akıtılmaz, tanrısal kan yere dökülmez, kementle boğularak öldürülür. Hıristiyanlıkta bir ülkede aynı aileden gelen kral olacak erkek bulunmazsa başka bir ülkenin hanedanından tanrı soylu birisi krallığa getirilebilir ya da kral ailesinin devamı ile görevlendirilebilir. Şimdiki İngiltere kraliçesi II. Elizabeth’in kocası, Yunanlı prens Philip’tir. Böylece kraliyetin tanrısal kanı bozulmamış(!)tır.

Geri kalanlar, yönetilenler, Arapça “halîk/yaratılmışlar” yani “halk”tır. Onlar hiçbir tanrısal yetkiye sahip olmayan “kullar”dır. “Birey” olmaları, yani “ben”leşmeleri yasak olanlar, bunun için binyıllar boyu savaşım vermeleri gerekenlerdir!

İşte insanlık tarihinin ilk “devrim” süreci bu aşamada devreye girer.

 

Marxçı sosyolojide “devrim” kavramı…

Marksçı sosyoloji, iki yüz yıla yakındır Marksçı kuramın temel taşıdır. “Devrim” kavramı, bütün pozitif bilimlerde olduğu gibi tümevarım ile saptanmış olguların bütününden çıkarılmış bir kavramdır. İki yüz yıldır egemen burjuva güçlerin desteklediği bilim, Marksçı sosyolojiyi görmezden gelmekte, hiç bilinmiyor gibi davranmaktadır.

İlk “devrim” süreci, yönetilenlerin, halkın aristokrat yönetimlerin kültürüne başkaldırması ile başlamıştır. Bildiğimiz ilk başkaldırı, “ben”leşebilmek için “tanrılaşmak” zorunda kalan Hüseyin ibn Mansur el Hallaç (Hallac-ı Mansur oğlu Hüseyin, kısaca Hallac-ı Mansur)’dan gelir. 858 yılında Tur’da doğar, 26 Mart 922’de “Enel Hakk” (1) yani “Tanrı benim” dediği için Bağdat’ta parçalanarak öldürülür.

Bu süreç, Ömer Hayyam gibi, Farabi ve İbn Sina gibi düşünürlerden geçer, Anadolu’nun 13. yüzyılında düşünsel ve toplumsal olaylara neden olur ve başlangıçta Aristokrat olmayan iki devlet doğurur. Bunlar Ankara ve Osmanlı devletleridir.

Aynı yüzyılda, 1215 yılında, İngiltere’de “Magna Carta Libertatum” ile Kültür Tarihinde ilk kez “özgürlük” kavramı anılmış olur. Ardından 1250’li yıllarda Aristokratlar İngiltere’de dünyanın ilk meclisini krala kabul ettirirler. Kral, buna karşılık 1290’lı yıllarda dünyanın ilk halk meclisini kurar. Bu meclisler bugünkü Lordlar Kamarası ile Avam Kamarası’nın kuruluş dönemini oluşturur.

Osmanlı’da 2. Mehmet’le doruğuna ulaşan ve Sultan Selim’le devrimci güçlerin ezildiği karşı devrim sürecinden sonra Avrupa’da gelişen Renaissance ve Dinde Reform hareketleri ve 18. yüzyıl Aydınlanması ile iyice hazır hale gelen sosyal ortam, önce Amerika’da 1776, hemen ardından Fransa’da 1789 yıllarında dünyadaki ilk burjuva egemenliğindeki devletleri ortaya çıkarır.

Sürecin ekonomik yanı, hareketlendiricisidir. Birkaç ana başlıkla söylenirse:

Osmanlı’da yeni bir toprak düzeni, “Dirlik Düzeni” kurulur; Avrupa’da Yahudi bankerler elinde sermaye birikir. Parasız kalan krallar Yahudi bankerlerden borç alır. Geri ödeyemeyince alacaklı bankerleri ya öldürerek borçlarından kurtulmaya çalışır ya da Avrupa’dan sürer.

Burjuva sınıfının oluşması ve gelişmesi böyle başlar. Marksçı sosyolojide “devrim”, bir gecede iktidarın ele geçirilmesi değil, yüzyıllar süren uzun bir süreçtir. Bu süreçte sosyolojik, ekonomik ve kültürel gelişmeler olur. Yeni egemen olan sosyal sınıfının iktidarı ele geçirmesini, bu sürecin, yani devrimin “darbe”si olarak nitelemek doğru olur.

 

İran Devrimi(!) gerçek bir devrim miydi?

Dünyada burjuva kültürünün yerine oturması, devrimin tamamlanması, 20. yüzyılda paylaşım savaşlarından sonra gerçekleşir. Bu gelişme, Ortadoğu’daki Müslüman sultanlıkları da etkiler. Önce Osmanlı Devleti’nde Lale Devri’nden (1718-1730) bu yana Avrupa’ya öykünerek gelişmekte olan burjuva kültürü, pek çok sallantı, sapma geçirdikten sonra Kemalist Burjuva Devrimi ile rayına girer ve iktidara gelir. Kültürel ve ekonomik ilişkiler “birey” ve “kâr” temelli ilişkilere dönüşme sürecine girer.

Türkiye’de kurulma sürecine giren demokratik burjuva yapı, öteki Müslüman ülkelerde kapitalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusundaki zorlaması ile oluşturulmaya çalışılır. Ama doğal süreci yaşanmamış olduğu için, adı yalnızca ya Cumhuriyet, ya da Krallık olan diktatörlüklere dönüşür. Ardından, gelişmesi önlenemeyen “birey” ve “kâr” temelli yapının zorlamasıyla da çeşitli denetimsiz patlamalara neden olur.

Bu patlamalar, pusuda bekleyen ümmet özlemli toplumsal grupların yeniden iktidara gelmesine neden olacaktır. Eski aristokrat yapılara öykünen ümmet toplumu kurma özlemli siyasi guruplar, artık aristokrat kültürün gerçek dayanaklarını bulamadıkları için yeni baskı rejimleri oluşturacaklardır. (2)

İran Devrimi(!) bunların ilki olmuştur. Pehlevi ailesinin dünya sermaye düzeninin desteğiyle, dönüştürdüğü ama burjuva demokrasisine de izin vermediği baskı düzeni, İran ümmet yapılanması tarafından devrilir ve dinsel yapı yeniden iktidara gelir. Ancak “kul kültürü”ne yeniden dönülemiyor olması, “birey kültürü”nün ve “kâr ekonomisi”nin gelişmesinin önlenememesi, çeşitli sosyal çalkantıları da birlikte getirir.

İran’da ümmet toplumundan şahlığa geçiş gibi şahlığın baskı rejiminden ümmet toplumunun baskı rejimine dönüş de kendi başlarına “devrim” nitelemesi verilebilecek hareketler değildir. Baskı rejimlerinin birbirine karşı yaptığı karşıt darbelerdir. Yönetilenler, yani “halk” bu arada bir önceki yönetenin baskısından kurtulacağı düşüncesiyle bir sonraki darbeye destek verebilir. Bu süreç, İran Şah rejimine karşı, Marksistlerin ümmet rejimini destekleme hatasına düşmesine neden olmuştur. (3) Oysa devrim süreci, bu akışı da kapsayacak biçimde bir yandan işlemekte, doğal süreci içindeki gelişmesini sürdürmektedir.

 

Arap ülkelerindeki hareketlere “devrim” denilebilir mi?

Tunus, Mısır ve Libya’da görülen hareketlerin de İran örneğindeki gibi gelişme olasılığı az değildir. Yönetilenlerin desteklediği “Müslüman Kardeşler” İran’daki Ayetullahların yerine konursa aynı senaryo yinelenecek gibi görünüyor. Devrimci güçlerin, devrim sürecinin ayırdına varmaları ve süreci denetim altında tutabilmeleri durumunda, bir devrim sürecinin, devrimci muhalefetin ortaya çıkabilmesi olasılığı yok değildir.

Ortaya çıkabilecek olan yapı ise ancak burjuva demokratik yapısı olacaktır. Burjuva sosyal yapısı Birleşmiş Milletler aracılığı ile ve “kâr” ekonomik bağlamlı, “birey”i temel alan burjuva kültürel yapısı gereği, bu sürece kendi çıkarı doğrultusunda destek vermektedir.

Afganistan ve Irak’a yapılan sermaye müdahaleleri de aynı yapının doğal ürünüdür.

Günümüzde sermaye, kendi çıkarı gereği bir “darbeler dönemi” yönetmektedir. Devrimci savaşım, bu krizlerin, gelişmeye ve geleceğe açık demokratik yöne doğru evrilmesi için muhalefet politikaları üretilmesi ve uygulanması doğrultusunda olmalıdır.

 

Nereden çıktı Müslüman ülkelerde “devrim” kavramı?

İran Devrimi(!)nin olsun, Tunus, Mısır ve Libya’daki halk hareketlerinin olsun, “devrim” olarak adlandırılması, sermayenin kendini gerçek devrimlere karşı koruma refleksinden gelmektedir. Yönetilenlerin muhalefet potansiyelini soğurarak ve onların gücüyle kendi egemenliğini sürdürme çabası açıkça gözlenmektedir.

Darbelerin, yıkılan ve yıkan, her iki yanı da sermayenin elindedir. Yönetilenler güçlerini diktatörden yana kullanırsa sermaye de diktatörleri desteklemekte, ümmetlerden yana kullanırsa sermaye de ümmet görünümlü oluşumları desteklemektedir.

Kimi zaman desteklediği, özellikle dinsel yapılar, güçlendiğinde sermayeye karşı da umarsız bir egemenlik savaşımına girmekte, ama sermaye, kendi iç tutarlılığı doğrultusunda, savaşımı onların istediği ortamda kabul etmemektedir. Bu durumda dinsel ümmet örgütleri umarsız denemelere girişmekte, inanılmaz terör yollarına başvurabilmektedir. El Kaide örgütünün oluşturduğu olaylar bu çabanın ürünüdür.

Ancak bu tutum sermayenin işine gelmekte, birey kutsallığını önceler görünen sermaye sınıfı, bireye karşı yapılan terör hareketlerine kolayca düşman nitelemesini koymakta ve savaş vermektedir.

Halktan, yönetilenlerden gelebilecek gerçek devrimci politikalara engel olma isteği, sermayenin, kendi örgütlediği ya da kendi yöntemleriyle ele geçirdiği halk hareketlerini yapay devrimlere dönüştürerek, dünyanın denetimini daha bir süre sürdüreceği anlaşılıyor.

Dünya Marksçıları neler olduğunu, neler yapabileceklerini tam olarak görünceye, doğru muhalefet politikaları geliştirip uygulamaya başlayıncaya değin…

 

DİPNOTLAR

1) Tam olarak söylediği “Enel Hüve / ben oyum”dur. Çok basitleştirerek söylenirse: doğrudan “Ben Tanrıyım” dememek için, ve kendi dışında bir tanrının varlığını reddetmiş olmamak için yapılmış bir inceliktir. Daha sonra bu kültür “Enel Hakk / Tanrı benim” düşüncesinden doğan pek çok düşünce akımını, bu arada Anadolu Aleviliğini doğuracak ve temeline Hallac-ı Mansur’un bu düşüncesini oturtacaktır.

2) Türkiye’de de Kemalist Burjuva Devrimi ile dağılan ümmet yanlısı siyasi gruplar, önce Demokrat Parti’nin içinde örgütlenmiş, sonra da bu partinin devamı olan Adalet Partisi içinde yaşamını sürdürmüş, sonra çeşitli kezler kapatılmış olan Erbakan partilerinin içinde siyasal kimlik kazanmıştır. Sekiz yıldır iktidarda bulunan Kemalizm karşıtı Adalet ve Kalkınma Partisi, çağdaş demokrasinin korumasını kendine siper ederek ümmet kültürünü yeniden oluşturma çabasındadır. Ancak içinde bulunduğu akışın bunu artık sağlayacak bir yapı olmadığı görülünce, yıllardır kendisini baskı altında tutan Kemalist bürokrasinin elindeki baskı yöntemlerini, “demokrasi” adı altında kendi eline geçirmiş ve kendi baskı aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Bunu karşılamanın yolu, sert bürokrat yöntemlerle, darbelerle önünü kesmek değil, demokratik muhalefet politikaları geliştirmek ve uygulamaktır.

3) Tam tamına aynı olmamakla birlikte benzer bir süreç, Türkiye’de “eski” -“dönek” mi demeliyim?- Marksistlerin “liberal” adına bürünerek ümmetçi AKePe iktidarını desteklemesi biçiminde gelişmektedir. Ancak AKePe iktidarı, bütün çabasına karşın, İran’da olduğu gibi “kayıtsız koşulsuz” bir dinsel diktatörlük oluşturamadığı için ölümcül baskı rejimini de gerçekleştirememektedir.