Ana Sayfa Dergi Sayıları 89. Sayı “Yakın plan” Yeni Türkiye Sineması

“Yakın plan” Yeni Türkiye Sineması

Yayın Dünyası

692
0
Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması, Zahit Atam, Cadde Yayınları, Mayıs 2011, 778 s.

Sinema tarihçisi ve eleştirmeni Zahit Atam’ın, Yeni Türkiye sinemasını, sosyoekonomik, sosyokültürel, siyasal, psikanalitik ve estetik olarak analiz ettiği kapsamlı çalışması, Yakın Plan Yeni Türkiye Sineması kısa bir süre önce yayımlandı. Zahit Atam, yaklaşık 800 sayfalık bu kapsamlı çalışması ve bundan sonraki projeleriyle yeni sinemanın “yeni eleştirisine” giden yolu döşemeyi hedefliyor. Kitabın doyurucu içeriği hakkında bilgiyi söyleşide bulacaksınız. Burada kısaca, kitabın “ezber bozan” anlatım özelliklerinden söz etmek isterim. Yazar, ele aldığı ister bir yönetmen, ister bir film, ya da Türkiye ve hatta dünya olsun, konuyla ilgili zihninden geçen irili ufaklı tüm düşünceleri, imgeleri, kısaca tüm çağrışım bağlamını metne dahil etmiş. Herhangi bir arkadaşının filme dair bir yorumunu, yönetmenle bir vakit yaptığı sohbetten kalan izleri, kişisel bir deneyimini, analizleriyle iç içe geçirerek anlatıyor yazar. Bu anlamda metin, yazarın analizlerine, hangi zihinsel süreçlerden, hangi verilerin değerlendirmesinden geçerek ulaştığının bilgisini de içeriyor. Yaratıcı okumalara kapı açan, zihni kışkırtan bol malzemesi var kitabın. Örneğin, Kieslowski’nin bir metnini, kendi ele aldığı duruma uyarlayarak yeniden yazıyor yazar. Ya da kendi özyaşamöyküsünü, bir uzun şiirle anlatmayı yeğliyor. Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan’ı, sanatlarını belirleyen psikolojik güdüler, film yapma yöntemleri, yönelimleri, sanatçı olarak sahip oldukları donatılar vs. açıdan kıyaslıyor, örneğin. Kitap, içeriğini de besleyen bu zengin anlatım özellikleriyle, sinemayla yakından olduğu kadar uzaktan da ilgilenen, okumayı, düşünmeyi, yorumlamayı seven okura, soluklu ve keyifli bir düşünsel yolculuk vaat ediyor.

 

“Yeni sinema”nın nesi yeni?

Öncelikle “yeni sinema”, ülkemiz sinema tarihinin hangi dönemini işaret eden bir tanım? “Yeni” sıfatı, dil bağlamında ele aldığımızda, eskiden kopuş olmakla birlikte, bağrında eskinin kalıntılarını taşıyor olmaya, bir sürekliliğe de vurgu yapıyor. Yeni sinemanın tanımını kısaca verebilir misiniz?

Zahit Atam, bu ve bundan sonraki çalışmalarıyla, “yeni sinemanın” “yeni eleştirisinin” zeminini inşa etmeyi hedefliyor.

Yeni Sinema ülkemizin en büyük iktisadi krizlerinden birinde doğmuştur: 5 Nisan 1994’deki krizi hatırlayanlar, doların 24 saat içinde 15 binden 50 bin liraya kadar çıktığını da hatırlarlar. Kitapta da anlattığım gibi, kriz sırasında dolarla borçlanarak C Blok filmini yapan Zeki Demirkubuz, filmi bitirdikten sonra Taksim Gezi Parkı’nda oturmuş düşünmektedir. O sıralarda Taksim’e büyük bir reklam panosu asılmıştı ve sürekli yenilenerek döviz fiyatlarını altyazıyla veriyordu. Zeki’nin anlattığına göre, bir sigara yakıp bitirmeden borcu artıyordu. Aynı şekilde 1994’te ilk uzun metrajlı kurmaca filmini çeken Yeşim Ustaoğlu’na, filmini sesli çektiği için Yeşilçam’da “kafayı yemiş kız” diyorlardı. Bunlar Yeni Sinemanın doğum anları. Peki, Yeni Sinemayı yeni yapan nedir? Bunun yanıtı çok uzun, kitap içinde yaklaşık 30 sayfada bu yeninin izine düşülerek kavramsal, estetik, siyasal, sosyolojik olarak çözümlenmeye çalışılıyor. En kısa haliyle Yeşilçam’ın ontolojik ve epistemolojik söyleminin seyirci nezdinde tümden itibar kaybettiği sırada, sinemanın tamamen yeni bir dille konuşması ve seyirciyle tümden farklı bir düzlemde ilişki kurması olarak nitelenebilir.

 

Yeni sinemanın muhalifliği

Yeni Sinema, doğduğu koşullar itibarıyla, 80 sonrasının depolitizasyonundan ne oranda etkilendi? Bu sinemanın iktidara karşı ciddi bir muhalefet içerdiği, böyle bir potansiyel taşıdığı söylenebilir mi?

Yeni Sinema büyük oranda Türkiye’de yaşanan depolitizasyon ve apolitikleşmede kendi köklerini bulmuştur, çünkü toplumun bizzat kendisi toplumsal ideallerden o kadar uzaklaşmıştı ki, bunun sonucunda insanların ilgi alanlarından, kişiler arasındaki en küçük ilişkilere kadar Amerika’ya özgü ahlaksız bir pragmatizm ve avantacılık/bir koyup üç alma düşüncesi, en genel anlamda gençlerin hedefi ve özlemi haline geliyordu. Bu anlamda hayatın içinde ahlaki bütün önermeler boşlukta sallanıyordu, toplum bir bütün olarak tepeden tırnağa ahlaki bir yozlaşma içindeydi; bundan ilk kaybeden kardeşlik/fraternite oldu. 12 Eylül ülkemizde bir yandan fiziksel tahribat yaratmış, öte yandan ise ahlaki/politik düzlemde tam bir travmaya dönüşmüştür. Dönemin en önemli karakteristiği çiftdinlilik ve riyayla belirlenmesidir. Çiftdinlilik dediğimiz şey en yalın haliyle, bir insanın nasıl bir Türkiye sorusuna verdiği yanıtla belirlendi. İnsanlar aynı anda 1. İstediğim Türkiye’nin bu olmadığı kesin, 2. Benim istediğim Türkiye’nin gerçekleşmeyeceği ise daha kesin, diyorlardı. Bunun sonucunda istemedikleri ve onaylamadıkları bir hayatın içinde, kendilerine önerilen rollere göre hareket ediyorlardı. İnsanlarımız, hiçbir şeye inanmayan ve her şeyi satmaya hazır ilişkilerin içinde birbirlerine satarak ve taciz ederek, tam bir kakofoni içinde hayatı yıpratarak uzlaşmayı ve kendi kimliklerini yok etmeyi seçtiler; başka çaresi yok diye de yaptıklarını meşrulaştırıyorlardı. Yeni sinema bu anlamda bu sürecin yitik insan öykülerini anlatır, ama ciddi bir muhalif kimliği yoktur. Buradaki paradoks şudur, sinemanın ciddi olarak muhalif olabilmesi için ciddi bir toplumsal muhalefetin olması gerekir, onun yerine sinema kendini ikame edemez. Bu nedenle sinema aslında iktidar ve onun erk alanının dışında toplumsal yıkım alanında gezinerek yeni bir mücadele alanı tarif etti ve doğrudan muhalefetten uzak durdu; bu ara bölgeyi daha güvenli buldu.

 

Dört kurucu yönetmen: Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu

Kitabın adı ve kapağıyla yüz yüze gelen her kişinin aklına aynı soru gelecektir sanırım: Yeni Türkiye Sineması denilince ele alınan neden yalnızca bu dört yönetmen? Özellikle son yıllarda sinema üreten yeni yeni pek çok insan olduğu düşünülürse?

Ben Yeni Sinemanın üretim tarzını, estetik olarak dilini, toplumbilimsel olarak toplum tasavvurlarını kuran, yolu açan yönetmenleri inceledim; diğerleri bu yol üzerinde değişiklikler yaptılar, ama bu yol büyük oranda 94-99 arasında inşa edilmiş halini korudu. Ele aldığım yönetmenler yalnızca “kurucu yönetmenlerdir”, yeni sinemanın bütünü değil, kuruluş ve yerleşme dönemlerinin analiziyle yetinmez kitap, yeni sinemayı genel olarak yalnızca Türkiye değil, ama genel bir dünya tahlilinin içine yerleştirir. Ama yalnızca kurucuların filmlerinin estetik/politik/toplumbilimsel ve elbette psikanalitik söylemlerini inceler. Yeni sinemanın diğer önemli filmleri ve yönetmenlerinin kariyerleri ikinci bir ciltte inceleyeceğim. Ama tekrar etmekte yarar var, kitabın genel planda Türkiye’de siyasal iktidarın tanımlanması ve siyasal iktisadının genel karakteristikleri ile ülkemiz ve dünyadaki gelişmelerin içine yerleştirilmesi gibi diğer sinema kitaplarında hiç olmayan bir derinlikte bağlamı vardır; yani genel anlamda sinemanın ekonomipolitiği formüle edilerek, bu gidişat içinde yeni sinemanın özgül bağlamı teorikleştirilmeye de çalışılmıştır.

Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu ve Derviş Zaim sinemasını teker cümleyle tanımlayın desek, ne söylersiniz?..

Bu sorunun en kısa yanıtı aslında her birinin sorunsalını ifade etmek olacak sanıyorum. Nuri Bilge Ceylan, genel karakteristik özellikleriyle Doğulu bir toplumu (Türkiye) Batının eleştirel gerçekçilik geleneğinin estetik biçimiyle anlatır. Aynı zamanda Türkiye belirli bir modernizasyon ve Batılılaşma sürecinden geçtiği için büyük oranda Doğu/Batı tartışmalarının içinde yer alır; yani modernizasyon ve Batılılaşma Nuri Bilge filmlerinin en geniş anlamda bağlamını oluşturur. Estetik olarak seyirci filmlerde büyük oranda karakterlere dokunamaz denli kendini uzak hisseder, ama aynı oranda anlatılan karakterlerin ve sembollerin kendi tarihinde o kadar canlı olduğunu da görür.

Zeki Demirkubuz, 1980 travmasının doğrudan anlatıcısıdır, bu travma Türkiye’de büyük oranda bir çiftdinli alan yaratmış, ahlaki olarak toplumu riyakârlıkla şekillendirmiştir, bu anlamda Zeki dünya görüşü olarak pesimisttir ve itiraf alanına seyirciyi çeker, filmleri buram buram doğululuk ve tutku içerir. Karakterlerin itinayla kendileriyle çelişmeleri esastır.

Derviş Zaim iki darbe görmüştür, biri 10 yaşındayken Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahalesidir, ikincisi ise 18 yaşındayken eğitim amaçlı geldiği Türkiye’deki 12 Eylül askeri darbesidir. Bu nedenle Derviş’in problematiği özgürlük/statüko/iktidara karşı bir hareket alanı arayışı arasında gezinir. Bu anlamda Derviş, belirli açılardan kültürlerarasılık ve metinlerarasılık alanlarında gezinerek, belirli bir ironiyi her zaman içererek ve iktidarın ayak oyunlarının toplumdaki insanlara yansımalarını sorgulayarak belirlenmiştir. Aynı zamanda filmleri sanat tarihindeki pek çok akıma göndermelerde bulunur. Ülkemizde ne yazık ki bunlar sadece geleneksel Türk sanatları başlığında dile getirilir, oysa Derviş’in filmleri Batılı ve Doğulu birçok sanata ve biçimsel aranışlara göndermeleri içerir. Bu kutsal metinlerin hikâyeleri de olabilir, Batılı sanat formları da, geleneksel sanatlar da.

Yeşim Ustaoğlu 78 kuşağından gelir, aslında dört yönetmenin dördü de bu kuşağın üyesidir. Ama Ustaoğlu’nun özelliği, 78 kuşağının ideallerini, siyasal görüşlerini, dünya görüşünü ve belirli açılardan bir insan olarak varoluş alanlarını, yani toplumsal gerçeklikle kişinin kendini tanımladığı alanda kuşağının ideallerini, elbette bir gelişim ve değişim geçirdikten sonra, günümüzün sosyal gerçekliği ile ilişkilendirerek anlatmasıdır. Bu anlamda siyasal göndermelerin en diri, muhalif kimliğin en canlı ve net olduğu filmlerdir; günümüz toplumunun bireylerinin nasıl bir bütün olarak yıkıntılarla, iletişimsizlikle ve boşlukta gezinerek yaşadığı güçlü bir biçimde açığa çıkartılır. Zeki’nin filmlerinde ikiyüzlülük ve pesimistlik genel insan karakterleri olarak dışavurulurken,Yeşim’in filmlerinde bunlar tarihselleştirilir, siyasi iktidarın insanlara bıraktığı yaşam alanı olarak formüle edilir, bu sınırlara karşı direniş ve mücadele kişilerin gerçek kimlikleriyle buluşma çabasının parçası olarak resmedilir.

 

Psikanaliz Türkiye’yi anlamak için doğru anahtar sunar mı?

Yeni Türkiye Sinemasının ortaya çıktığı koşulları, dünya konjonktürünü de kapsayacak şekilde, Türkiye için siyasi, sosyoekonomik, sosyokültürel açıdan tahlil ediyorsunuz. Bu tahliller sırasında yer yer psikanalitik yorumlarınız da giriyor devreye. Sadece yönetmenleri ve sorunsallarını değil, toplumu tahlil ederken de kullanıyorsunuz psikanalizi. Sizce psikanaliz toplumu anlamada doğru bir anahtar mıdır?

Psikanaliz meselesinin tarihi ülkemizde gerçekten ilginçtir. 1980 öncesinde ülkemizde psikiyatriste gitmek bir tür lanetli bir şeydi; toplumdan yalıtılma nedeniydi, genel olarak delilik kategorisiyle ilişkilendirilirdi. Freud yalnızca tıp fakültelerinde değinilerek geçilen bir isimdi. 1980 sonrasında ilk önce Freud’un kitapları çevrildi, daha sonra ise, burası olgusal olarak bir gerçektir, toplumda psikiyatri meşrulaştı; psikiyatriste gitmek bir eğilim haline geldi, sorunlarıyla baş edemeyen insanların sayısında bir patlama yaşandı, geçmişte “ahlaksız bir yıkıcı olarak görülen Freud” psikodinamik psikiyatri içinde güçlendi, güçlü bir eğilim haline geldi. Aynı zamanda dünya genelinde sanat eserlerinin yorumlanmasında da psikanalizin ne kadar güçlü bir yorum alanı olduğu ülkemizde ilk kez kabul edildi, meşrulaştı.

Bunun yanı sıra, psikanaliz bilimi toplumbilimler içinde de yaygınlaştı, aynı meşrulaşma sürecinden geçti. Bir başka önemli sorun daha ortaya çıktı; psikiyatrinin uygulama alanlarının genişlemesine karşılık gelmeyen bir biçimde, psikanalitik kavramları çok ucuz olarak kullanan ve sanat eserleri ve toplumsal kavramları ucuzlatan bir eğilim de öne çıktı. Şunu söylemek istiyorum, özellikle sanat eleştirisi alanında, psikanalizin temel eserleri okunmadan, bir tür el kitaplarından öğrenilmiş ucuz kavramlarla hem eserleri hem de toplumları değerlendiren yaklaşım, insanların büyük oranda bunlara karşı tepkili olmasını sağladı, gerçekten de ucuz etin yahnisi iyi olmaz.

Ama eğer psikanaliz derinlemesine öğrenilir ve sağlıklı bir uygulaması yapılırsa, durum değişir, yani lafını bilerek konuşmak her zaman esastır. Örneğin Nuri Bilge Ceylan, sanatla kurduğu ilişki anlamında, nevrotik karakteri için sinemanın ne kadar iyi geldiğini açıkça söyler. Aynı şekilde Yeşim Ustaoğlu Türkiye’nin 1980 darbesiyle tepkisel ve ergen bir toplum olarak şekillendiğini söyler. Bu açıdan şunu net olarak söylemek gerekir, her birisi psikanalitik yaklaşımın kavramları olan nevrotik karakter ve sanatın nevroza terapötik etkisi olması ile Türkiye’de toplumun gerçekliği kavrayışında ve ona karşı gösterdiği tavırda ergen tavra sahip olmasını, kuramsal ve toplumsal olarak inceleyince neler görmekteyiz: Yanıt çok basit genel toplumsal eğilimler. Örneğin gerçekliği inandığı ve yaşanılası bir düzene dönüştürme gücü, 12 Eylül ile aldığı ağır siyasi baskı nedeniyle elinden alınmış toplumun bu travmanın etkisiyle nevrotik karakterli olması son derece normaldir. Aynı şekilde, tarihle ve toplumsal ideallerle derinlemesine bir ilişki kuramayan bir toplumun, iktidarın ayak oyunlarıyla yapbozla oluşturulmuş tepki alanında, tavırlarını sürekli şiddeti ve tepkiselliği anıştıracak bir şekilde, üstelik süreç içinde olgunlaşmaya adım atmadan ve kendi tekzibini siyasal tavırlarında içerecek şekilde dışavurması normal değil midir? Aynı şekilde, 12 Eylül öncesinde insanlar hayata 10’lu yaşlarda atılırken, siyasal kimlikler bu yaşlarda netleşmeye başlarken, darbeden sonra hayata atılma, elinden bir iş gelme yaşının 25’i hatta 30’u bulmasına, insanların üniversiteyi bitirdikten sonra bile ne yapacağını bilmeden çeşitli işlere bulaşmasına, hatta hayata adım atmayı geciktirmek için itinayla yükseklisans yapmak için çabalamasına ne demeliyiz? Toplumumuzda meclisteki tartışmasından, berberindeki memleket meselelerini değerlendirmesine, seçim kampanyalarından, üniversite kantinlerinde yapılan siyasal değerlendirmelere kadar, bilip bilmeden konuşmak esastır, ergenlikte asılı kalmıştır, tepkiseldir ve değerlendirmeleri şiddetle doludur. İktisadi hayatta lotaryacılık, siyasal ideallerde güçlü komutan ve şef ihtiyacı belirgindir. Bu açıdan ergen toplum değerlendirmesini, en yoğun siyasal filmleri yapan yönetmeninin söylemesi ilginç değil mi?

Şunu söylemek istiyorum, ben gerek Türkiye’nin siyasal iktisadi değerlendirmelerinde, gerekse sanatçılarımızın ürettikleri filmlerdeki karakterlerin ve filmlerindeki estetik/yaratıcılık/toplumsal ilişkiler tasavvurlarını ele alırken psikanalitik kavramlar kullandım, bir yandan sosyolojik diğer yandan ise psikanalitik değerlendirmeleri iç içe kullandım.

Ama gerçek şudur ki ilk önce bu alanın kurucu metinlerini okudum, ikinci olarak, psikiyatrist olduktan sonra okuma yazmayı bırakmamış ve entelektüel açlığı hayat boyu devam edecek insanlara üç ayrı oturumda yaptığım çözümlemeleri sundum ve eleştirilerini aldım. Dahası yazdığım metinleri okudular, tartışmalar yaptık, önerilerini sundular. Bu anlamda lafımı bilerek kullandım, yani yahnide ucuz et kullanmadım. Psikanaliz ve toplumbilim açısından bakıldığında, örneğin 12 Eylül nasıl nitelenebilir? Gerçek şudur ki 1978 kuşağı kendisinden önceki hiçbir kuşakta görülmeyecek denli aşırı politikleşti ve iktidarı istedi, kendisi de toplum adına konuştu. Bu anlamda 1978-80 arasında bir tür babanın yani devletin ortadan çekildiği ve 12 Eylül darbesiyle bu kez baba olarak değil de şef olarak geri döndüğü, aşırı katı kurallar koyup, kendi yasalarını bizzat kendi elleriyle çiğnediği, şiddeti topluma bizzat kendi kurumsal kimliğiyle dayattığı süreç, aslında iktidar çekişmesine girer. Yani aslında devletin şefin etrafında toplanması ve iktidarı isteyen milletin ise kastre edilmesi, bunu yapmak içinde toplumun ideallerini yani Cumhuriyetin kimliğini, toplumumuzun gidişatını, yani geminin dümenini kırması olgusuyla karşılaşıyoruz. Bu anlamda toplum ne yaparsa yapsın, önce şefe biat etmeli, ardından ise şefin icazeti ile bir şeyler yapmaya çalışmalıdır. Gerek Evren şahsında, günümüzde ise Tayyip Erdoğan şahsında, yeni bir şef yaratma, yeni bir ulu Hakan söylemi, otoriter, hesap vermez, vurduğu yerden ses getirir yaklaşımı, hatta toplumun azar işitmekten hastalıklı bir şekilde haz alması durumu, özgürlük ve onun taleplerinin ise toplum için yıkıcılık olarak değerlendirmesi ile karşılanması… Böylesine hastalıklı bir toplum için psikanalizin yaklaşımları çok doğurgan olmaz mıydı? Ya da Yeni Sinemanın filmlerinde çok sık olarak benliğin çözülmesinin konu olmasının nedenleri, insanlara kendini gerçekleştirme alanı sunulmamasından dolayı, gerçeklikle çatışmasından kaynaklanmaz mıydı? Üç Maymun adı, aslında bir toplumun gerçeklikle barışık olmamasından dolayı sinik bir tavra sürüklenmesi olarak okunamaz mıydı?

 

“Yeni eleştirinin altyapısını oluşturacak projelerim var”

Bundan sonraki çalışmalarınıza bakarsak, yolda neler var? Bilim ve Gelecek Kitaplığı’nın 50 Soruda dizisi için de bir kitap hazırlıyorsunuz: 50 Filmde Türkiye Sinema Tarihi. Bu kitabın kapsamından da söz eder misiniz?

İlk önce bir Yılmaz Güney kitabı yazmak öncelikli hedefim durumunda. Yıllardır üzerinde çalıştığım ve kafa yorduğum bir şey, artık zamanı geldi. Ondan sonra da ikili bir seçenek var karşımda, Türkiye sinema tarihini ve Türkiye sinemasının ekonomi politiğini yazmak. Bunların hepsi için önceden yapılmış çalışmalarım ve yazılmış metinlerim var, insan hangisine nasıl yöneleceğini tam bilinçle seçmiyor, seçimler belli ölçülerde içsel nedenlerle oluyor. 50 Filmde Türkiye Sinema Tarihi, her dönemin en karakteristik filmlerini ele alarak, dönemsel ve sinemasal analizlerle bir yandan Türkiye’nin tarihine tanıklık etmeyi, öte yandan ise sinemaya ilişkin genel anlamda yetkin bir genel çerçeve kurmayı amaçladığım bir eser. Bunların bir bölümünü zaten yazdım, şimdi o filmleri toplamak için birkaç görüşme yapmam ve metinleri toplamam, analizi bütünleştirmem gerekiyor.

Şunu söylemek istiyorum, Türkiye’de akademinin çalışmaları genel planda metodik değil, yani birbirini bütünlemiyor, bunun anlamı da şu, sinemada nasıl akımlar var ise, akademik sinema çalışmalarında da yazarlar birbirlerinden eserlerinden etkilenerek üretimlerini belli bir ortak kanala akıtacak bir akım oluşturmalı, ama yapamıyorlar. Bunun en önemli nedeni sinemamızın bir ortak aklının olmamasıdır. Eğer yeni bir eleştiriden söz ediyorsak, burada üç şeyi birleştirmemiz gerekir, metinlerin birbirlerinden haberdar olması ve yazanların her birinin belirli bir fikirle birlikte cisimleşmeleri, ikinci olarak ise metinlerin genel olarak yoğunlaştığı alan ile sinemanın daha genel sorunları ve Türkiye tarihini ilişkilendirmesi, son olarak eleştirinin asıl olarak bir disiplin haline gelmesi ve böylelikle bir dünya görüşünden, belirli bir estetik akımdan, belirli bir toplum ve tarih görüşünden beslenmesi, eserlerin bilimsel olarak adlandırılabilmeleri. Bir anlamda benim yazmayı düşündüğüm eserler bu üç görev için zemini inşa etmeye yönelik.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz