İlk atalarımızdan bu yana insanın başına neler gelmiş ve başına gelenler onu nasıl bir insan olma haline evriltmiş, benzer bir merakı hissedebilenler için müthiş bir soru. Merak ettikçe, sorular çoğalıyor. İnsansı atalarımız kimlerdi? Ne yer, ne içerlerdi? İki ayak üstünde durmak türümüz için ne anlama geldi? Neandertaller kimdi ve bizimle akrabalıkları nasıldı? İnsanın hikayesinde yamyamlık gerçekten var mıydı? Tekeşlilik nasıl ortaya çıktı? Et yemeye nasıl başladık? Bunlar gibi yirmi iki sorunun cevabını, Koreli paleoantropolog Sang-Hee Lee’nin İnsan Türleriyle Yakın Temas: Bir Paleoantropoloğun Evrim Halindeki İnsana Dair İncelemeleri kitabında bulmak mümkün.
Kitabı okumak, Sang-Hee Lee’nin toplamda yirmi iki haftadan oluşan ve her hafta insanın evrimine dair farklı bir konunun tartışıldığı bir paleoantropoloji dersini takip etmek gibi. Bölümdeki en eğlenceli seçmeli dersleri veren ve ders kayıtlarında kotası anında dolan o hoca, galiba Sang-Hee Lee. Ben bu yazıda müstakbel okuyucularının kitapla tanışması için kitabı tanıtırken benim en çok ilgimi çeken bölümlerle ilgili yazacağım. Benim ilgimi çeken bölümler olur da ilginizi çekmezse, kalanlara şans vermeye yine de değer.
Et Yiyebilen İnsan
Bu sıralar sosyal medyada dünyanın en büyük ve ünlü fast-food zincirlerinin “vegan burger” reklamlarını görüyoruz. Tadı aynı et gibi olan “imkânsız” yiyecek ürünleri büyük bir ivmeyle büyümeye devam ediyor. Bazı raporlara göre vegan şirketlerin yatırım rekorları kırdığı duyuruluyor. Kimi sağlık için kimi hayvanlar için kimi ise yaşanabilir bir dünyayı kaybetmemek için vegan seçeneklere yönelirken hala çok büyük sayılarda insan et yemekten vazgeçmiyor ve büyük keyif aldığını belirtiyor. Hatta etin kendi tadının keyfinin yanı sıra onu yeme etkinliğinin kendisini keyifli bir hale getiren barbekü/mangal partileri insanları biraraya getiriyor. Hayvancılık endüstrisinin yalnızca hayvanlara ve onların haklarına değil dünyanın kaynaklarına adeta saldıran yıkıcı bir işleyişi olduğu son zamanlarda görsel ve yazılı medya tarafından gözler önüne serilmekte, elbette görmek isteyen kişiler için. Peki bunca zarara, araştırmaya ve uyarıya rağmen etten vazgeçmekten neden çok zor? Bu konu pek çok farklı yönden tartışılabilir. İşin ekonomik boyutunda bir kez tadına varılınca vazgeçilemeyecek kadar büyük paralar kazanan ve kazandıran şirketlerin bu dev kazançlarından vazgeçmek istememeleri var. Sponsor oldukları çok sayıda kuruluşun da mecburen ses çıkarmaması gerekiyor, aksi takdirde fonları kesilir ve işler hiç de istedikleri gibi gitmez. İddialara göre sağlıkla ilgili araştırmalar bile mecburen “para kazandıran” sonuçlara ve yorumlara çıkmalı. Biraz istatistik biliyorsanız, datayı istenilen sonuca doğru yönlendirmenin veya bulguları istenilen yönde yorumlamanın pek zor olmadığını da bilirsiniz. Üstelik, en başından araştırmanızı zaten istediğiniz hipotezleri doğrulayacak şekilde dizayn etmeniz de mümkün. “Para konuşur,” diyenler pek de haksız sayılmaz. Diğer yönlerini düşünmeye devam edersek, etin vazgeçilmezliğiyle ilgili olarak bir belgeselde, etin içerisindeki “heme” molekülünün ona eşsiz tadını veriyor olabileceği tartışılıyor. Hatta tıpkı et tadında ancak bitkisel kökenli et yapan üreticilerin formülünün bu molekül ile ilgili olabileceğinden bahsediliyor. Yani bu molekülün etin tadını eşsiz, arzulanır ve vazgeçilmez kılması söz konusu olabilir. Bir başka yönden tartışma açılmak istense, Carol J. Adams’ın Etin Cinsel Politikası kitabında geçen ataerkillik ve etçillik arasında bağlantı olduğu iddiaları işaret edilebilir: “Et yemenin erkek egemenlikle ilişkili olduğunu, kadınlar ile insan olmayan hayvanların benzer ve birbirine bağlı şekillerde konumlandırıldığını iddia ediyorum.” Başka pek çok tarafıyla ele alınabileceğini kabul ederek, bu yazının da esas konusu olan kitaba dönersek paleoantropolojik bazı kanıtların bizim biz olduğumuz türe doğru nasıl ve ne yiyerek geldiğimizi açıklamaya çalıştığını görüyoruz.
Kitabın “Biz Etseverler” bölümünde et, hemen ardından gelen “Süt İçin, Süt İçirin” bölümünde ise süt ve süt ürünleriyle ilgili akıllarda soru işaretleri uyandıran kanıtlara va iddialara yer veriliyor. Et yiyen ilk insanları hayal ettiğinizde o eti nasıl elde ettiğiyle ilgili bir “avlanma” senaryosu geliyorsa, bunun pek mümkün olmadığını öğreniyoruz. Zira o dönemki insansıların boylarının epeyce kısa ve avcılık becerilerinin de gelişmediği biliniyor. Avlanmak için gerekli olan aletlerin ise ortaya çıkışı, insanda hayvansal protein tüketimine dair kanıtlara rastlandığı için onun et yemiş olabileceğini düşünmekten çok daha sonra. Yine ilk insansıların beyinlerinin büyüklüğü hayvanları avlamakla ilgili karmaşık ve stratejik bilişsel işlevlere sahip olmayabilecek nitelikte. Çene ve diş yapılarına bakıldığında ise çiğnemeye dayalı -yani etçillerden daha ziyade otçullarda rastlanan- bir yapıda. O halde bu “ilk et yiyen insanlar” nasıl oluyor da et yiyebiliyordu?
Madem hayvan avlamak zor, o halde ilk insansı atalarımızın payına başka etçil bir hayvanın avladığı hayvandan artanlar düşüyor olabilirdi. Ancak o zaman sorun leş yiyicilerle mücadele etmenin hiç de kolay olmaması. Örneğin, akbaba gibi leş yiyici kuşların grup halinde dolaşmaları da söz konusu. Bizim ufak tefek, pek aleti olmayan ve küçük beyinli insansı atalarımız için zor bir mücadele. O halde nasıl yediler diye soruyorsanız, cevap olabilecek nitelikteki hipotezi öğrenmenizi kitapla tanışmanıza bırakıyorum, fakat ilk insansı atalarımızın yiyerek daha gelişmiş türlere evrilmesini sağlayan, kafatası kapasitesini ve beyin büyüklüklerini artıran çok besleyici şey etin kendisi değildi. O, arta kalanlarda yiyebildikleri şeydi (tahmin etmeye başlamış olmalısınız).
İlk atalarımız hayvansal protein tüketmeye başladı; ancak beyinlerinden diş yapılarına ve sindirim sistemlerine kadar bir şekilde etçil olmaya uygun olmadıklarına dair kanıtlar mevcut. Peki vücutlarına giren bu hayvansal proteinler nasıl sindiriliyor ve besleyici değeri olan moleküller olarak nasıl vücutta tutuluyordu? Genetiğe meraklıysanız, kitapta bu sorunun cevabıyla ilgili olarak “apolipoprotein” adı verilen ve “bulaşık deterjanı gibi hayvansal yağı temizleyen” bileşik hakkında okumaktan keyif alacaksınız. Bulaşık deterjanı gibi yağı temizlemek demişken, bir başka kitapta, vegan bir doktorun eti sindirmekle ilgili verdiği örneği anımsıyorum: Tıpkı et pişirdiğiniz yağlı bir tavayı temizlemenin sebze pişirdiğiniz bir kaptan daha zor temizlenmesi gibi vücudunuz da eti ve etin içindekileri sindirirken daha çok zorlanır diye belirtiyordu (Barnard, 2020). Et yiyen atalarımızın hem sayesinde hem de yüzünden bir mutasyonla artık vücutlarımızda apolipoprotein geninin bulunması demans ve yaşlılık ile ilgili bazı hastalıklarla ilişkilendirilmektedir. Hayvansal protein yemeleri sayesinde gelişip evrilerek bugün deneyimlediğimiz insan formumuza ulaştık; fakat artık gen havuzumuzda var olması sebebiyle et yemeyi tercih etmesek de engelleyemeyeceğimiz apolipoproteinin demans ve diğer rahatsızlıklarla ilişkili riskine dair de bir bedel ödedik.
Peki ya, insan eti?
Yamyam İnsan
Dizilerde, filmlerde ve belki bilinçdışımızın derinliklerinde “yamyamlık” fantazisi içimizde bir şeyler uyandıran ilginç bir tema. Korku, merak, dehşet, tiksinti hatta hissetmeyi becerebilenler için ilginç bir haz hissi yamyamlığın uyandırabileceği duygularda öne çıkıyor. Gerçekten insan eti yemiş akrabalarımızın olup olmadığı yüzyıllardır merak edilip araştırılan konulardan. Paleoantropologlar için Hırvatistan’daki Krapina Mağarası, yamyamlık kanıtlarıyla ünlü bir mağara. İçerisinde tam olmayan kadın ve çocuk iskeletleri ile üzerinde kesik izleri bulunan kemikler barındıran yamyamlık mağarası, yirminci yüzyılda paleoantropologlar tarafından Neandertallerin yamyam olabileceğine dair kanıtlar barındırdığı şeklinde yorumlandı. Dolayısıyla Neandertaller vahşi, medeniyetten uzak ve yamyam olabilecek kadar acımasız bir tür olarak düşünüldü. Ancak bu eksik iskeletler ve kesik izleri olan kemikler hakkında başka bir açıklama mümkün müydü? O dönemde yaşamış insanların ölülerini nasıl defnettikleri bu hipoteze farklı bir bakış açısı getirebilir miydi? Bu heyecanlı soruya cevap niteliğindeki önemli bir hipotez antropoloji uzmanı Russell’dan 1980’lerde geliyor. Kitabın “Biz Yamyam Mıyız?” bölümünde Russell’ın hipotezini ve kanıtlarla yamyamlık hipotezlerinin gelişimini takip etmek epey heyecan verici.
Lisans eğitimimde aldığım “Kültür ve Psikopatoloji” isimli bir derste, Papua Yeni Gine’nin Fore kabilesine endemik olan bir hastalığı işlediğimizi hatırlıyorum. Kitapta bu hastalığa ilişkin bir paranteze rastladığımda, o zamanlarda da çok merakımı uyandırdığı için ne kadar canlı bir şekilde detaylarını hatırladığımı fark ettim. Kabilenin kadın ve çocukları, ölülerini temizlemek ve onları kültürlerine uygun bir şekilde son yolculuğuna uğurlamak ile sorumlu olduğu için nörodejeneratif bir hastalık olan “Kuru”dan daha çok etkileniyorlardı. Ölü akrabalarının beyinlerinden bir parça yemek, kabile halkı için anlamlı bir ritüeldi. Fakat insan eti yemenin kabilenin erkek üyelerine savaşlarda olumsuz etki edebileceği düşünüldüğü için bu ritüel çoğunlukla kadın ve çocuklarca devam ettirilebiliyordu. Aslında Fore Halkı, hastalıktan ölen akrabalarının etlerini yemiyordu; ancak Fore hastalığı bedensel değil de ruhsal bir hastalık olarak görüldüğü için -nörodejeneratif etkileri sebebiyle titreme ve gülme krizleri gibi semptomlar oluşturabiliyordu- bu hastalıktan ölenler için bu ritüelin uygulanmasında bir sakınca görülmüyordu.
Uzunca bir süre doktorlar için gizemini koruyan bu hastalık, Fore halkının “cenaze yamyamlılığı” yoluyla edindiği bir hastalıktı. Fakat, ölü akrabalarının beyinlerini manevi birtakım sebeplerle yiyen bu insanların davranışına yamyamlık denebilir mi? Ölüleri ile aralarındaki bağın korunması, onların ruhlarının da aileye bağlanması, onların bilgeliklerinin kabilenin diğer üyelerine de geçmesi gibi niyetlerle devam ettirdikleri bu ritüele siz “yamyamlık” der miydiniz veya hayalinizde “yamyamlık” diyince akla gelen şeylerle ne kadar yakın veya uzak?
İnsan Olmaya Dair Çoğu Şey Ters Yüz Düşünülebilir
İnsan Türleriyle Yakın Temas, türümüzün ilk atalarından beri insana dair varsayımlara paleoantropolojinin katkıda bulunduğu kanıtlarla farklı yönlerden bakma pratiği kazandırıyor. Tıpkı yamyamlık örneğinde olduğu gibi, konseptlerin de tanımlarını yeniden düşünmeye ve sınırları hakkında sorgulamaya teşvik ediyor. Evrim halindeki insana dair, şuan evrimin bizi getirdiği halimiz ve gelişmişliğimizle düşünmek isteyenlerin beğenisini kazanmakla kalmayıp günlük yaşam pratikleri hakkında da yeniden düşünme şansına işaret ediyor. Belki Sang-Hee Lee’nin Kaliforniya Üniversitesi’ndeki derslerine gitme olanağımız yok; ancak yirmi iki hikâyeliğine ondan bir şeyler dinleme fırsatımız bu kitabı sayesinde artık var.
Kaynaklar:
-Lee, Sang-Hee (2021), İnsan Türleriyle Yakın Temas: Bir Paleoantropoloğun Evrim Halindeki İnsana Dair İncelemeleri, Çeviren: Gürol Koca, Metis Yayınları, İstanbul.
-Barnard, Neal (2020), Vegan Olma Rehberi, Epsilon Yayınevi.
– Erdem, Cansu (2019), Yeni Gine’de Yamyamlıkla Aktarılan Hastalık: Kuru Hastalığı, Bezelye Dergi: https://www.bezelyedergi.net/post/yeni-gine-de-yamyaml%C4%B1kla-aktar%C4%B1lan-hastal%C4%B1k-kuru-hastal%C4%B1%C4%9F%C4%B1
İnsan Türleriyle Yakın Temas: Bir Paleoantropoloğun Evrim Halindeki İnsana Dair İncelemeleri, Sang-Hee Lee ve Shin Young Yoon, Çev.: Gürol Koca, Metis Yayınları, 2021