Ana Sayfa Dergi Sayıları 260. Sayı Ya tutarsa…

Ya tutarsa…

758

Üçüncü Tekir Şahıs / Anıl Ceren Altunkanat

 “Çünkü sözden şiiri çıkardığında geriye gürültüden başka bir şey kalmıyor.”

İlk gençliğimde şiir yazardım. Yıllarca, defterlerce, günler ve gecelerce. Yanımda taşıdığım not defterleri gürültü içinde yakaladığım sessizlik anlarıyla, dizelerle dolardı. Böylece nefes aldığımı düşünürdüm. Alırdım da herhalde, şiiri yıllarca içimde taşıdığıma göre. Sersem günler o kadar da sersem gelmezdi, bir şekilde şiire düşüyorlardı. Gürültü ve insanlar, bende bıraktıkları bir kelimeyle, o kısacık ama derin sessizlikle değerleniyordu. Hemen herkes gibi, ilk gençliğim zordu, yalnızlık büyüktü. Korkular yırtıcıydı. Şiir yazarken zorluk, yalnızlık, korkular ufalıyor, ben devleşiyordum. Sözcükler beni yırtıcıların karşısında bir kalkan gibi koruyor, hatta ucunu kaçırdığımda beni kalemini vahşice kuşanmış bir yırtıcı haline getiriyordu. (Gülmeyelim lütfen, çocukluk işte.)

Yıllar var ki okumuyorum şiirlerimi. Onların şiir olmadığını kabulleneli de çok oldu. Bazen düşününce, “Hayatta neler yapabilirdim, kim olabilirdim?” gibi tatsız sorular zihnimde belirince hayıflanıyorum elbette. “Ah,” diyorum, “ah be Ceren, bundan vazgeçmeseydin keşke. Keşke burada tembelliğin, savrukluğun eline vermeseydin dizginleri.” Heyhat, olan oldu. Artık şiirden çok gürültü var sözümde. Bilincin parladığı kısa anlarda fark ediyorum bunu, sonra geçiyor. Gürültü böyle dostlar, tembellik ve boş vermişlik gibi: Alışması çok kolay, tahtı çok rahat, bataklığı dipsiz. Söylememek söylemekten kolay. Susmak anlatmaktan kolay. Gürültü sözden kolay.

Başımıza ne geliyorsa kolay olandan geliyor. Alın bunu, vurun Türkiye’ye.

***

Bu 2025’in son yazısı, dolayısıyla yılı pek kıymetli bir iki değerlendirmeyle bitirmem gerekirmiş gibi geliyor. Berbat bir yıl oldu, sanırım bu kadarı yeterli. Sokak hayvanlarının yaşadıklarını, yanan ormanlarımızı, madenlere boğulan doğamızı, çöken ve büyük bir istikrarla çökmeyi sürdüren ekonomimizi, cinnete gömülmüş halkı, iktidarı ve kazancı dışında hiçbir şey düşünmeden memleketi soyan karar vericileri (ne zaman karar vericiler yazmaya çalışsam parmaklarım önce kan emiciler diyor) düşününce, susmak anlatmaktan gerçekten daha kolay.

Gürültüye teslim olmadan, anlatarak ve anlayarak birleşeceğimiz, direneceğimiz bir yıl olsun. İnandırıcı gelmese de bu masum (ama artık beyhude ve klişe) dilek şuracıkta dursun. Ya tutarsa…

***

Stan LaFleur bir dedektif ve çiçek gibi bir şair. Şiirleri benimkilerden hallice. Belki. En azından o dizelerinin arkasında. Takdir ediyorum. Tamam, biraz da kıskanıyorum. Eh, ben de alternatif bir dünyada, 1974 yılında, misler gibi hiperdemokraside yaşasaydım… Hele de göğümde ne idüğü belirsiz kızıl bir yarık belirseydi… O zaman görün siz bendeki şiiri.

Neyse. Konumuza dönelim.

Vizesi uzatılmadığı için (açıklamayacağım, kitabı okuyunuz) şu hayatta birkaç günü kalan şair dedektif Stan kendini bir cinayet ve intihar soruşturmasında bulur. Örümcek ağı gibi görünmez ve içinden çıkılmaz bir komplonun tam göbeğine düşen şair yaşamı ve insanı sorgular; dedektif gerçeğin peşine düşer. (Ki zaten “gerçek” hikâyemizin kayıp kahramanlarından biri.) Muhteşem bir ikili, tek bedende… Daha ne olsun.

“Maalesef kabul etmek zorundaydı; yalan, her sağlıklı ilişkinin temeliydi.”

“Cinaslı Hafiye” ya da “Rilke gibi dilbaz, tilki gibi kurnaz” Stan LaFleur Alper Canıgüz’ün vahşi hayal gücünün en güzel karakterlerinden biri. Evet, Alper Kamu gönlümün efendisi ama Stan farklı bir evrende, belki 1974’te bu tahtı sarsabilir. Belki de sarsmıştır.

“Kurumsal dinlerin binlerce yıllık varlığını borçlu olduğu açmazla karşı karşıyaydı; maalesef herhangi bir şeyin var olmadığını kanıtlamanın mantık dahilinde bir yolu yoktu.”

Örümcek Burgacı, Canıgüz’ün o leziz kara mizahından, acı-tatlı dilinden ve isabetli eleştirisinden payını almış; kapağı görmeden birkaç sayfa okuyunca, Canıgüz’ün kalemine aşinaysanız, “Aa, bu onun kitabı?” dersiniz. İyi yazarları böyle tanıyoruz, kaçışları yok. Bilinsin.

“Elindeki alet her daim sadece bir çekiçten ibaret olmuş devletin kıyamet ihtimaline de bir çivi gibi muamele etmesinin şaşılacak yanı yoktu.”

Stan LaFleur bir kıyamet davasına sürüklenirken bizler de “hiperdemokrasinin” nimetleriyle yüzleşiyoruz. Neyse ki bunlar bizi pek şaşırtacak nimetler değil; her evrende (ve demokraside) aynı.

“… gördüğü rüyadan hoşnut olduğu sürece kimsenin uyumaya bir itirazı bulunmuyordu.”

Canıgüz Örümcek Burgacı’nda bize başka bir düzlemden burayı gösteriyor. Gözümüzü kaçırdığımız şeyleri, bildiğimiz ama boş verdiğimiz şeyleri, anlatmaktansa susmanın rahatına sığındığımız şeyleri gösteriyor. Belki gürültüye feda ettiğimiz sesimizi. Öfkeli, kırgın, yaslı ve tedirgin bir ülkeyi gösteriyor.

“Öfkeli, kırgın, yaslı, tedirgin… fazla beklenti taşımayan yüzlerdi gördüğü. Tek tük gülümseyenlerde bile bu azıcık yaşam enerjisi nedeniyle mazur görülmeyi bekleyen mahcup bir ifade. Dikkatle bakıldığında gözlerinde küçük parıltılar görmek mümkün; nesiller boyu tabiat, alıcı kuşlar ve zorbalarca kıyıma uğramış bir türün tetikte zekâsı. Nice yiğitlerin tasvire çalışırken telef olduğu tablo: Türkiye’nin ruhu.”

Her sayfası esin dolu bir ay ve yıl dilerim.

-Alper Canıgüz, Örümcek Burgacı, Everest Yayınları, 312s.