Bilim ile dinin ikisinin de birer insan etkinliği olduğunu ama temelden farklı olduğunu ve Templetoncıların aslında ne yapmaya çalıştıklarını anlamadan bilim insanlarının ve diğerlerinin bu tip tartışmalara girmesi demek dini ekonomik bir sistem olarak kullanan çevrelerin ekmeğine yağ sürmek demektir. Biz bir kere sürdük, siz de sürmeyin diye anlattık.
Kahraman İpekdal
İnsanlık ileri bir teknoloji geliştirir; öyle ki kendi geliştirdikleri robotlar kendi iradeleri ile yeni robotlar üretebilir hale gelir ve insanlarla robotlar arasında korkunç bir savaş başlar. Dünya yok olur, hayatta kalan insanlar bir yandan uzayın çeşitli yerlerinde robotlarla savaşmaya devam ederken diğer yandan yaşanacak yeni bir dünya bulmaya çalışırlar. Sonunda bir dünya bulunur, burada da canlılık evrim geçirmiş ve akıllı ama ilkel bir hayvan türü meydana gelmiştir. Şaşılacak şekilde bu tür de insandır, DNA’sına varıncaya dek uzay gemisindeki ileri insan ırkı ile aynıdır. Bu bir Amerikan dizisinin senaryosunun kaba bir özeti. Dizi yayınlandığı sezonlar boyunca baskıcı sömürü sistemlerini rahatça övmekten çekinmediği gibi evrim kuramı konusunda da cüretkâr çıkarımlar yapılabilecek bir son bölümle ekranlara veda ediyor: Kâinatın neresinde olursa olsun eğer bir gezegen yaşama elverişli koşullara sahipse evrimsel süreç muhakkak insanı meydana getirir. Bu noktada senariste şunu sorma hakkımız var: “Bunu da nereden çıkardın?” Cevap şöyle olurdu herhalde: “Yapma dostum, bu sadece bir TV dizisi!” Peki.
Geçen senenin Nisan ayında (22-25 Nisan 2009) İstanbul’da çok lüks bir otelde herkese açık olmayan bir toplantı düzenlendi: Darwin Yıldönümü Sempozyumu (Darwin Anniversary Symposium). Toplantıyı Amerikan John Templeton Vakfı ile İngiliz Faraday Din ve Bilim Enstitüsü düzenledi. Katılımcıların yol, yemek ve konaklama masraflarını adı geçen bu iki kuruluş karşıladı (o lüks otelin gecelik fiyatının 300 ile 750 dolar arasında değiştiğini belirtelim). Son akşam halka açık bir kokteyl verildi ve yüzlerce kişinin katıldığı bu kokteyl bir TV programı ile sona erdi; TRT’den Mithat Bereket’in yönettiği bir panel… Dışarıdan bakıldığında oldukça başarılı bir etkinlik olarak görünüyordu; yemekler, içkiler, yataklar harikaydı; al yanaklı gürbüz Amerikalılar, İngilizler, hepsi de çok kibardı; Francisco Ayala gibi çok büyük bir isimle tanışma fırsatı bulduk vs… Ne derler, bilirsiniz: Yiğidi öldür ama hakkını ver. Böylece etkinliğin hakkını vermiş olalım; şimdi gelelim yiğidi öldürmeye.
“Yiğidi öldürmek”
İstanbul’daki toplantı bu kuruluşların ilk etkinliği değildi. Bundan önce de çeşitli yerlerde benzer toplantılar düzenlediler. Bu etkinliklerin tek bir amacı var: Din ile bilimi barıştırmak! Önce İngiliz Protestan Kilisesi’nin Darwin’den özür dilemesi, ardından Papa’nın “Darwin’i yanlış anlamışız!” itirafı bu tip etkinliklerin uzantıları gibi görünüyor. Din ile bilimi barıştırma kulağa masum bir amaçmış gibi geliyor. Peki, bu insanlar tam olarak ne söylüyorlar? “Yaratılışçılar tanrıyı küçük düşürüyorlar çünkü ortada yığınla bilimsel veri var ama onlar bunları reddedip hiçbir bilimsel yanı olmayan kendi düşüncelerini öne sürüyorlar ve bunu yaparken dine sığınıyor, sanki din kendilerini destekliyormuş gibi gösteriyorlar. İşte bu dine zarar veriyor. Tanrı vardır ve evrim bir gerçektir; yaratılışçıların söylediğinin aksine bu ikisi birbiriyle çelişmez.” Ne kadar cici, değil mi? Gerçekten de yaratılışçılar evrim ve tanrının çeliştiğini düşünürler, canlıların asla değişip yeni türler oluşturmadığını, tanrının bütün türleri olduğu gibi yarattığını ileri sürerler. Ama bunu yaparken herhangi bir kanıt göstermedikleri gibi, var olan kanıtlarla da çelişirler. Her makul insan yaratılışçıların düştükleri hataları görebilir. İstanbul’daki toplantıda da bu hatalar defalarca dile getirildi. Bu dile getirilişlerin bir kısmı (örneğin Ayala’nınki) arkasını bilimsel gerçeklere dayamış türdendi ve son derece sağlamdı. Ancak kalan kısmı tıpkı yaratılışçılarınkiler gibi arkasını bilimden çok inanışlara dayamıştı, dolayısıyla sağlam olmaktan uzaktı. Biz de bu noktada “yiğidi öldürdük”.
“Her şey olacağına varır” hipotezi
Elbette herkes herkese inandığı şeyleri anlatmakta özgürdür, hatta herkes inandığı şeyleri başkalarına anlatmak ve onların da kendileri gibi düşünmelerini sağlamaya çalışmak için, nedeni kolayca anlaşılmasa bile, binlerce dolar harcayıp İstanbul’dakine benzer etkinlikler düzenleme hakkına da sahiptir; en azından öyle olmalıdır. Ancak hiç kimse bilimsel olmayan inanışlarını bilimselmiş gibi göstermeyi, yani insanları aldatmayı bir hak olarak görmemelidir (görebilir ama görmemelidir). İşte bu etkinliği düzenleyenler kendilerinde böyle bir hak görüyorlardı sanki. Yukarıdakilere ek olarak şunu söylüyorlardı: “Evrimsel süreç öngörülebilir bir süreçtir. Yani bundan milyonlarca yıl önceki fosil kayıtlarına bakıldığı zaman bu sürecin insan türünü oluşturacağı bellidir. Başka bir gezegende benzer bir evrimsel süreç başlatsanız sonunda yine insan oluşur.” En baştaki “galaktik zırvalar”a ne kadar da benziyor değil mi? Bir dakika! Yoksa o galaktik dizi, bu toplantılar yeni bir fikrin öncülüğünü mü yapıyor? Hayır, hiç de değil. Konunun uzunca bir tarihçesi var ama onu başka bir yazıda vermek gerek. Biz buna “Her şey olacağına varır hipotezi” diyoruz, kendilerine ise “final destination hypothesis” diye çevirdik (şu meşhur filmden esinlenerek); o nedenle de pek sevilmedik galiba.
Ortamda yerli ve yabancı antropologlar da vardı. Oturumlardan birinde kendilerine şunu sorduk: “İnsan fosilleri konusunda uzmansınız. Bu toplantılarda sürekli olarak ‘insanın ortaya çıkacağı fosil kayıtlarından anlaşılıyor’ deniyor. Siz fosil kayıtlarında böyle bir şey gördünüz mü gerçekten? Eğer bunu gördüyseniz, başka neler gördünüz? Öyle ya evrimsel süreç sürekli bir süreçtir. İnsan ortaya çıkana kadar süregelmiş, sonra da durmuş bir süreç değildir. Evrimsel süreçte son nokta diye bir şeyden bahsedilmez, eğer evriminden bahsedilen canlı yok olmamışsa. Ama buradaki beylerin bunun aksini gösteren kanıtları varsa lütfen bizimle paylaşsınlar ve bütün modern evrim kuramını değiştirmek için bir adım atsınlar. Fosil kayıtlarınıza göre bu noktaya geleceği öngörülebilen insanlığın bundan sonra gideceği nokta ne olacak?” Ermenistan’dan gelen mantıklı araştırıcının yanıtı şu oldu: “Onu bana değil falcılara sormalısınız!” İstediğimiz cevap da buydu.
Öngörülebilirlik iddiasında bulunanların yalandan kanıtlarının fosil araştırmalarından elde edilmediğini birinci ağızdan öğrenmiş olduk. Yani etkinliği düzenleyenler bir yalana inanmışlar ve herkesi de bu yalana inandırmaya çalışıyorlardı. Ama neden? Neden ortada: Tanrının varlığına bilimsel kanıt bulmuş gibi yapmak. Bilimsel bir hipotezmiş gibi göstermeye çalıştıkları bu düşünceleri üstü kapalı bir şekilde tanrının varlığını ima ediyordu; neticede insanın ama ille de insanın oluşacağı bir süreç, kuralları tanrı tarafından çok önceden belirlenen bir süreç. “Evrim insanı oluşturmak için var ve kuralları tanrısal!”. Akılları sıra bu öngörülebilirlik yaklaşımı bütün bir evrim kuramını tanrının varlığını kanıtlayan bir bilgi yığınına dönüştürüveriyordu.
Templeton Vakfı
Konuyu daha iyi anlamak için Templeton Vakfı’nın nasıl bir kurum olduğuna kısaca göz atalım. John Templeton Vakfı 1987’de Philadelphia’da kurulmuş. Amaçları “yaşamın büyük soruları” ile ilgili alanlarda yapılan araştırmalara maddi destek sağlamak. Bu büyük soruların ne olduğunu merak ettiyseniz hemen söyleyelim: Doğa ve evrenin yasalarından aşk, minnettarlık, bağışlayıcılık ve yaratıcılığın doğasına kadar pek çok şey. Vakfın mal varlığı 1,5 milyar dolar; 2007 yılında verdikleri toplam araştırma desteği yaklaşık 70 milyon dolar (1) (Karşılaştırma açısından belirtelim TÜBİTAK’a son dört yılda ayrılan kaynak 432 milyon TL!).
Templeton Vakfı’nın Amerika’daki icraatlarına baktığımız zaman İstanbul’dakine benzer sayısız etkinlik görüyoruz. En sevdikleri şey ünlü bilim insanlarını ve ilahiyatçıları toplayıp “Hadi, öpüşüp barışın!” demek. Ama görünen o ki Vakıfçıların asıl planları farklı. Daniel Dennett, Jerry Coyne, Richard Dawkins gibi isimler Vakfın etkinliklerine artık katılmıyorlar ve bu tip etkinliklere katılmanın yanlış olduğu yönündeki düşüncelerini zaman zaman dile getiriyorlar. Richard Dawkins, örneğin, İngiliz biyolog Robert Hinde’den şöyle bahsediyor: “İngiliz biyoloji camiasının saygıdeğer simalarından biridir. Kendisi ile Cambridge Darwin Festivali’nde tanıştım. Robert ‘Din ve Bilim’ oturumunda konuşmaya razı olmuştu ama oturumun sponsorunun Templeton Vakfı olduğunu öğrenince vazgeçti. Kendisi şimdi daha da saygıdeğer bir İngiliz biyologudur.” (2) Yine Dawkins’ten öğrendiğimize göre (3) Templeton Vakfı Cambridge’te yaptığı ve bilim yazarlarının katıldığı toplantılarda katılımcılara para ödemiş; konuşmacılara değil, izleyicilere! Konunun en can alıcı noktasına dikkat çekerek Vakfın planlarını ifşa eden isimlerden biri Dennett. Kendisine bir e-posta yazarak Vakfın desteklediği toplantılardan birine katılmasını isteyen gazeteciye şöyle cevap veriyor: “Yıllar önce böyle bir toplantıya katılmak gibi bir hata yaptım. Çok iyi birkaç bilim insanı ile birlikte bizi astrologlar ve diğer günümüz sahtekârlarıyla horoz dövüşüne tutuşturdular. Onları darmaduman ettik etmesine ama ne yaman bir çelişkidir ki izleyiciler astrologlara, giderek daha da fazla itibar eder oldular. Sonra biri bana şöyle bir şey söyledi: ‘Siz bilim insanları bu konuları reddetmede bu kadar istekli görününce, bunlar önemli konularmış gibi görünüyor.’ Sizce de Templeton Vakfı’nın kendi takipçilerinde de böyle bir bakış oluşturma peşinde olduğu açık değil mi? Böyle bir projeye dâhil olduğunuz için kendinizi gerçekten rahat hissediyor musunuz?” (4)
Neden İstanbul?
Bu soruyu Faraday Din ve Bilim Enstitüsü’nün nazik müdürü Dr. Denis Alexander’a sorduk ve şöyle bir cevap aldık: “Biliyorsunuz, Harun Yahya son zamanlarda oldukça yoğun bir şekilde evrim karşıtı kitaplar yazıp, farklı dillere çevirerek her yere dağıtıyor; bu duruma dikkat çekmek için İstanbul doğru bir yer diye düşündük. Türkiye’de yaşayan insanlara evrim kuramının bilimsel bir gerçek olduğunu ve Harun Yahya gibilerin iddia ettiği gibi bu kuramın insanların dini inançları ile çelişmediğini anlatmak istiyoruz.”
Elbette İngiliz ve Amerikalılar Müslüman Türkleri bilimsel bir kuram hakkında bilgilendirmek için on binlerce dolar harcayıp, böyle bir etkinlik düzenlemiş olabilirler! Ama tahlilimizde bir hata yoksa bizim anladığımız hikâye biraz farklıydı:
Kilise direttiği akıl dışı görüşlerinden ötürü aklıselim sahibi insanlarca uzun süredir eleştirilmektedir. Dindar ama bilimsel gerçeklerin farkında olan bir çevre bu durumdan rahatsız olur ve din elden gitmesin (dinin toplum üzerindeki etkisi azalmasın, din elde insanları yönetecek önemli güçlerden biri olarak kalmaya devam etsin, dinden para kazanan çevrelerin geliri azalmasın) diye icraata girişir. Duanın mucizevî etkileri üzerinde yapılan araştırmalara maddi destek verir örneğin. Sonra bir bakarız Protestan kilisesi, Katolik kilisesi Darwin’i anlamaya başlar. Peki ya Müslümanlar? Tartışmanın yapıldığı kitle ne kadar büyürse, tartışılan konu o kadar önemli hale gelir. Hemen İstanbul’a gelinir (zira Türkiye, diğer Müslüman ülkelere göre bu tür konuların daha kolay konuşulabileceği bir ülkedir). Çeşitli üniversitelerden bilim insanları, ilahiyatçılar çağrılır; bazı cemaat üyeleri de çağrılmak istenir ama düzenleme kurulundaki Türk bilim insanları razı olmayınca bu yapılmaz.
Son gün Evrim ve Eğitim konulu oturumda konuşmacılar sunumlarını yaptıktan sonra, tartışma bölümüne geçildi. Vakfın üyesi olduğunu sonradan anladığımız, dinleyiciler arasına asla yan yana değil ama tıpkı kendileri de diğer herkes gibi dinlemeye gelmişçesine dağınık bir nizamda yerleşmiş kimseler teker teker söz alıp, toplamda birbirlerinin yorumlarına ekler yaparak tartışmayı ilginç bir noktaya sürüklediler. Özetle şunu söylediler: “Türkiye’de insanlara evrimi anlatmak noktasında sorun üniversitelerin araştırmalardaki yetersizliği olamaz. Amerika’yı ele alalım. Evrimsel araştırmalarının büyük çoğunluğu Amerikan üniversitelerinde yürütüle gelmiştir. Bu durumda Amerikan üniversitelerinin evrim araştırmaları konusunda yetersiz kaldığını söyleyemeyiz. Evrimi anlatma konusunda da en başarılı isimler yine Amerikan üniversitelerinden çıkıyor. Ancak yapılan anketlerde Amerikan halkı ile Türkiye halkı evrimi anlama listesinin en altında. Şu durumda sorun başka bir yerde. Sorun halkın hassasiyetinde. Evrim kuramı yoğun olarak dinsiz bilim insanları tarafından anlatılıyor bu da halkı itiyor. Oysa evrimi anlatanlar dindar bilim insanları ya da din insanları olsa durum farklı olur. Örneğin sizin ülkenizde Fethullah Gülen önemli bir dini isim. Eğer onu evrim konusunda ikna ederseniz, o da cemaatini ikna eder. Örneğin biz Mustafa Akyol ile konuştuk ve onu ikna ettik!”
Kanımız dondu. Hemen atılıp derdimizin insanların evrime, tıpkı bir dine inanır, bir fetvanın peşinden gider gibi bakmaları olamayacağını, derdimizin insanların doğanın ve evrenin bilimsel bir gözle nasıl anlaşılabileceğini öğrenmeleri, toplumumuzu oluşturan bireylerin dogmalara göre değil mantığa göre hareket etmelerini sağlamak olduğunu söyledik. Ama her karşı çıkış gibi bu da görmezden gelinerek sindirildi. Sonradan öğrendiğimiz bilgi artık bizi hepten şaşırttı: Bu öğüdü veren Vakıf üyelerinden birinin Amerika’daki komşusu Gülen!
Sevdiğimiz bir hocamız son gün geniş bir katılımla yapılacak TV paneline “Mustafa Akyol’u getirirlerse şaşırmayın!” diye bizi uyardığında “Yok artık Hocam, o kadar da değil!” diye yanıt verdik ama o kadarmış! Türkiye’deki yaratılışçı hareketin önemli isimlerinden Mustafa Akyol’u sahnede gördüğümüzde çok önceden yazılmış bir senaryonun üç gündür nasıl da oynandığını nihayet anlayabildik.
Perde açıldı! Söz Akyol’a geçtiğinde artık bir yaratılışçı değil de bir “evrimci” olduğunu beyan etti. Tam olarak şöyle dedi: “Ben artık evrime inanıyorum ama kuralları tanrı tarafından konan bir evrime…” Ve perde indi!
O sırada arka sıramızda oturanlardan biri bağırdı: “Evrime inanmak için kaç para aldın?!”
Oturumlar sırasında Türk bilim insanları ne yaptı diye sorarsanız bir kısmının duruşunun çok iyi olduğunu ama büyük bir kısmının son derece pasif kaldığını söyleyebiliriz. Ancak biri bizi öyle bir hale soktu ki ne gülebildik ne de ağlayabildik. Bu bir ilahiyat profesörü idi. Din ile bilimi uzlaştırma çabası şayan-ı dikkat idi. Belli ki adamcağıza “din ile evrimin çatışmaması gerektiğine dair bir şeyler anlat” demişler, o da şöyle bir üslup belirlemiş: “Efendim, biliyorsunuz evrimciler insanın evrimle oluştuğunu söylüyorlar ama yaratılışçılara kızıyorlar. Ama yaratılışçılar da insan olduğuna göre o zaman evrimcilere göre onlar da evrim ile oluştular, eğer yaratılışçılara kızarlarsa evrime de kızmış olmazlar mı? Aynı şekilde yaratılışçılar insanları Allah’ın yarattığına inanır ve evrimcilere kızarlar ama evrimciler de insan olduğuna göre o zaman yaratılışçılara göre onları da Allah yarattı, eğer evrimcilere kızarlarsa Allah’a da kızmış olmazlar mı? O halde bu iki kesimin birbirinden nefret etmek yerine, birbirine hoşgörü ve sevgi ile yaklaşmaları gerekir.” Kusursuz bir mantık!
Darwin Yıldönümü Sempozyumu konuya ilişkin tarihte yer edecek bir olaydı ve sadece buna tanıklık ettiğimiz için ama sadece bunun için mutlu olduk. Dennett’in söylediği anlamda kullanıldığımızı fark edince de midemiz bulandı ve bu mutluluk mide bulantımızı bastırmaya yetmedi.
Gerçekten bir tanrı olabilir ve evrimsel kuralları belirleyerek ve de yönlendirerek insan türünün ortaya çıkmasını sağlamış olabilir (bunu neden yaptığı ise ayrı bir tartışmanın konusu) ama elimizde böyle düşünmemizi sağlayacak tek bir bilimsel kanıt bile yok. Kaldı ki bunu bilimsel olarak sınamamız da pek mümkün değil. Ama bunun mümkün olduğuna, dahası sınanmış ve doğrulanmış olduğuna inananlar da var, yukarıdaki paragraflarda gördüğünüz gibi. Bu inanış şekline bilimsel teizm deniyor; bilimsel teistler ortaya bilimsel bilgiler koymuyor; mevcut bilimsel bilgilerden çıkarımlar yaparak kendi inanışlarını şekillendiriyorlar. Bu noktada eleştirdikleri yaratılışçı yaklaşımdan farkları kalmıyor. Arka planda ise toplumsal bir yönetme aracı olarak rahatlıkla kullanılabilen dini akılları sıra modernize ediyorlar. Bu arada bilimi de kirletiyorlar.
Din ve bilim; kâinata bakışın iki farklı yolu. Ama bu iki farklı yolun gerçekten farklı olduğunu anlamak hayati önem taşıyor. Massimo Pigliucci’nin yazdığı gibi (5) “Futbol kuralları ile basketbol oynayamazsınız!”. Dinin kâinata bakış yöntemi ile biliminki asla aynı olamaz. Biz bilimde temel yöntem olarak olasılık istatistiği kullanırız. Bu istatistiğin sonucunda ulaştığımız şey oranlardır. Bu oranlar bize incelediğimiz olayın 0 ile 1 arasındaki olma ihtimalini gösterir. Peki din için bu geçerli olabilir mi? Örneğin herhangi bir tek tanrılı din bir tanrının kesin olarak var olduğundan mı bahseder yoksa bunu bir ihtimal olarak mı verir? Mesela şöyle bir ayet olabilir miydi? “Olma olasılığı 0,89 olan tanrıya sığının, ona güvenin!”
Bilim ile dinin ikisinin de birer insan etkinliği olduğunu ama temelden farklı olduğunu ve Templetoncıların aslında ne yapmaya çalıştıklarını anlamadan bilim insanlarının ve diğerlerinin bu tip tartışmalara girmesi demek dini ekonomik bir sistem olarak kullanan çevrelerin ekmeğine yağ sürmek demektir. Biz bir kere sürdük, siz de sürmeyin diye anlattık.
DİPNOTLAR
1) http://www.templeton.org/about_us/who_we_are/
2) http://whyevolutionistrue.wordpress.com/2009/07/07/robert-hinde-refuses-to-speak-at-templeton-sponsored-event/
3) http://richarddawkins.net/article,3973,Correspondence-regarding-the-Templeton-Foundation,Richard-Dawkins-Daniel-Dennett-AC-Grayling-Edwin-Cartlidge
4) http://whyevolutionistrue.wordpress.com/2009/06/21/fighting-back-against-templeton/
5) M. Pigliucci, 2002, Denying Evolution. Sinauer Associates, Publishers, Sunderland, MA, USA.