Türkiye’de liberalizmin köklerini laisist/Jakoben modernleşme projesine gösterilen statükocu direncin içinde, Fransız devrimine bir tepki olarak doğmuş İngiliz muhafazakârlığı ile olan akrabalığında ve henüz 1915 yılında Osmanlı topraklarının savaş halinde olduğu İngiltere ile girilen işbirlikçi bir siyasette bulmak mümkün olmaktadır. Bugün liberal-muhafazakâr resmi tarih tezlerini dillendirenlerin köklü bir ideoloji olarak bahsettiği liberalizmin temel karakteristiği işte budur.
Ali Tarık Develioğlu
“Aslında Türkiye’de liberalizm köksüz bir şey değildir. Osmanlı’da (…) çok kuvvetli bir liberalizm vardı. Liberalizm bizde tek parti döneminde kaldırıldı.”
17.11.2009 tarihli Taraf gazetesinde Neşe Düzel’le yaptığı röportajda Taha Akyol böyle söylüyordu. Akyol’un röportajda Mustafa Kemal’in ne kadar otoriter eğilimli bir lider olduğunu ispatlamaya çalışırken liberalizmle ilgili olarak sarf ettiği bu ifadeler oldukça dikkat çekiciydi. Aynı zamanda bugün inşa edilmiş olan liberal-muhafazakâr hegemonyayı tarihsel kaynaklarına referansla tanımlama çabası da öne çıkmaktaydı. Türkiye’de liberalizmin köksüz bir ideoloji olduğu genel kabul görmekte iken Akyol’un liberalizmi köklü bir ideoloji olarak tanımlama çabası aslında biraz da böyle bir anlama sahipti. Ancak liberalizmin Türkiye’de nasıl bir anlama sahip olduğu bir takım soruları gerekli kılmaktadır. Bu ise her şeyden önce Taha Akyol’un kestirmeci ve indirgemeci söylemlerinin ötesine geçmeyi gerektirmektedir.
Türkiye’de liberalizm gerçekten de Akyol’un iddia ettiği gibi köklü, derinliği olan, kendi felsefi, politik ve ideolojik kaynaklarına evrensel düzeyde bir katkı koyarak onun üretimine olanak sağlayan bir çizgide mi ilerlemiştir? Türkiye liberalizmi hangi argümanlarla ifade edilmiştir ve bu argümanları besleyen düşünce kaynakları nedir? Söz konusu beslenme kaynakları ilgili dünya-tarihsel koşullarda nasıl bir anlam taşımaktadır? Tüm bunlardan hareketle de Türkiye’de “saf” bir liberalizmden söz etmek mümkün müdür? Saf bir liberalizmden söz edilemeyecekse eğer Türkiye’de liberalizmin niteliğini hangi unsurlar belirlemektedir?
Yukarıda ifade edilen sorular esas olarak iki nokta üzerinden hareketle değerlendirilebilir. İlki liberalizmin İttihatçıların da sorduğu temel soruya nasıl bir cevap ürettiği, yani nasıl bir toplum ve yönetim tasavvuruna sahip olduğu ve bu bağlamda nasıl bir modernleşme algısı geliştirdiği ile ilgilidir. İkincisi ise iktidar olan laisist/Jakoben modernleşme projesine nasıl baktığı ve bunun üzerinde şekillenen siyaset alanında nasıl bir siyasi çizgiyi takip ettiğidir. Bunun için ise liberalizmin kökenlerine eğilmek gerekiyor.
Osmanlı modernleşmesi, liberalizm ve muhafazakârlık
Türkiye’de liberalizmin kökenleri, 19. yüzyıl Tanzimat modernleşmesine yönelik bir tepkinin ürünü olarak beliren Yeni Osmanlılara kadar gitmektedir. Yeni Osmanlıların yaşadıkları topluma dönük kurguları ise esas olarak iki nokta üzerinden belirmiş ve bu noktalar tepkici bir nitelik taşımıştır. Tanzimat’la yürüyen batılılaşma toplumsal yaşamda kendisine yer bulan geleneksel değerleri yerinden oynatmış ve gelenekselliği bir varlık sorunu ile baş başa bırakmıştır. İlk tepki noktasını burası oluşturmaktadır. Tanzimat modernleşmesine yönelik muhafazakâr refleks bu süreçte gelişmiştir. Bu süreçte değişime gösterilen muhafazakâr direnç farklı söylemlerle türemiş ve bugün liberal-muhafazakâr resmi tarih tezlerinin cumhuriyet modernleşmesine karşı yönelttiği eleştirilere de tarihsel bir dayanak oluşturmuştur. Muhafazakârlığın yürütülen modernleşme sürecine yönelik tepkisine bu projenin liberal eleştirisi eşlik etmiştir. Mustafa Fazıl Paşa’da ifade edilen liberal argümanlar ağırlıklı olarak modernleşmenin merkeziyetçi eğilimlerine ve bunu temsil eden bürokrasi üzerine odaklanmıştır. Mustafa Fazıl Paşa, Osmanlı bürokrasisi tarafından yürütülen modernleşme sürecini, Osmanlı’nın modernleştirilmesi olarak değil idari mekanizmanın merkeziyetçi bir devlet yapısına doğru dönüştürülmesi olarak yorumlamış ve II. Mahmut’un yeniçerileri ortadan kaldıran hamlesi ile önü açılan Osmanlı modernleşmesinin, merkeziyetçi devletin varlığını tesis etmek doğrultusunda işlev gördüğünü belirtmiştir.
Yukarıda yapılan değerlendirmelerden hareketle bir iki nokta açıklık kazanmaktadır. Her şeyden evvel tarihsel köklerini ancak 1860’larda bulan liberalizm, bir düşünce geleneği olarak değil, yürümekte olan politik sürece politik bir tepki olarak doğmuştur. Ancak bu durum muhafazakâr değerlerin hâkim olduğu ve gelenekselliğin kendini yeniden üretme direncini gösterdiği bir toplumda gerçekleşmiştir. Liberalizm bu açıdan değişime direnç gösteren gelenekselliğin politik temsiliyeti ile ilişkili bir biçimde varlık bulmuştur. Muhafazakârlığın yürüyen modernleşme sürecine ve onu uygulayan bürokrasiye gösterdiği tutucu refleks ile liberalizmin yönelttiği bürokrasi eleştirisi bir bütünlük oluşturmuştur. Kısacası liberalizmin pratiği muhafazakârlıkla ilişkili bir biçimde anlam kazanmıştır.
Türkiye’de liberalizm düşünsel kaynaklarını ise Prens Sabahaddin’de bulmuştur. Prens Sabahaddin’i kendinden önceki dönemden ayıran esas nokta, liberal argümanları bir düşünce yapısı içine yerleştirmeye çalışması ve bu çabanın sonucunda daha önceden ifade edilen liberal argümanları söylemsel bir düzeyde kurmuş olmasıdır. Peki, Sabahaddin’in liberal düşünce yapısı neyi anlatmakta ve nasıl bir anlam taşımaktadır?
Fransız devrimi ve pozitivizmin İttihatçı/Kemalist çizginin temel beslenme kaynakları olduğu düşünülecek olursa bunun karşısında konumlanan muhafazakâr modernleşme projesinin ve onun temsilcilerinden biri olan liberalizmin düşünsel beslenme kaynaklarının ve Prens Sabahaddin tarafından üretilen âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi düşüncesinin Türkiye’deki sınıfsal ve toplumsal dayanaklarının ne olduğu bu açıdan önem kazanmaktadır. Sabahaddin’in Osmanlı için önerdiği âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikrinin hem politik hem de sosyolojik açıdan İttihatçılığın tam karşıtındaki bir konumlanışı ifade ettiği söylenebilir. İttihatçılığın pozitivizmin belirlenimi altında gelişmiş olmasına karşılık, Sabahaddin’de temsil edilen liberal düşünce, Adam Smith ve John Locke gibi liberal düşünürlerden değil Anglosakson düşüncesinin etkisindeki Le Play okulunun belirlenimi altında gelişmiştir. Bununla birlikte İttihatçılığın jakoben bir nitelik taşımasına karşılık, Sabahaddin’de temsil edilen liberal düşünce Fransız devrimi ve jakobenizme bir tepki olarak İngiltere’de doğan bir burjuva akımı olarak beliren İngiliz muhafazakârlığının etkisini taşımaktadır. Sabahaddin Anglosakson etkisine girmeye başladığı süreci şöyle ifade etmektedir:
“Birgün manen, maddaten çok yorgun çok üzgün bir halde Paris’in meşhur caddelerinden birinde giderken bir kitabevinin vitrininde Edmund Demolins’in Anglo-Saksonların Faikiyetlerinin Sebebi Nedir? unvanlı eseri gözüme ilişti. (…) o gece bir hamlede kitabı okudum. Yazarın soruya verdiği cevapta o zamana kadar sosyoloji neşriyatında tesadüf etmediğim müsbet ilimlerin metotlarına benzeyen bir ilmi metodun mevcudiyetini sezmiştim.” (1)
Peki, nedir Sabahaddin’in âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikrini İngiliz muhafazakârlığına yaklaştıran? Sabahaddin’in yukarıdaki açıklamalarını ele aldığımızda görülen şey, âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirlerinin onda rüşeym halde bulunduğu ve fikirlerinin bu okul ile temasa geçmeye başladıktan sonra geliştiğidir. Bu açıdan doğru olan şey soruyu tersinden formüle etmektir. Kısacası, Sabahaddin’in fikirleri İngiliz muhafazakârlığından nasıl tahvil edilmiştir? Bu her şeyden evvel Sabahaddin’in beslendiği bu okulun âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi ile neyi kastettiğini ve modern kapitalist kurumlara nasıl yaklaştığını anlamayı gerekli kılmaktadır.
Aykut Kansu, bu okulun soy kütüğünü “Prens Sabahaddin’in Düşünsel Kaynakları ve Aşırı Muhafazakârlığın İthali” adlı makalesinde ele almıştır. Buna göre, Le Play okulunun âdem-i merkeziyet ile kastettiği şey, 1789 Fransız Devrimi öncesi Fransa’da var olduğunu düşündükleri siyasal ve sosyal düzendir. Bu sistemde, kendi toprakları üzerinde her türlü tasarruf yetkisine sahip olan aristokrasi, devletin kontrol mekanizması dışında yer almaktadır. 1789 öncesi merkezileşme eğilimlerine karşı aristokrasi, merkezin denetiminden kaçma eğilimini ve bu anlamda âdem-i merkeziyetin temsilini simgelemektedir. Böyle bir toplumsal düzende (âdem-i merkeziyet olarak tanımlanan toplumsal yapıda) aristokrasi bir taraftan kendi mülkünde bulunan toprakları üzerinde “özgürce” tasarrufta bulunabilirken diğer yanda bu topraklar üzerindeki köylüleri tebaası addedip onlara dair devlete karşı hak iddia edebilmektedir.
Kansu, Le Play’in fikirsel öncülü olan De Bonald’ın da aristokrasinin sahip olduğu toprakların parçalanmaması gerektiği yönündeki fikirlerini aktarmakta ve onun Fransız Devrimi sonrası çıkarılan veraset kanununa bu doğrultuda bir karşıtlık ürettiğini ifade etmektedir. Bu okulun bir diğer temsilcisi olan Demolins ise, tarihsel gelişim içinde toplumsal düzenleri “iyi” ve “kötü” kavramları üzerinden kodlayarak bir karşılaştırmaya gitmiştir. Ona göre tarihte biri “sahte” diğeri ise “gerçek” olan zirveler söz konusudur. Sahte zirveler toplumların “sefahat anındaki çürümüşlüğünü” ifade etmektedir. Demolins, kötü olan bu dönemlerin güçlü merkezi devletlerin ürünü olduğunu belirtmektedir. De Tourville ise iyi dönemlerin feodal düzene ait âdem-i merkeziyetin hâkim olduğu süreçlerde yaşandığını iddia etmektedir.
Kansu’ya göre, Le Play okulunun temsil ettiği bu yaklaşımlar, Fransız Devrimine bir tepki olarak doğan ve onun ortaya çıkardığı modern kurumları statükocu bir noktadan eleştiren Anglosakson düşüncesinin etkisini taşımaktadır. Dolayısıyla bu okulun kapitalizme ve onun yarattığı modern kurumlara yönelik eleştirileri ile âdem-i merkeziyet üzerinden feodalizm övgüsü bir bütünlük oluşturmaktadır. Kansu’ya göre, bu akımın İngiltere’yi model bir ülke olarak almasının gerisinde ise, İngiltere’nin sanayi devrimini gerçekleştirerek tarımsal bir ekonomiden sanayi üretimine geçmesi ve bu anlamda söz konusu sürecin modern kurumların ortaya çıkışını hızlandırmış olması değil, İngiltere’nin modernleşmiş olmasına karşın eski düzeni tamamen ortadan kaldırmayarak aristokrasinin her şeye rağmen saygın pozisyonunu devam ettiriyor olması yatmaktadır.
Sabahaddin’in adem-i merkeziyet düşüncesinde de bu okulun izdüşümünü bire bir görmek mümkün olmaktadır. Onun mülkiyet ilişkileri, idari yapı ve güvenlik işlerine yönelik açıklamaları dikkate alındığında sahip olduğu düşüncenin modernitenin gerisine denk düşen bir nitelik taşıdığı görülmektedir. Sabahaddin, mülkiyet ilişkilerini toprak üzerinden tanımlamış ve tapu dairesi idarelerinin toprak ve mülk sahiplerinin mülkiyetini koruyacak bir biçimde düzenlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta Sabahaddin’in mülkiyet ilişkilerini kapitalist üretim ilişkileri üzerinden tanımlamıyor oluşudur. Zira Sabahaddin’in tam karşısında konumlanan Ahmet Rıza’da sanayinin geliştirilmesi temel bir hedef iken Prens Sabahaddin’de bu düşünceye rastlanmamaktadır. Benzer bir yaklaşım onun idarenin âdem-i merkeziyet üzerinden örgütlenmesi gerektiği fikirlerine de yansımaktadır. Yerellerde kurulacak federatif kurumlarda yerel eşraf ve ayanın -büyük toprak sahipleri- yargıç olarak görevlendirilmesi gerektiğini belirtmekte, güvenliğin ise tıpkı feodal toplumlarda olduğu gibi yerel güçlerden oluşması ve bölgenin en büyük toprak sahibi olan yerel yönetimin denetiminde olması gerektiğini ifade etmektedir.
Türkiye’de liberalizmin düşünsel düzeydeki önemli bir figürü olan Prens Sabahaddin’in ve onun ilham aldığı Le Play okulunun özellikleri bir arada değerlendirildiğinde, laisist/jakoben modernleşme çizgisinin karşısında konumlanan liberalizmin statükocu bir nitelik taşıdığı, modern kurumlara karşı muhafazakâr bir tavır aldığı ve tüm bunları uluslararası alanda temsil eden İngiliz muhafazakârlığının belirlenimi altında geliştirdiği görülmektedir. Bu durumu Aykut Kansu şöyle ifade etmektedir:
“Gerek Le Play gerekse de Demolins’in bahsettikleri şekliyle ‘teşebbüs-i şahsi’ yalnız aristokratlar elindeki büyük toprak işletmeciliğini kapsıyor, hem ticaret hayatı hem de gelişmiş fabrika üretimi, var olan ve toprağa dayalı hiyerarşik yapıyı, kapitalist ilişkileri yaygınlaştırarak bozduğu gerekçesiyle kötüleniyordu. Âdem-i merkeziyet prensibi, Fransız Devrimi öncesi var olan toprak düzeninin süre gidebilmesi için sahip olunan toprakların yasal mirasçılarına eşit paylarla bölüştürülmesine karşı çıkmak da Fransa’daki karşı devrimci platformun en büyük belirleyici özelliklerinden birini oluşturuyordu. Prens Sabahaddin’de de aynı görüş egemendi.” (2)
Fransız devrimi ile Anglosakson gelenek arasındaki bu tarihsel farklılığa yapılan vurgu dikkate alındığında Türkiye modernleşmesinin seyrettiği iki ayrı ucun da böyle bir anlama sahip olduğu görülmektedir. Osmanlı-Türkiye modernleşme projeleri esas olarak Fransız devrimi/jakobenizm ile İngiliz muhafazakârlığının bir mücadele alanına sahne olmuştur. Türkiye’de ideolojik ve siyasal alanın bir tarafta laisist diğer tarafta ise muhafazakâr modernleşme projeleri arasındaki mücadele şeklinde belirmesinin esas nedenini, bu projelerin yürütücülerinin beslenmiş oldukları bu iki ayrı kaynak oluşturmuştur. Muhafazakârlıkla ittifak halinde doğmuş olan Türkiye liberalizminin tarihsel olarak Fransız devriminin gerisine denk düşen bir muhafazakârlıktan beslenmiş olması onun muhafazakârlıkla ittifakını kolaylaştıran bir işlev gördüğü gibi ona temel kimliğini veren bir unsur da olmuştur. Bu durum Prens Sabahaddin’de temsil edilen liberal düşüncenin ilk niteliğini de ortaya çıkarmaktadır. Nasıl ki Fransız devrimi ile ona tepki olarak doğan muhafazakârlık arasındaki ilişki devrimcilik ve statüko arasındaki ilişkiyi temsil ediyorsa, Türkiye modernleşmesinin iki ucu da beslenme kaynakları ve bunun icra edilmesi anlamında devrimcilik/tutuculuk arasındaki mücadele anlamını taşımıştır. Liberalizm bu açıdan Türkiye’de özgürlükçü değil tarihsel olarak statükocu-tutucu bir işlev görmüş ve Fransız devrimine tepki olarak doğan muhafazakâr düşüncenin bire bir uygulamaya geçirilmesi üzerinden bir modernleşme kurgusu geliştirmiştir. Bu durumu Sabahaddin’in 28 Eylül 1915’te Lord Kitchener’e yazdığı mektupta görmek mümkündür:
“Yıllardır halkımıza Anglo-Sakson dünyanın sosyal ve manevi üstünlüğünü ve onunla ittifak yapmanın gerekliliğini kanıtlamak için sistematik bir şekilde çalışan biz Osmanlı reformcuları, ülkemizin itibarını yükselten soylu sözlerinizdeki adalet ruhunu memnuniyetle karşıladık.” (3)
1860’ların ortasında bürokrasinin merkezde durduğu modernleşme projesine tepki üreten muhafazakâr direnç ile ittifak halinde doğan liberalizm, Prens Sabahaddin ile de kendi düşünsel kaynaklarını Fransız Devriminin karşısında konumlanan İngiliz muhafazakârlığında bulmuştur. Ancak adem-i merkeziyet fikri yalnızca İngiliz muhafazakârlığından beslendiği için değil aynı zamanda 19. yüzyıl Osmanlı toplumsal-siyasal tarihinin mevcut durumu değerlendirildiğinde taşımış olduğu politik anlam açısından da tutucu bir nitelik taşımıştır.
İki farklı proje
- yüzyıl Osmanlı tarihi, bir tarafta gerek batılı devletlerin müdahaleleri gerekse de Osmanlı toplumsal yapısının geldiği evre düşünüldüğünde merkezden kaçma eğilimi gösteren toplumsal ve politik aktörler ile diğer taraftan bu eğilimlere karşı merkezin egemenliğini tesis etmeye çalışan merkeziyetçi bürokrasi arasında belirmiştir. 19. yüzyıl sonuna gelindiğinde ortaya çıkan görünüm, bağımsızlığını kazanarak Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmış yeni merkezi ulus devletlerin inşa edildiği, imparatorluk içinde özerklik ve bağımsızlık taleplerini dillendiren farklı etnisitelerin politik taleplerinin gücünü hissettirmiş olduğu ve toplumsal yapıda kendi iktidar ağlarını yerelliklerde örmeyi becererek merkezden göreli olarak özerkleşmiş bir eşraf-ayan sınıfının ortaya çıktığı bir tablo oluşturmaktadır. Kısacası âdem-i merkeziyet fikri zaten yüz yıl boyunca süregelen merkezkaç eğilimlerin oluşturduğu ve merkeziyetçi eğilimi tahrip eden bir sürecin devamını öngören ve bu anlamda mevcut durumun bu doğrultuda korunarak oturtulmasını hedeflemektedir. Peki, bu merkezkaç eğilimler hangi dünya tarihsel sürecin bir sonucudur? Bu soruya verilecek yanıt merkeziyetçilik ile âdem-i merkeziyetçiliğin söz konusu dünya-tarihsel koşullarında taşıdığı anlamın ve tarihsel açıdan onlardan herhangi birini tutucu ya da devrimci yapan temel öğenin ne olduğunun da göstergesi olacaktır.
Birincisi dünyada merkeziyetçi eğilimler batıda sanayi devrimini izleyen dönemler ile paralel olarak gelişmiştir. Sabahaddin’in örnek model olarak aldığı İngiltere’de bile merkeziyetçilik böyle bir anlam taşımıştır. Sabahaddin’in âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikirleri ise yine İngiltere’nin kullandığı ancak Hindistan ve Mısır gibi sömürge memleketlerde uyguladığı yöntemlere denk düşmektedir. İngilizler kendi sömürgelerinde gerek idari yapıyı gerekse de toplumsal yapıyı Anglosakson geleneklere göre kurarak dünya kapitalizmine eklemlemişlerdir. İngiltere’nin merkeziyetçi eğilimleri sermaye birikimini gerçekleştirebildiği, sanayi devrimini yaptığı ve bu anlamda modern toplumsal yapıları inşa ettiği süreçte kullandığı bir enstrüman olarak belirirken, sömürgelerinde kullandığı Anglosakson gelenek -adem-i merkeziyet ve bireyci düşünce- sermaye birikimini ve doğal olarak kendi dünya hegemonyasını korumak üzerinden anlam kazanmıştır. Bu durum merkeziyetçilik ile âdem-i merkeziyetçiliğin tarihsel olarak nasıl bir anlama sahip olduğunu göstermektedir. Merkeziyetçilik modern kurumların ortaya çıkması ve kurumsallaşması anlamında bir işlev görürken âdem-i merkeziyet burjuvazinin tutuculaşması ve sermaye birikimini daim kılmak doğrultusunda işlev görmüştür. Osmanlı-Türkiye modernleşmesi ise bu açıdan bunun en güzel örneğini oluşturmaktadır. Geç kapitalistleşen bir toplumda merkeziyetçilik ile âdem-i merkeziyetçilik arasındaki ilişkinin tam olarak böyle bir boyutu bulunmaktadır. Bu durum Prens Sabahaddin’de temsil edilen liberal düşüncenin bir diğer paradoksuna işaret etmektedir; Osmanlı’nın içinden geçtiği koşullar göz önüne alındığında Anglosakson geleneğin kendi sömürgelerinde uyguladığı âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikrinin tutucu niteliği anlaşılabilmektedir. Kısacası liberal düşüncenin çelişkisi söz konusu politik, idari ve ideolojik kurgunun Osmanlı tarihsel-toplumsal gerçekliği ile uyumsuz olmasından ileri gelmektedir. Geç kapitalistleşen bir toplumun temel problemi, varlığını modern-merkezi bir devleti kurarak mı devam ettireceği yoksa Anglosakson geleneğin sömürgelerinde uyguladığı gibi farklı etnik, dinsel topluluklara bölünüp idari yapının yerellikler üzerinden emperyalizme bağlanacağı bir idare biçimi mi olacağı üzerinde odaklanmıştır. Ayrışma esas olarak bu nokta üzerinden belirmiştir. Çok açıktır ki merkeziyetçilik tıpkı İngiltere’nin kendi toplumsal gelişme sürecinde nasıl bir anlam ifade etmişse Osmanlı’nın kendi toplumsal gelişme düzeyinin geldiği evre açısından da aynı anlamı ifade etmiştir. İttihat Terakki’nin ve Kemalizmin iktisadi ve toplumsal yaşama dönük bütün ileri hamleleri bu anlamda merkeziyetçi bir idari yapıyı gerekli kılmıştır. Dünyada İngiliz muhafazakârlığı ile burjuvazinin tutuculaştığı dönemin araçları olan âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikrinin Osmanlı örneğinde tutucu bir nitelik taşımasının böyle de bir anlamı vardır. Kuşkusuz burada devrimcilik ile tutuculuğun hangi anlamda kullanıldığı önemlidir. Devrimcilik, Osmanlı siyasal ve toplumsal yapısının çözülmesi ve yerine bir modernleşme kurgusunun gerçek kılınması anlamı taşırken, tutuculuk insanlığın birikiminin gerisine düşen siyasal düşünce geleneğinin bir modernleşme kurgusu olarak sahiplenilmesidir. Açıktır ki liberalizm Türkiye’de böyle statükocu bir rol ifa etmiştir. Bu açıdan Türkiye’de saf bir liberalizmden değil muhafazakârlıkla doğmuş bir liberal-muhafazakâr düşünceden söz etmek daha doğru olacaktır.
Kaynaklarını Adam Smith veya John Locke gibi liberal düşüncenin öncülerinden almayan Türkiye liberalizminin muhafazakârlıkla eklemlenmiş bir biçimde doğmuş olması onun saf niteliğini ortadan kaldırıyorsa eğer, adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi düşüncesi dönemin politik atmosferinde nasıl bir işlev görmüştür? Bu soru liberalizmin temsil ettiği siyasal-ideolojik hattın İttihat ve Terakki’de cisimleşen modernleşme kurgusuna nasıl bir tavır aldığı ve âdem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsi fikrinin İttihat ve Terakki’ye karşı yürütülen mücadelede nasıl bir işlev gördüğü açıklanarak yanıtlanabilir.
İttihat Terakki ve onun temsil ettiği laisist modernleşme projesinin karşısında konumlanan Ahrar Fırkası ve ardından gelen Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin iktidarı ele geçiren çizgiye karşı izlediği tutum, liberalizmin hangi düzlemde işlev gördüğünü ortaya çıkarabilmektedir. İttihat ve Terakki’nin, çözülen Osmanlı sosyal ve siyasal düzenini dünya tarihinin ileri birikimlerine yaslanmaya çalışılarak dönüştürmeye çalıştığı modernleşme stratejisine direnç gösteren muhafazakâr çizginin yürütmüş olduğu mücadelede kullandığı söylemler bu noktada önem taşımaktadır. 1908 ile birlikte hürriyetin değil de başka bir formda bir baskı rejiminin inşa edildiği iddiasının “özgürlük” söylemi ile dile getirilmesi, muhafazakârlıkla içkin olan liberalizmin İttihat ve Terakki ile yürütülen mücadelede statükocu çizgiye yapmış olduğu katkıyı ifade etmektedir. Liberalizm bu anlamda yalnızca söylemsel düzeyde kalmış, kendi klasik referanslarından beslenememiş olması dolayısıyla iktidar kaçkını olmuş, söz konusu siyasal alanda muhalif söylem üzerinden kendisini inşa eden ve bundan dolayı da saygınlık talep eden bir işlev görmüştür. Liberalizmin bu işlevi laisist modernleşme projesine direnç gösteren muhafazakârlığın iktidarla olan mücadelesinde ihtiyaç duyduğu söylemleri sağlayabilmiştir. Liberalizmin muhafazakârlıkla ilişkili bir şekilde ve bu anlamda liberal-muhafazakâr bir içerikle doğmuş olması, iktidarla yürütülen mücadelede liberalizmin muhafazakârlığa yataklık yapmasını olanaklı kılmıştır. Ancak liberalizmin katkısı yalnızca bu doğrultuda belirmemiştir. İttihat ve Terakki ve onda temsil edilen modernleşme çizgisinin iktidar dışı bırakılması için İngiltere’nin açık desteğini sağlamaya çalışmak da bir araç olarak kullanılmıştır. Sabahaddin’in Kitchener’e yazdığı aynı mektupta bu durumu görmek mümkündür:
“Daha ilk anayasamız (Birinci Meşrutiyet) döneminde çok nadir bulunan değerde bir adam olan büyük Türk İngiliz muhibbi Midhad Paşa’yı benimki kadar genç ve geri kalmış bir ülke için yüzüstü bırakarak -bu yüzüstü daha sonra onun hayatına mal olacaktı-, sizin gizli ve sürekli yardımınıza ihtiyacı olan dünyanın bu köşedeki üssünüzü terk etmiş oldunuz.
“Gerçekten tuhaf bir başka tesadüf sonucu, İkinci meşrutiyet döneminde yaşadığımız kriz sırasında da büyük dostlarınızdan bir başkası olan Kamil Paşa’yı da yüzüstü bırakarak (ayrıntıları raporumda okuyabilirsiniz), dolaylı ancak tartışmasız biçimde adına İttihat ve Terakki denen şu sürünün zaferini kolaylaştırdınız.
“(…) İstanbul’dan yeni aldığımız bilgiler, bugünkü Türkiye hükümetinin devrilmesinin hâlâ mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak hızla ve daha da önemlisi en fazla başarı şansıyla hareket edebilmek için burada, yani İsviçre’de, içerideki dostlarımızla sürekli ilişkiler oluşturmak amacıyla bir örgüt merkezi (temel unsurları şimdiden hazır olan) kurmamız kaçınılmazdır. En temel görev şudur: Bir kez hedefe ulaşılır ve içerisi ile dışarısı arasında sağlam bir köprü kurulursa, zannımca geriye kalan işin tamamlanması daha kolay olacaktır. Eğer şu anda bütün bu meseleler üzerinde tartışmaya müsaitseniz, ister doğrudan Londra’ya gelmek ister işi burada incelemek için tamamıyla emrinize amade olmaktan mutlu olacağız.” (4)
Sonuç
Yukarıda yapılan açıklamalardan hareketle liberalizmin Türkiye siyasetinde hangi doğrultuda işlev gördüğü de netleşmektedir. 1860’larda muhafazakârlıkla ittifak halinde doğan ve Sabahaddin ile de Le Play Okulu üzerinden İngiliz muhafazakârlığı ile düşünsel bir akrabalık kuran liberalizm, İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirmesinin ardından değişime direnç gösteren statükocu güçlerle politik işbirliğini devam ettirmiş ve yürütülen mücadelede ihtiyaç duyulan söylemleri statükonun hizmetine sunmuştur. Daha da önemlisi Birinci Dünya Savaşının devam ettiği ve Osmanlı’nın İngiltere ile savaş halinde olduğu dönemde Sabahaddin’in Lord Kitchener’e yazdığı mektupta İttihat ve Terakki iktidarının yıkılması için isteği destek, Türkiye’de liberalizmin temel niteliğini tamamlayan son bir gösterge olarak anlam kazanmıştır. Buradan hareketle Türkiye’de liberalizmin köklerini laisist/Jakoben modernleşme projesine gösterilen statükocu direncin içinde, Fransız devrimine bir tepki olarak doğmuş İngiliz muhafazakârlığı ile olan akrabalığında ve henüz 1915 yılında Osmanlı topraklarının savaş halinde olduğu İngiltere ile girilen işbirlikçi bir siyasette bulmak mümkün olmaktadır. Bugün liberal-muhafazakâr resmi tarih tezlerini dillendiren Akyol’un köklü bir ideoloji olarak bahsettiği liberalizmin temel karakteristiği budur. Akyol’un da düşünsel kökenlerini bu temel karakteristikten hareketle bulmak mümkün olmaktadır. Bugünün liberal-muhafazakâr ideologlarının kendi beslenme kaynakları ile olan süreklilik-kopuş bağlamındaki ilişkisi ise, bir başka yazının konusu olacaktır.
DİPNOTLAR
1) Akt. Ayşe Kadıoğlu, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik Ansiklopedisi, Milliyetçilik-Liberalizm Ekseninde Vatandaşlık ve Bireysellik, s.288.
2) Aykut Kansu, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Tanzimat ve Meşrutiyetin Birikimi Ansiklopedisi, Sabahaddin’in Düşünsel Kaynakları ve Aşırı Muhafazakârlığın İthali, s.165.
3) Akt. Cenk Reyhan, İmge Kitabevi Yayınları, Türkiye’de Liberalizmin Kökenleri, s.58.
4) Akt. Cenk Reyhan, İmge Kitabevi Yayınları, Türkiye’de Liberalizmin Kökenleri, s.56-57.