Sayın Işık Kansu, Türkiye’nin her anlamda kıyımlarla dolu yakın tarihine ve bugününe birebir tanık, on yılların bir usta gazetecisi-yazarısınız. Bu bağlamda, bazıları yeniden basılan birçok yapıt yayımladınız. Altı yüz yıllık ezilmişliğin ağırlığını ve acılarını on beş yılda yaratılan cumhuriyet tansığıyla yenmeyi başaran Türk ulusu, büyük bir ivmeyle yaşadığı olaylarla nereden nereye gidiyor? Ana sorun, ana çelişki nedir? Hangi güçler arasındadır?
İnsanlığın uygarlaşma atılımını, yobazlık ve benci yönetimler nedeniyle yüzyıllarca ıskalamış bir ülkede yaşıyoruz. Bunun üstüne bir de sömürgeleşmeyi ekleyin, daha da ağırlaşıyor koşullar. İşte o koşullardan sıyrılıp gelmişiz. Yeryüzünün emperyalizme karşı ilk seçkin ve örnek savaşını vermişiz. Yitirdiğimiz yüzyılları, kara bahtımızı geriye çevirmek için devrimler gerçekleştirmişiz.
Gel de yanma… O devrimler yapılmamış, sömürgecilerin elinden kurtulmayı gösteren örnek bir kurtuluş gerçekleştirmemişiz gibi, yıllardır tersine gitmişiz. Vardığımız son nokta, hani neredeyse hilafetin ve saltanatın geri gelişidir. Hem de uygarlığın, evrenin gizlerini çözmeye, Einstein’ın ortaya koyduğu tezlerin bir kez kanıtlandığı, daha ileriye taşındığı bir zaman diliminde.
Her gün onlarca insanımız ölüyor. İlan edilmemiş gibi görünen, sömürgenlerin fitillediği; kavimci, gerici, kanlı, kirli, iğrenç bir savaş sürüyor topraklarımızda.
“Hangi güçler” diye soruyorsun. Hani “90 yıllık enkazı kaldırdık” diyorlar ya. 90 yıl önce kaldırılmış enkazın altına girdik yine. Uygarlıkla gericilik çarpışıyor yeniden. Sömürgenle sömürülmek istemeyenin savaşımıdır yinelenen…
Türk basınının başat sorunu nedir? Basın ahlakının neresindeyiz?
Basın, çukurdadır. İlkeleriyle, yöneticileriyle, sahiplik yapısıyla “ahlak” filan da kalmamıştır. Memleketin durumu neyse, basının durumu da aynıdır. İliştirilmişlik, yanlılık, para, çıkar karşılığı mesleğini satma, yalancılık, uydurukçuluk, üfürükçülük bizim meslekte aldı başını gidiyor. Bir avuç gazetecinin ve yayın organının yüzü suyu hürmetine basına, hâlâ basın diyebiliyoruz… O da yeter bize. Çıkarız bu çukurdan. Dirilir, doğrulur, dikleniriz.
Küreselleşmenin, Yeni Dünya Düzeninin acımasız işleyen sömürü, yayılmacılık, insanlık düşmanlığı olduğu, özellikle Irak, Libya, Suriye özelinde yaşananlarla açıklıkla ortaya çıktı. Yandaşları, sözcüleri oldukça sessizler; “komplo teorisi” diyen kalmadı. Bu konudaki kitaplarınızın çözümlemeleri bağlamında gelecek için neler söylersiniz?
Ben karamsar değilim. Çelişkiler, haksızlık, zorbalık arttıkça insanlığın bilinçlenmesi daha da güçleniyor. Tarih, bunun böyle olduğunun kanıtlarıyla dolu. Zorba dünyaya hükümdar oluyormuş gibi gözüküyor ama gün geliyor, tüm doğayı sevgiyle kucaklayan iyi insancı düşünce ve davranış yengi kazanıyor. İşte o an, yıldızın parladığı anlar oluyor.
Ama ne yazık ki insanın bencilliği, yabanıl yanı, doymazlığı yeniden saldırıya geçiyor, üstün olabilmeye çalışıyor. Bu çelişki bir süre daha sürüp gidecek gibi gözüküyor. Sonunda kendi yıldızımızı, güneşi ve dünyayı kötülükten, sömürüden, vahşetten kurtaracağız. Sonsuz barış gelecek…
Ece Ayhan bir denemesinde, özgün dilinizden övgüyle söz eder. Yapıtlarınızın ortaya koyduğu geniş bir alan, yelpaze var; Köşe yazıları, gazetecilik, küreselleşme, Türkiye-dünya siyasası, inceyazın (öykü, deneme, çocuk yazını), kentlilik, yaşamöyküsü, belgecilik. Aynı zamanda “çocukluğunuza yolculuklar” da içeren “Akasyalı Sokaklar” adlı kitabınızın bugünlerde geliştirilmiş ikinci baskısı yapıldı; “kentlilik bilinci, yurttaşlık, birey olmak nedir” sorusuna tam ve doğru, belgesel, tarihsel bir yanıt niteliğinde. Aydınlanma ile kentlilik bilinci arasında nasıl bir bağ var?
Gazeteciliğin temel ilkelerinden biri doğruyu dillendirmek, diğeri de yaşadığımız döneme tanıklık ederken yaşamı özetlemektir. Yazılarımda, gerek gazetecilik çalışmalarımda, gerekse kurgusal kitaplarımda bu ilkelere bağlı kalmaya çabaladım.
Aydınlanma dediğin başlı başına bir bilinç. İnsanın hem kendisini özgürleştirmesi hem de yaşadığı çevreyi ve o çevredeki toplumu özgürleştirme çabası büyük ölçüde. Aydınlanma, durağan bir şey değil. Yaratılmış, yapılıp bırakılmış bir olgu da değil. Suyun dalgalanması gibi. Soluk almak gibi. Çekilip çekilip yeniden atılıyorsun, az daha ileriye. Islattığın yerler kurumasın diye yeniden yalıyorsun kıyıyı. Sıkıştığın anda, daha derin çekiyorsun içine temiz havayı, kanın kaynasın diye.
Ölümü düşün. Ölüyorsun, ama geride bıraktıkların var. Tarihe attığın küçük çentikler, yetiştirdiğin çocuklar, elinden geldiğince bir şeyler anlattığın okurlar. Ölüyorsun, ama ölmüyorsun. Bencileyin yaktığın ışık, belki bir küçücük mum kadar, ama orada, bir yerlerde, akıllarda, yüreklerde, geniş ve o denli yaşlı insanlık ailesinin soy kütüğü içinde yanmayı sürdürüyor. Yetmez mi?