Spinoza’da bilgi, salt epistemolojik bir konu değil, aynı zamanda etik ve tamamıyla toplumsal bir konudur. Descartes’ın yaptığı gibi kendi içine dönüp meditasyon yoluyla keşfedilmez, dış cisimlerle -insan ya da şey- bir aradalık ile (corpus multiplicium) üretilen bir şeydir. Bununla birlikte Kartezyen anlayışın tersine “anlama” da Spinoza için bedenden zihnedir.
Bilgi karşılaşmalardan doğar
I. Bilgi kuramında 3 türden söz eden Spinoza, birinci türe Latincesi ile imaginatio adını veriyor. Bu bilgi türünde duyusallık (sensatio) ve imgelem (imaginatio) temelde yer alıyor. İnsanın anlama yetisini (intellectus) aktüel olarak kuran, fiilen var olan tekil bir şeydir. Burada bedenden söz ediyoruz. Beden, bir var olandır, anlama yetisini kuran idea, bu var olan şeyin ideasıdır. Tersten bakarsak, anlama yetisini kuran ideanın nesnesinde, yani bedende, olup biten her şey anlama yetisi tarafından algılanmak zorundadır. Bu şu demektir: bedenin etkilenişi (affectio) -aynı anlama gelmek üzere karşılaşması- mutlaka anlama yetisi tarafından belirli bir biçimde algılanır, buradan hareketle biz insanlar birer Anlama Yetisi’yiz demekte sakınca olmaz. Fakat bu, anlama yetisinin her algısı bedenin etkilenişidir ya da bedenin etkilenişi anlama yetisini yanıltmaz, demek değildir. Bununla birlikte Descartes’ın “Ben düşünen bir şeyim” öğretisinde olduğu gibi bedeni dışlamaz.[2]
Bir dış cismin, anlama yetisinin nesnesi olan bedene etkisi bu etki ile çelişki taşıyan bir başka etki tarafından sonlandırılıncaya kadar sürer. Buradaki ilişki de şeylerin düzenleri ve dizilişleri ile aynıdır, yani mekanik nedenlenişe tabidir. Örneğin zihin (mens); beden yoluyla, bir dış cisimden onun doğasını kuşatır biçimde etkilenmişse onun var olduğunu düşünür. Hatta bu cisim artık var olmasa dahi bu sürebilir, ta ki buna ilişkin bir kaynak bedeni tersi bir etki altında bırakana kadar. Bu yüzden insanın bedensel etkilenişlerine bunlar dış cisimleri varmış gibi gösterdiklerinden hareketle bedenlerin ‘karşılaşmaları’ diyeceğiz. Karşılaşmaların zihindeki karşılığı ise imgelerdir (imaginem). Zihin dış cisimlere bu şekilde yoğunlaştığında ise onun imgelediğini söyleyeceğiz. O halde açıkça görülmektedir ki imgelem yoluyla elde edilen bilgi karşılaşmalardan doğuyor. [3]
Buraya düşülmesi gereken bir şerh, bu bilginin upuygun (adaequata) bilgi olmadığıdır. Ancak zorunludur, zira zihin kendi bedeninin etkilenişlerinin idealarını (yani imgeleri) başlangıç almadan dış cismin fiilen var olduğunu algılamaz.[4] Ne imgeler ne de insan zihninin doğasını kuran idealar açık seçiktirler. Tersine bunlara bulanık deriz, öncülleri olmayan sonuçlar gibidirler. Bu birinci tür bilgidir. Dahası bedenin etkilenişlerini algılamadıkça zihnin kendini bilmesi/algılaması da mümkün değildir, yollar kapalıdır. Kendini ancak dışarıyı algıladığında, dışarıdan etkilendiğinde oluşan etkileşimler ile algılar. Yani dış cisimler arasında (corpus multiplicium) olduğu sürece insan bedeninin etkilenişleri olur ve onları algılar. İkinci tür bilgi de buradan doğar, bu olmadığı sürece doğmaz.[5] Öyleyse birinci tür bilgi ikinci tür bilgiye önceliklidir. Birçoğu, bu bilgi türüne ‘yanılgının olduğu alan’ diyerek gereken özeni göstermemektedir. Ancak bu Spinoza’nın “anlama” konusundaki düşüncelerinin Descartes’a zıt olmasından ileri gelir. Yani onun gibi anlamayı zihinden bedene değil, bedenden zihne olarak düşünmesinin de sonucu olarak burada sadece yanılgı yoktur, aynı zamanda bir başlangıç vardır.
II. İkinci tür bilgiye ise Spinoza Latincesi ile ratio adını veriyor. Burada şeylerin niteliklerine (dominium) dair yeterli ideaya sahip olunca ortak mefhumlarla bilgi üretilmesi ile karşılaşıyoruz.[6] Ortak mefhumlar tekil olan şeylerin özünü (essentia) oluşturanlar değildirler, bu bakımdan özlerden ya da tümel (universum) kayramlardan söz etmiyoruz. Bulanık ve eksik de değildirler. Zorunlu olarak upuygun, bununla birlikte dış cismi algılamak için zorunlu olan idealardır. Açık seçik olarak algılanırlar.[7] Bu bilgi türü birinci tür bilginin bir üst kademesi gibidir, ondan farklı olarak upuygun bilgidir ve karşılaşılan sonuçların öncüller ile bağlantısı burada kurulur. Yani sonuçtan öncüle gidilir. Bilimsel bilgi böyle üretilir. Ayrıca, bu biçimde, ortak mefhumlar ile birlikte yeterli ideaya sahip olunarak üretilen bilgi demek zorunlu olarak doğru demektir.[8] Bu anlamda doğru bir fikri olan bir kişi aynı zamanda doğru bir fikri olduğunu da bilir. Spinoza, burada doğruluğun ölçütü arayışının sonsuza kadar götürülmesi gerekmeyen bir arayış olduğunu öne sürer. Zira ona göre doğruluğun ölçütü kendisidir. Onun sözleriyle aktaracak olursak, ‘bir ışık hem kendini hem karanlığı aydınlatır’. Doğru fikir bir şeyi mümkün olduğu kadarıyla eksiksiz bilmektir. Bu bir düşünme kipinin anlamaya dönüşmüş biçimidir. Şayet düşünme olarak kalsaydı, Spinoza bunu şöyle açıklıyor; “Tablodaki resim gibi dilsiz olurdu”. Yani bakılırdı ama onu görecek [niyetteki] göze çarpmaz, bir şey ifade etmezdi.[9] Bu şekilde de ne bilim yapılırdı ne de bilme gerçekleşirdi.
Yanlışlık ise, Spinoza’ya göre, ideaların kendilerine baktığımızda onlarda onlara yanlış dememizi doğrulayacak hiçbir şey olmamasına karşın, upuygun olmayan ideadaki bir bilgi yoksunluğuna dayanır. Bir sakatlıktır, bulanıklıktır. İmgenin kendisinde yokturlar, imgeleme biçiminden kaynaklanırlar, zira kendi başlarına ele alındıklarında düşünce kipleri yanılgı içermezler. İlerde bu konuya tekrar değineceğiz. İkinci ve üçüncü tür bilginin önemi burada karşımıza çıkıyor; doğruyu yanlıştan ayırt ederler, birinci tür bilgi ise etmez. İmgelemin bu bakımdan burada meziyeti yoktur.[10] Spinoza bunu şu örnekle açıklıyor: Güneş’e baktığımızda onun bize uzaklığını göz kararı tayin edersek yanılırız. Onun bize gerçek uzaklığını öğrensek dahi biz yine kendi imgelemimize itibar eder, Güneş’i kendimize çok yakın görürüz. Çünkü engelleyemeyiz, buna yatkınızdır. Bu yanılgı ideaların nedenlenişindeki halkalardan [birini ya da birkaçını] bilmememizden kaynaklanır. Yani yanlışlık, nedenler zincirindeki bilgi halkasının eksikliğidir. Kanımızca bu örnekte Güneş güçlü bir etkileniş kaynağı olduğu için özel olarak seçiliyor. Bu biçimde etkilenişin şiddetinin vurgulanması iki önemli şeye işaret ediyor: İlk olarak, imgelem; zira öncülsüz sonuçtur dedik. Yanıltır, yanıltmasa bile buna göre hareket eden insanı gerçekliği görememeye, görünüşle yetinmeye yöneltir yani köleleştirir. İkinci olarak, doğru fikir; zira şeyler tablolar gibi dilsiz değildir, aktiftir, bizi çeşitli şekillerde etkisi altında bırakır. O halde doğru fikir, olması gerektiği gibi fikirdir, onun peşindeki insanı özgürleştirir.[11]
III. Üçüncü tür bilgiye geldiğimizde ise, Spinoza’nın intuitio olarak adlandırdığı bu türde, görü bilgisini görüyoruz. Bu ikinci tür bilgide bir otomatikleşme ile birlikte ondan daha fazlası olarak anlaşılabilir. Anlama yetisini tümüyle çevreleyen ve kapsayan sıfatların biçimsel özünün upuygun ideasından, tekil şeylerin özlerinin upuygun bilgisine dek söz konusu olan bilgidir.[12] Burada sıfattan kastımız, anlama yetisinin kabiliyeti ile res cogitans ve res extensa’dır (düşünce ve uzam). Bunlar tek mutlak tözün özünü kurarlar. Tekil şeyler ise bu sıfatlar üzerinden tek mutlak tözün birer kipi olmaktan başka bir şey değildir. Yani şeye baktığımızda onun özünün, onun ait olduğu sıfatın özü ile o olmadan var olamayacağı ve yalnız onda var olduğu tek mutlak tözün bilgisini eksiksiz olarak kavrayabilmektir, üçüncü tür bilgi. Çünkü bu mümkündür. İkinci tür bilgi ortak mefhumlar merkezliydi, ancak ortak mefhumlar tekil öze ilişkin bilgi vermez, demiştik.[13] Tekil özün bilgisi üçüncü tür bilgidir.
Ortak mefhumlar var olan her şeyde ortaktırlar. Anlama yetisi bunları upuygun olarak bilir. Fakat onlarda tekil özün bilgisine dahil olacak herhangi bir içerik bulunmaz. İmgelem (imaginatio) şeyleri zamansal öncelik sonralık ilişkisi içinde bilmemizi sağlar. Bununla birlikte akıl (ratio) “şeyleri sonsuzluğun ışığında görür”. Görü (intuitio) ise şeyleri bütün olarak ve içkin görmektir.[14] Tekil özleri bilmek için bize gerekli olan; her bir şey ile tek mutlak tözün bağlantısını kurmak, her bir şeyi onunla kavramak ve bu şekilde “upuygun bilebileceğimiz pek çok şeyi çıkarsamaktır”.[15] Birinci tür bilgiden üçüncü tür bilgiye doğrudan geçiş yoktur. Üçüncü tür bilginin gereksinimi ikinci tür bilgiye sahip olmaktan gelir çünkü o bilimsel özellikteki bilgidir.[16] Mademki tekil şeyler hakkında doğru fikre sahip olmaktan burada söz ediliyor, bu bilgi türünü daha iyi kavramak için en meşru yol doğaya bakmak olacaktır.
Doğayı kavramak
Her şeyden önce şunu demeliyiz; Doğa iki veçhelidir; Doğalayan Doğa (Natura Naturans), Doğalanan Doğa (Natura Naturata).[17] Üçüncü tür bilgi tam olarak bu ayrımı yapmanın bilgisidir. Çünkü doğa dediğimiz tek bir şeydir fakat biz her daim bir çokluk içinde bulunuruz. Doğalayan Doğa kendinde olan ve kendisi ile kavranan, yani töz olandır. Ya da aynı anlama gelmek üzere anlama yetisinin aynı şekilde aldığı tözün sıfatlarıdır çünkü tözü kavramanın başka yolu yoktur. Sıfatların tözün özünü kuran şeyler olduğunu söylemiştik, bu anlama yetisinin tözü anlama biçimidir. Tıpkı bunun gibi Doğalanan Doğa, tüm tekil şeyler -kipler, yani tek mutlak töz olan Doğa’nın etkileşimleri- tözün dolaylı sonucu, başka bir deyişle sonucun sonucu olanlardır. Kendinde ve kendisi ile kavranan değildirler, tözdedirler. Tözün “herhangi bir şekilde değişime uğramış sıfatından meydana gelmişlerdir.”[18] Fakat burada hatırlamamız gerekir ki Spinoza’da her iki ifade de bir ve aynı şeye işaret eder; Doğa, ya da Tanrı. Zira bildiğimiz gibi Spinoza tanrı ve doğa sözcükleri arasında bir anlam farklılığı değil yalnız bir ifade ediş farklılığı olduğunu düşünür. Tanrı, mutlak anlamda sonsuz varlıktır, başka bir deyişle her biri onun ezeli-ebedi (eternelle) ve sonsuz (infini) özünü ifade eden sonsuz miktardaki sıfattan ibaret tözdür.[19] O halde içine insanlar olarak bizim, anlama yetisinin ve hatta bilginin de girdiği ‘şeyler’ tümüyle Doğa’nın ya da Tanrı’nın parçalarıdır, demekte hiçbir sakınca yoktur. Burayı biraz daha açacak olursak, insanın ürettiği bilgi Doğa’da bulunur, diyoruz. Örneğin “Üçgenin üç iç açısının toplamı iki dik açının toplamına eşit olduğu” bilgisi gibi… Bilgi, yani üstte de tarif ettiğimiz biçimde ‘mümkün olduğu kadarıyla eksiksiz bilmek’ anlamına gelen doğru fikir, Doğa’da bulunur. Spinoza’nın ifadesiyle, Tanrı’nın doğasından çıkan şeylere idealar da dâhildir. Doğru fikir, olması gerektiği gibi fikirdir, bir başka deyişle doğada olan fikirdir. Yalın/sade, değişikliğe uğramamış fikirdir. Onu yanlış fikir haline getiren, dolayısıyla yanılsama haline getirip yanılan, insanın kendisidir. Bu bağlamda doğru fikir, Doğalanan Doğa’ya dâhildir.[20]
Doğa’nın yani tözün özü var etmektir.[21] Tözün sonsuz [miktarda] sıfatı olması onun sonsuz gerçekliğinden (realitas), aynı anlama gelmek üzere yetkinliğinden/mükemmeliyetinden (perfectio) ve sonsuz varlığından gelir. Zira töz, kendi doğasının zorunluluğundan ötürü mutlak olarak sonsuz şekilde etki eder.[22] Onun her bir etki edimi bir var edimidir. Bu bakımdan bir anlama yetisi vardır, bir de anlama yetisinin dışındakiler. Anlama yetisinin faaliyeti dışındakileri kavramak olarak belirlenmiştir.[23] Bununla birlikte Spinoza, Tanrı’nın doğasını kavrayan biri Tanrı’nın bedeninin olduğunu söyleyemez, diyor.[24] Öyleyse Tanrı’nın bedeninin şu gördüğümüz doğa olduğunu söylemek yanlış olur. Kısaca, bu ‘dışındakiler’, ya kipi ya sıfatı olmak üzere -tümüyle- tözün, Tanrı’nın ya da Doğa’nın anlama yetisine ifadesidir, diyebiliriz. Yani Tanrı ya da Doğa, sonsuz [miktarda] tekil şeyde kendini ifade eden tözdür. Var etmek tözün özü ise var olmak bir çaba olarak her bir tekil şeyin fiili özünden başka bir şey değildir (conatus).[25] Yani anlama yetisinin belirlenmiş faaliyeti her bir conatus’ü anlamaktan başka bir şey değildir.
Her bir conatus’ü anlamak
Spinoza’da doğa durumu kaos ya da savaş durumu değildir. Anlama yetisi Doğalanan Doğa’ya dahil olsa da anlama yetilerinin bir arada varlığını devam ettirdiği barış durumu bir düzenlilik ya da savaşsızlık değildir. Bir başka deyişle, en yakın nedeni bir değişime uğramış olan anlama yetisi, barışı kaostan, savaştan vazgeçerek ya da değiştirerek kurmaz. İçinde var olduğumuz tek bir durum vardır, bir geçiş söz konusu değildir; her zaman bir kriz tehdidine rağmen insanın kendi özgücünden (fortitudo) doğan bir erdem ile barışın kurulması ve sürdürülmesi durumu.[26] Doğa durumu da, conatus de tümüyle bundan başkası değildir. Yani doğa durumu, zaten vuku bulmakta olan durumdur. Kriz dönemlerinde barış bir olanak konumuna düşer, barış sürmekte iken bu kez kriz doğa durumunun içinde sadece bir olanak olur. O halde kriz de barış da doğa durumuna içkindir. Neden içkin olduğu sorusunu barışı ele alarak cevaplandıralım. İnsanın özgücü dediğimiz, bir sakatlık söz konusu olduğu durumlar hariç anlama yetisinin tüm edimleridir (intellectus ve voluntas). Spinoza buna her bir bireyin aklın rehberliğinde kendi varlığını sürdürme ve yine aklın rehberliğinde bir diğeriyle ortak yaşam inşa etme çabasını da ekliyor.[27] O halde barışın temelinde yer alan insanın özgücünden doğan erdemin Spinoza’nın summum bonum dediği ‘en yüksek iyi’ kavramı olduğunu görüyoruz. ‘En yüksek iyi’nin iki karakteristik özelliği vardır; sahibine üstün neşe verir ve salt sahibinde olmakla kalmaz, durmaksızın iletilir. Çünkü burada betimlenen iyi kendi kendisini iletebilen iyidir ve her uğrağına kesintisiz, üretken, sahici bir neşe verir.[28] Bu iyiye bir örneği de Spinoza kendine amaç edindiği şey üzerinden veriyor:
“… insan zayıflığı kendi düşünceleri ile bu düzene [Doğanın bengi düzeni] erişemezken, gene de kişi kendisininkinden çok daha sağlam bir insan doğası tasarlar, ve aynı zamanda kendisinin böyle bir doğa kazanmaması için hiçbir nedenin olmadığını görür; böylece onu bu eksiksizliğe ulaştırabilecek araçları aramaya götürülür, ve buna ulaşmak için araç olarak hizmet edebilecek her şeyi gerçek bir iyilik olarak adlandırır. Ama en yüksek iyilik başka bireylerle birlikte, eğer olanaklıysa, böyle bir doğaya ulaşmaktır.” [29]
“İşte bu doğrultuda meylettiğim amaç: Böyle bir doğayı ve benimle birlikte birçoklarının kazanmasına çabalamak. Yani diğer birçoklarının anlama yetisi ve arzusu, benim anlama yetim ve arzumla bağdaşsın diye, onların da benim anladığım şeyi anlaması için dikkat sarf etmek, mutluluğuma dahildir. Ve bunu gerçekleştirmek için doğayı böyle bir doğa edinmeye yetecek denli anlamak, hem sonra, mümkün olduğunca çok kişinin en kolay ve güvenli bu doğaya ulaşmasını sağlayacak, arzu edilesi bir toplum tesis etmek zorunludur.” [30]
Öyleyse bu iyi mahiyeti bilgi olan bir iyidir. Bununla birlikte her insan için bir imkân iken ona sahip olan için bir zorunluluk olarak tasarlanıyor demektir. Böyle bir iyinin olup olmadığı sorununa dair ise Spinoza’nın amacı oldukça ikna edici. O halde diyebiliriz ki söz edilen ‘arzu edilesi toplumun’ hamurunda bu iyi, dolayısıyla bilgi var. Geriye arzu edilesi toplumu kurmak kalıyor, bu da -anladığımız kadarıyla- gösterilen çabaya bağlı bir şey.
Dipnotlar
* Son Ankara patlamasında kaybettiğimiz 35 yurttaşın anısına…
[2] Sırasıyla; Ethica, 2. Kitap, Önerme 11, 12, 13 ve Önerme Notu.
[3] Ethica, 2. Kitap, Önerme 17 ve Kanıtlama ve Önerme Notu
[4] Ethica, 2. Kitap, Önerme 25, 26.
[5] Srasıyla; Ethica, 2. Kitap, Önerme 28.
[6] Sırasıyla; Ethica, 2. Kitap, Önerme 40 ve Önerme Notu 2.
[7] Sırasıyla; Ethica, 2. Kitap, Önerme 37,38, 40, Önerme Notu 1.
[8] Ethica, 2. Kitap, Önerme 34.
[9] Sırasıyla; Ethica, 2. Kitap, Önerme 41, Önerme 43 ve Önerme Notu.
[10] Sırasıyla; Ethica, 2. Kitap, Önerme 35, Önerme Notu, Önerme 42.
[11] Ethica 35. Önerme, Önerme Notu.
[12] Ethica, 2. Kitap, Önerme 40, Önerme Notu 2.
[13] Gözkân, Bülent, “Spinoza’nın Üçüncü tür Bilgi Anlayışı ve Kant’ın Eleştirisi”.
[14] Sırasıyla Ethica, 2. Kitap, Önerme 44, Önerme Sonucu 1, 2, 5. Kitap, Önerme 29, Önerme Notu.
[15] Ethica, 2. Kitap, Önerme 47, Önerme Notu.
[16] Ethica, 5. Kitap, Önerme 28.
[17] Terimlerin Türkçe karşılıkları hakkında çetin tartışmalar söz konusudur. ‘Yaratan Doğa’ ve ‘Yaratılan Doğa’ en çok karşı çıkılanıdır zira Spinoza’nın felsefesinde yaratma gibi bir edimden söz edilemez. Bundan başka ‘Doğalaştıran Doğa’ ve ‘Doğalaştırılan Doğa’ ya da ‘Etken Doğa’ ‘Edilgen Doğa’ gibi kullanımlar da vardır. Ancak bizim buradaki tercihimiz ‘Doğalayan Doğa’ ve ‘Doğalanan Doğa’. Zira Natura sözcüğü ile Nasci sözcüğü Latincede akrabadır. Biri ‘Doğa’, diğeri ‘Doğmak’ anlamına gelir. Türkçedeki Doğa ve Doğmak da akrabadır. Ancak Doğan ya da Doğuran gibi ifadeler kullanmak fazla abes olurdu. Zaten orijinal kullanımı da böyle değil. Doğalaştıran ve Doğalaştırılan ifadesi ise –en azından bize- Doğa’nın ‘Doğalaşmadan’ öncesi gibi bir durumu çağrıştırıyor. Bunun için şimdi biz de Doğalayan ve Doğalanan’ı tercih ediyoruz. Daha iyisi ile karşılaşınca tercihimizin değişmesi muhtemeldir. Fakat şimdi orijinal kullanıma da en yakın olanı bu.
[18] Sırasıyla; Ethica, 1. Kitap, Önerme 29, Önerme Notu, Önerme 28, Kanıtlama.
[19] Ethica, 1. Kitap, Tanım 6.
[20] Sırasıyla; Ethica, 2. Kitap, Önerme 43’ün Notu, Önerme 7, Önerme Sonucu ve Önerme Notu, Önerme 32, 35, 47.
[21] Bkz. conatus, dipnot 22.
[22] Sırasıyla; Ethica, 1. Kitap, Tanım 4, Önerme 9, 16, 17.
[23] Ethica 1. Kitap, önerme 27, 30.
[24] Ethica 1. Kitap, Önerme 15, Önerme Notu.
[25] Ethica, 3. Kitap, Önerme 7.
[26] Eksen, Gaye Çankaya “Spinoza’da Fortitudo ve Barış Üzerine”.
[27] Ethica, 3. Kitap, Önerme 59, Önerme Notu.
[28] Canaslan, Eylem “Proto-demokratik Bir Perspektiften Felsefi Pedagoji ya da Anlama Yetisinin Düzeltilmesi,
[29] İnsan Anlağının İyileştirilmesi Üzerine, Çev. Aziz Yardımlı, Söylem İnceleme Monadoloji kitabında sf 60, İdea Yay., İstanbul, 2014.
[30] Eylem Canaslan’ın “Proto-demokratik bir Perspektiften Felsefi Pedagoji ya da Anlama Yetisinin Düzeltilmesi” makalesi üzerinden eriştiğimiz, yakında yayınlanacak olan Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme, çev. Emine Ayhan, Dost Kitabevi Yayınları.