“Ne insan her şeyini
Terk etmeyi göze alacak
Bir sevgili bulabiliyor,” diyor
Gülerek,
“Ne de artık trenler var,
Altına kendini atacak…
Belki trenler olmadığı için
Sevgili de bulamıyor insan…”
Dinliyorum telefonda
Arkada bir sürü başka
Ses içinde
Belli belirsiz kendisi olan
Sesi…
“Mektup yazmayıp
Telefon ettiği için olacak,”
Diyorum ben de,
“Kimse gerçekten âşık olup
Olmadığını da bilmiyor
Belki de…”
Sevgili dostum,
Güven Turan’ın şiirini yıllar sonra tekrar anımsayınca sana bir mektup yazmak istedim. Şiirin fotoğrafını da eklediğim bir eposta gönderebilirdim. Beni dinlemediğini sanacağım endişesiyle sürekli araya girerek düşüncelerimi böleceğin bir kısa mesaj zinciri başlatabilirdim. Tercihimi mektuptan yana kullanmamı yadırgayacağını tahmin ediyorum. Kim bilir kaç zaman önce son kez mektup aldın birinden. Onun da aşk mektubu olma ihtimalini hayli yüksek görüyorum açıkçası.
Senin için de öyle midir bilmiyorum; mektup dendiğinde aklıma Marx’ın Jenny’ye, Kafka’nın Milena’ya, Pessoa’nın Ophélia’ya yazdıkları gelirdi hep. Erkeklerin soyadlı kadınların soyadsız olması dikkatini çekmiştir. Ünlü adamdan ünlü olmayan kadına mektuplar söz konusuysa aşka dair olmalıydı elbette. Halbuki “aşk mektupları”nın bile çoğunda gündelik hayatın meseleleri, hayaller, planlar, ekonomik sıkıntılar, çatışmalar, dedikodular peşini bırakmaz büyük yazarların. Başlarda bu durumu sevgililerinin onlar kadar entelektüel olmayabileceğiyle, benzer konulara dair paylaşabileceklerinin azlığıyla alâkalı sanıyordum. Örneğin Pessoa sürekli yakınan, hayli mızmız ve sıkıcı biri gibi görünüyordu mektuplarında. Kendi de bir şiirinde “bütün aşk mektupları”nı gülünç bulduğunu açık yüreklilikle ifade eder. Aslında hayatında hiç bu çeşit mektuplar yazmayanların gülünç olduğunu da belirterek taşı gediğine koyar sonra.
Varsayımım doğruysa entelektüel çiftlerin mektuplaşmalarının farklı bir düzey ve içerik kazandığını beklemem gerekirdi. Velhasıl ikisi de soyadlı Bachmann ve Celan’ın mektuplarında da “haberleşme” ihtiyacının daha ön planda olduğunu görüyorum. Yer yer yoğunlaşmalarına rağmen gelme, gelememe, buluşma, buluşamama endişesi çoğuna hâkim yazdıklarının. Yerel bir izdüşümü olarak Leylâ Erbil ve Ahmed Arif’in ilişkisi ile kıyaslayabilir miyiz sence? Hatırlarsın, Ahmed Arif’in mektupları Leylim Leylim adıyla yayımlandığında çok dikkat çekmiş, bir süre gündemde de kalmıştı. Ahmed Arif o sıralar başı gerçekten dertte bir adam olarak yazmasına rağmen tutku dolu satırlar var mektuplarında. Leylâ Erbil’in Mektup Aşkları romanının bir kısmına ilham verdiklerine şüphem yok. Tamamen mektuplarla kurgulanmış bir romandı ama hepsini sıradan mektuplar saymak da mümkün değildi. Aslında kimi şiir, kimi öykü, kimi denemeydi bu mektupların. Çoğu aşka olduğu kadar aynı zamanda insanı kuşatan hayata dairdi. O dönemin hayatında mektupların, el yazısının ne kadar önemli yer kapladığını göstermesiyle de beni şaşırtan bir romandı. Daha evvel Enis Batur’un Gönderen’de konuyu kağıdından, kaleminden, puluna, posta memuruna kadar farklı açılardan ele alan 80 denemesi ile kuşatmasına şahit olmuştum oysa. Anlatmak ve hissettirmek bakımından kurguyu denemeye göre daha güçlü bulduğumu bilirsin. Bu da bir örneği sanırım.
Aşk mektuplarını bir kenara bırakacak olursak yakınlarda tekrar yayımlanmış bir başka kitaptan söz etmek isterim. Adı Bâkî Muhabbet. Ömer Koç’un koleksiyonundan seçilmiş, eski yazı 99 mektup içeriyor. Namık Kemal’den Ali Ekrem Bolayır’a, Hamdullah Suphi Tanrıöver’den Reşid Saffet Atabinen’e, Ahmed Haşim’den, Abdülhak Şinasi’ye, Nahid Sırrı Örik’ten Yaşar Nabi Nayır’a, Reşad Ekrem Koçu’dan Fahrettin Kerim Gökay’a çeşitli konularda yazılmış mektuplar. Kimi bir tanıdıktan haber iletiyor, kimi borçlarını gerekçe göstererek alacağını talep ediyor, kimi iş teklif ediyor, kimi hastalığından, kimi de gelecek planlarından söz ediyor. Öte yandan hepsi birlikte alelade konuların dahi kalıcı bir mektubun parçası olabileceğini gösteriyorlar. İsimlerin ünlü olmasının önemi yok bence. Keşke herkese babasından, dedesinden, anneannesinden bunlara benzer mektuplar kalabilse. Farklı bir tanışıklığın imkânı doğsa.
Farkındayım, sözü uzatıyorum ama bitirmeden haberdar olmanı istediğim bir kitap daha var. John Steinbeck’in mektuplarından bir seçkinin çevirisi de Mektuplarda Bir Yaşam adıyla yayımlanalı birkaç ay oluyor. Bu mektuplar sayesinde insanın her halini en güzel anlatanlardan biri olan Steinbeck’in çeşitli hallerine tanık olmak mümkün. Bir kütüphanede incelemeye başladığı el yazmalarına dair bilgileri paylaşırken yaşadığı sevinci de, aldığı para ödülünü paylaşma konusunda menajerini ikna edebilmek için takındığı sözde otoriter tavrı da, yakın arkadaşının ölümünden sonra yalnızlığıyla başa çıkma çabasını da, sevgilisiyle tekrar barışırken geçmişe dair pişmanlıklarını da tüm canlılığıyla yansıtıyor mektuplarına. Romanlarındaki karakterlere ilham veren insanların yakın çevresinde bulunduğunu ve yazdıklarına sinen insaniyetin bu ilişkilerle bir etkileşim içinde olduğunu düşündürtüyor.
Gördüğün gibi mektuplar mazide kalmış koleksiyonluk kağıt parçaları değiller. Onları bu hale biz getiriyoruz. İnsanın dostuna, insanın insana mektup yazmasının garipsendiği zamanlarda yetiştik. Adı enformasyon, yani haberleşme olan bu çağa yakıştırılamayan şey oldu mektup. Neredeyse yalnızca mahkûmlar mektup yazıyor bugün. Şiire göre mahkûmlar mektup yazdıkları için gerçekten âşık olup olmadıklarını da biliyorlar başka pek çok şeyi bildikleri gibi. Ya biz? Mektup yazmadığımızdan beri bilmediklerimizin aşktan ibaret olduğundan ne kadar emin olabiliriz sence? Yanıtını bir mektupla iletmeni bekliyorum.
Hoşça kal.