Ana Sayfa Dergi Sayıları 186. Sayı Huzursuzluk arayışı

Huzursuzluk arayışı

478
0

Televizyon için hazırlanmış bir edebiyat programında Doğan Hızlan’ın karşısında konuk olarak Cemal Süreya oturuyor. Doğan Hızlan girişte seyirciye tanıtmak için biyografisini sunuyor şairin. Doğum yılı, siyasal bilgiler fakültesi mezuniyeti, emekliliği hak edecek kadar uzun sürmüş yüksek bürokratlık, Yeditepe Şiir Armağanı ve TDK ödülü, Papirüs dergisini yönetmiş olmak, şairlik yanında yazarlık, denemecilik uğraşı… Söz sırası kendisine geçtiğinde, “Baştan alalım” dedikten sonra çarpıcı bir özet sunuyor Cemal Süreya: “1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur. Biyografim bu kadar.” Doğan Hızlan’ın deyimiyle “kendi ağzından resmi biyografisi” bu kadar Cemal Süreya’nın. Stendhal, Balzac, Tolstoy değil de Dostoyevski’nin adını anmasının bir önemi vardır elbet ama öncesinde huzurunu kaçıramamış hangi yazarlarla karşılaştığını bilemiyoruz. Dostoyevski derken hangi roman canlanıyordu acaba zihninde? 1944’te karşılaştığı hangisiydi? Ölüler Evinin Hatıraları mı, Yoksullar mı, Karamazovlar mı, yoksa Budala mı? Belki de Suç ve Ceza, ama onun Türkçede ilk basım tarihi 1945 görünüyor. Hafızası Süreya’yı yanıltmış olabilir mi? Bir kaynakta Karamazovlar’dan çok etkilendiği belirtiliyor ama kendisi özellikle onu anmadığına göre, hepsini veya birkaçını art arda okumuş mudur? Annesini 6 yaşında kaybetmiş 13’ünde bir çocuk, kendisinde bu kadar yer edecek ne yaşamış olabilir bu metinleri okurken? Bir kısa yazıyla atıp tutarak altından kalkamayacağımız şüpheci hafiye sorularını bir tarafa bırakalım. Bazı yanıtları da edebiyat tarihçisi bulsun Orhan Veli’nin dediği gibi.

Etraflı bilgi ve somut kanıtlar olmadığına göre bu kısa ama geniş otobiyografinin anlamına dair ben de tahmin yürütebilirim. Sıradan bir okuma deneyimi değil söz konusu olan. Cemal Süreya çocuk yaşında Dostoyevski ile karşılaşmasını bence okurluğunun miladı kabul ediyor. Bugün bize ne kadar şaşırtıcı görünse de o dönemin okur çocuklarının hayli erken büyüdüğünü göz önünde bulundurmalıyız.

“9 yaşında okumaya,

10 yaşında yazmaya merak sardım.

13’te Oktay Rifat’ı,

16’da Melih Cevdet’i tanıdım.”

Orhan Veli de böyle bahsetmiyor mu kendi hayatının aynı yaşlara denk gelen döneminden. Özellikle taşrada büyümüş pek çok yazarın çocukluk anılarında 10-15 yaş arası okumalarının önemli bir yer kapladığını fark etmek zor değil. Okurluğun bu anlamda başlangıcı, düşünmenin, konuşmanın, yazmanın da başlangıcı sayılır. Süreya’nın okurluğuyla birlikte iflah olmaz huzursuzluğunun da miladını aynı tarih saymasıysa dikkate değer. Okumaya yüklediği anlama işaret ediyor. Sürgünü ve dünya savaşı atmosferini yaşamış bir öksüz çocuk huzursuzluğunun bilincine büyük bir yazarı okuyarak varıyor. Ayrıntıya girmemesine bakacak olursak şairliğini, yazarlığını, yayıncılığını, düşünürlüğünü, mücadelesini bu huzursuzluğa bütünüyle dâhil ediyor.

Süreya için yaşam, Dostoyevski’yi okumakla başlayan engin bir huzursuzluktan ibarettir. Daha başka neler okuduğunu şiirlerinden, yazılarından kestirebiliyoruz az çok. Farkına vardıktan sonra huzursuzluğunun üzerine giderek, onu işleyip dokumak için daha da çok okuyarak, daha çok düşünerek geçirmiştir ömrünü. Bu çabada başat eylem okumaya dair olandır. Romanla başlamış, şiirle devam etmiş, dünyayı, tarihi, insanı, Türkiye’yi okumuştur. Etrafını saran dünyaya pür dikkat bakışı şiirlerinde olduğu kadar 99 Yüz’ün denemelerinde de açıkça görülür.

Her çeşit sanat gibi edebiyatın da eğlence pazarının birer unsuruna dönüştürülmeye çalışıldığı günümüzde bazılarına tuhaf gelebilir. Aslında endüstriyel mutluluk etkinliklerininkinden farklı bir gayesi vardır okuma uğraşının. Sıkı okurun ömrü kendi adına konuştuğunu sandığı, konuşacağını umduğu birilerini tanımaya çalışmakla geçer. Bir aşamada gözünde hoca veya rehber olmaktan çıkar yazarlar onun için. Okur olarak dahi kendi sesinin kimilerininkine çok benzese de asla onlarınkiyle aynı olamayacağını hisseder. Dolayısıyla bir başkasının onun adına konuşması da pek mümkün değildir. Hiçbir yaşam diğeriyle özdeş değildir. Herkesin yaşamı biricikse herkesin sözünün değerli olma imkânı da vardır. Cemal Süreya, Dostoyevski ile karşılaşınca susmaya değil, yazmaya, kendi adına konuşmaya karar vermiştir. Huzursuzluğunu sahiplenmiş, derdini sırtlamış, taşıyabildiğince de taşımıştır.

Bilmek huzursuzluktur bir bakıma. Okumak, anlamaya çalışmaksa huzursuzluğu aramanın başlıca yollarından biridir. Başka bir şairin, İsmet Özel’in tanıklığı da bu yönde değil midir?

“Yalnız arayan bilir acımasını

Aramamak acımamak demektir

Küçümsenecekse

Memnuniyet küçümsenmelidir

Dünyanın dönmekten memnuniyeti

İnsanların utancı dünyaya dönüşmekten”