Işıl Kızılırmak
Arkadaşlar değişiyor, konular çeşitleniyor, ama sohbetlerin sonu hep aynı döngüde bir süredir. Evet, dünyaya bir kere geldik, evet, boz bulanık bir geleceğin kaygısıyla kuşatılmış hissediyoruz. Evet, neşeden payını almak, yarına ferahlıkla bakabilmek, bir diğerine eşit olduğunu bilmek her insanın hakkı olmalı. Serzenişler haklı olsa da neler yaşadığımıza dair hatırlatmalardan bu çağ ile lanetlenmiş insanlığa acımaya doğru ilerleyen sonların yılgınlığına hak vermekte zorlanıyorum. Şu “başımıza gelenler” parantezinin kapanmak bilmeyişini anlamlandıramıyorum sanırım. Sahiden dünyanın yükünü bu çağın insanı çekiyor olabilir mi? 300.000 yıldır buradayız ve diğer türlerin aksine, uzun yolculuğumuzun sonunda “tek”iz. Yalnızca buraya odaklandığımızda dahi, başımıza o zamanlarda da çok fazla şey gelmiş olduğu aşikâr ama düşünmeye devam edelim elbette.
Hatta bu düşünmeyi kuşakları alfabede çınlatmayı pek seven yetişkinlerin bir yandan benmerkezciliklerini, insanlığın ortak değerlerinden uzaklaşmalarını kıyasıya eleştirip diğer yandan geleceğe dair tüm umudu ve o umudu yaratma ödevini omuzlarına bırakıverdiği gençliğin birikimi, dili, kavrayışıyla ilerletirsek neler görürüz acaba? Düşünmeyi sistematik hale getirmek için Engholm ve Björnstjerna’ya, Maymundan İnsana İnsanlık Tarihi’nin sayfalarına dönmeyi seçiyorum ben. Yolculuğun en başına doğru gidelim; kaçtık, kovalandık, yakalandık, avdık. Durum sahiden umutsuz gibi görünüyor, değil mi? Azıcık ileri doğru adımlayalım öyleyse. Ağaçlardan aşağı inip iki ayak üzerinde dikilince, kafamız bize hayli ağır gelmeye başladı – evet, uzun süre bilgisayar ya da telefon kullanınca boynumuza saplanıveren ağrıda izini bulabileceğimiz o ağırlık. Ama kalçamız, kafatasımızın aksine, daraldıkça daraldığından, anne ve bebekler için ölüm riski de arttı. Bazen de başımıza büyük şeyler gelmesine gerek yoktu, başımızın büyüklüğü yeterince büyük bir dertti…
Pandemi, ekonomik krizler, popülist sağ siyasetin tüm dünyada yükselişi ve diğerleri kadar yüksek sesli yankı bulamayan soykırımları, işgaller… Saya saya bir elin parmağından öteye gidilemeyen ve açık ki hepsi birbiriyle ilişkili bu “başımıza gelenler” listelerinin geleceğini bir ayna gibi berrak görmek isteyen insanın umutsuzluğa sürüklemesinde şaşırtıcı olan bir şey yok ama devam edelim sormaya, kitap rehberliğinde düşünmeye. Açtık, değişen bedenimizin gereksinimlerine ayak uydurmaya çalışıyorduk, yaşam kaynaklarını tespit etmek kolay değildi. Sayımız da çok değildi, Engholm’ün özetiyle, 150.000 yıl önce yeryüzündeki sayımız, bugünkü Stockholm’ün nüfusu kadardı. Durum hâlâ pek umutlu değil gibi… Ama anlamı o gün bilinmese de işbirliği ve dayanışma hayat kurtardı, hayat kurdu – hep öyle olur. Yaratıcılık da kaynağı atölyelerde aranan, “kendine özgü”lüğü kutsanan bir şey değilken henüz, korunma, bakım, yemek ihtiyacına birlikte yanıt üretmenin; aletler yapmanın, kendini ifade yolları geliştirmenin, keşfetmesiyle, uygarlıklar kurmanın; yaşamı yeşertmenin aracıydı. Yalnızca öykülerimizin sabit mekânı olmakla kalmayıp bize bir gelecek fikri, tarih kurgusu da armağan eden yerleşik kültüre geçmek, umutlu bir durak gibi görünse de oraya adımlayana dek başımıza gelmeyen kalmadı aslında. Hoş, sonrasında da dikensiz gül bahçelerinde gezinmedi insanlık. Yaşım engel olmaya çalışsa da “boomer” yaftam bana az öteden göz kırparken, dünyanın bir ucundaki kasabanın haritasına birkaç tuşla erişebilen insanın -haklı ama abartılı- umutsuzluğunu, tarihin bir yerlerinde, zihninde nehrin ve nehir kıyısındaki aslan yataklarının haritasını oluşturmaya çabalayan insanın -o zaman adını koyamamış olsa da- büyük bir sorunun üstesinden gelmişliğinin gururuyla birlikte düşünmeye devam ediyorum. Sanırım durum artık biraz daha umutlu görünüyor, beyni iyice gelişen, dili ve hafızası zenginleşmeye başlayan insan için de bizler için de… Sonrasında şimdi yaşadıklarımızın kaynağı gibi görünen bir dolu şeyi de “keşfettik”, anlatı yaratma yeteneğimizi toplumsal hayatı düzenleyen kurallara kudret atamak için kullanmasak daha hoş olabilirdi tabii ama ne gelir elden? Ektik, diktik, didindik ama ekini çitleyince büsbütün değişti işler; devrinin muktedirine pay verdik, sonra yeri geldi vergi, yeri geldi can. O kadarla da kalmadı, topraklar, kıtalar keşfettik, derken insanın insana kulluğunu. Fikirler gelişti, sesler çoğaldı, ama her devirde çıktı kendi sesinin en yüksek çıkmasını isteyen biri. Üstünde kılıçların sallanıp durduğu başlarımıza yine pek iyi şeyler gelmemiş gibi sanırım… Yeni aletler keşfettik, bilimlerin temelini attık, yeryüzünde adımladıkça kültürleri kaynaştırdık, halk devrimleri yaptık. Keşfettiğimiz coğrafyanın halklarını sömürdük, egemenlik adına toplu katliamlar yaptık, beyaz adamın kıyımcı tarihini insanlık tarihi diye pazarladık. Umudu ikinci cümleye geçerken terk etmedik elbet, hepsini biz yaptık, hepsi bir arada oldu bunların. Dili, anlatıyı, işaretleri yarattık, çoğalttık; çok düşündük, çözüm ürettik, hayatta kalmak ve başaran olmak için çabaladık; aradık, bulduk, öğrendik ve sonunda buradayız. Başımıza gelenler diye yakınmayı da düşüncemize yön vermeyi de bu yollarda öğrendik. Yalnızca içinden geçtiğimiz zaman nedeniyle değil, içinden geçtikleri dönem nedeniyle de duygu ve fikirlerini derlemede zorluk çeken genç okurlarla insanlık üzerine düşünmeye eşlik edecek bir kitaptan söz etmek istedim tüm bu sebeplerle.
Maymundan İnsana İnsanlık Tarihi’nin, biyolojik gelişime odaklanan ilk başlıkları evrimi, keşiflerimizin hayatta kalışımıza etkisinden ilk sanat eserlerimizin ardındaki kaynaklara doğru adımlayarak anlatırken, türümüze adının ne zaman verildiği gibi temel sorulara da yakın tarihli çalışmalarının sonuçlarına da değiniyor. Bilişsel devrimin evrime etkisi, beslenme alışkanlıklarımızın dönüşümü, atlastaki rotalarımız, şartlara uyum sağlama biçimlerimiz, Engholm’ün ifadesiyle “evrimin ihanet ettiği diğer hayvanlarla” ilişkilerimiz, diğer insanlarla kurduğumuz diyaloglar, işbirliği deneyimlerimiz, anlatının gücünü keşfimiz, kültürlerarası etkileşimlerimiz, yerleşik hayatla dönüşen bilgimiz, karikatürlerle bezenerek, mizahtan bolca faydalanarak anlatılıyor. Evet, aniden ortaya çıkıveren akrabalar ve dedikodu hep vardı, hatta iklim krizi de! En kötüler, yalnızca bu çağın insanının kapısını çalmıyordu yani… Ancak kitabın bu başlıklarının, üslubun akıcı ritmine rağmen, benzer çalışmalardan farklı okuma deneyimleri sunmadığını düşündüm okurken. Bence kitap, biyolojik gelişmeyi anlamlandırma ve aşina olduğumuz bedensel özelliklerimize kavuştuktan sonra yapıp ettiklerimizi kavramada derinleştirdiği sosyal gelişme bölümlerinde, özetle evrimi devrimden ayırmayışında aralıyor yeni meraklar kapısını. İlk gençlik çağı okurları için, yeni seslerin duyulduğu başlıklar buralar. Ekip biçmeyi öğrenen insanın ortaya çıkardıklarından sonrasına bakarken, mülkiyetin, dinin, sınıfın, iktidarın anlamlarına dair -en azından bayır aşağı en gerilere doğru koşan müfredatlara dayalı örgün eğitim sistemlerine dahil öğrenciler için- hayli eleştirel bakışlar sunuyor. Genç okurların evrimle, bilimle düşünmesi için alanlar açmak çok önemli ama bilginin, bilimin iktidarla ilişkisini kuramayan anlatıların geniş hacimli düşünme ve tartışma pratikleri sunmada yetersiz kalacağını da eklemek gerek. Kitabın bu ilişkiyi, hayli mizahi bir dille, okurunun gündelik deneyimlerine, kültürel birikimlerine seslenerek kurduğunu düşünüyorum.
İcat etti, keşfetti, düşündü, yaratıcılığını konuşturdu; kurdu, bozdu, yeniden, yeniden ve yeniden denedi, bazen de kendisine dayatılanı reddetti ve bir yenisini inşa etti insan. Neler neler gelmiş başları taşlara vurmaktan ve genç insanlara geleceklerini aydınlatmak için kendi dünyalarına kapanıp çok çalışmalarını öğütleyerek umutsuzluk yaymaktan farklı yolları da vardır belki. Olamaz mı? Olabilir.
-Maymundan İnsana İnsanlık Tarihi, Bengt-Erik Engholm. Resimleyen: Jonna Björnstjerna. Dinozor Genç. 2025. 176 sayfa.







