Türkiye solunun tarihini yazmak ya da Türkiye solunun tarihi üzerine yazmak… Hem çok işlenen hem de halen çok eksik bir alan. Çok şeyi eksik, çok şeyimiz…
Gerçekten kütüphanelerimizde ne çok sol tarih kitabı var ve herhalde yine de hepimiz aynı eksikliği paylaşıyoruz. Çünkü bu bizim tarihimiz ve bunu önemsiyoruz. İstiyoruz ki her şeyi bilelim, her çıkanı alalım ama hep bir eksiklik duygusu taşıyoruz. Tamamlanması mümkün mü? Değil elbette. Çünkü daha çok yürüyecek yolumuz var. Ve tarih en çok bugün ve yarın için lazım hepimize.
Her kitaptan ve elbette her sol tarih kitabından kapağını kapattığımızda aklımızda bir şeyler kalır. Aforizmalar, saptamalar, yanlışlar ve elbette doğrular… Bu yazıda sözünü edeceğim kitap, Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar, kapağını kapattığımda bende en çok umut bıraktı.
Çünkü Aydemir Güler’in konusu tarih olsa da derdi gelecekle:
“Geleceğimizde solun ciddi bir yer tutabileceğini düşünmeyenler, geçmişte ister istemez solun geleceksizliğinin izlerini keşfediyorlar (…) belirli ve düzgün bir gelecek kurgusuna sahip olduğumuz ölçüde, (…) geçmişi daha tutarlı kurabileceğimizi, daha dürüst davranabileceğimizi, bir takım verileri abartmak veya üstlerini örtmek ihtiyacı hissetmeyeceğimizi, olguları daha gerçek haliyle anlayabileceğimizi umut ediyorum.”
Her anlatım bir soyutlamadır. Soyutlama bilimin bir yöntemi. Ama her zaman, her soyutlama bilimsel olmuyor. Konumuzla kısıtlı tutarsak, solun tarihi üzerine yapılan çalışmaların çoğunda konunun gerçekliğinden ya da bütünlüğünden soyutlandığını görüyoruz. Ya yazar kendi öznelliğini sanki yokmuş gibi yaparken aslında gözümüze sokuyor, ya da elinde kalem değil de makasla girişiyor işe… Ortaya genellikle okuyanın da öznel olduğunu anladığı bir parça çıkıyor, bir tarih parçası, ama üzülerek söylemeliyim, çoğu kez yazarın bile farkında olduğu bir eksiklik duygusundan kurtulamıyorsunuz kitapları kapattığınızda.
Aydemir Güler konuyu ele alışındaki öznel yanı hiç saklamıyor, hatta önemli bir bölüm ayırıyor bu öznelliği tarife ve bu öznelliğin en önemli özelliği olarak kolektif olmasının altını çiziyor. Gerisi doğru yöntem konusudur. Güler onu da soyut, konudan bağımsız ele almayı reddediyor: “Olgulardan ve tartışmalardan bir yöntem süzmek…”
Bu süzme elbette teorik bir işlemdir, öyle olmalıdır, Güler’e göre: “Teorinin kendi kuralları, meşruiyet kaynakları olmak durumundadır. Belirli bir tarih dilimine yaklaşımın yöntemi, ele alınan olgular toplamıyla başlayıp bitmeyen bir teoriye dayandırılmalıdır.”
Peki, bu teorik yöntem, duygudan yani insandan ayrı olarak ele alınabilir mi? Güler’in buna yanıtını burada vermeye çalışmayacağım. Çünkü aksi takdirde sizlerin kitabın en güzel bölümlerinden birisini heyecansız okumanıza neden olabilirim, ki bunu hiç istemiyorum. Ancak şu kadarını söyleyeyim, bu bölümün başlığı “Yöntem olarak sevmek”.
Yöntem konusuna bir özel bir bölüm ayrıldığı halde, olgulardan ve tartışmalardan süzülmeye çalışılan bu yöntem kitabın diğer bölümlerinde de sürekli gündemde tutuluyor. Bu ve başka konularda gerektiğinde tekrarlardan kaçınmamayı bir sunuş yöntemi olarak tercih ettiğini daha baştan söylüyor yazar bize zaten. Böylece kitabın tamamı bir yöntem tartışması olarak da okunabilir.
Üç insan, üç dönem…
Konunun kendisine gelirsek, Güler burada da çok açık oynuyor. Konusunun sınırlarını daha baştan, açık olarak ve gerekçeleriyle koyuyor. Kitabın ana konusu “geleneksel sol” diye tanımlayabileceğimiz alandır. Diğerleri bu konuya etkileri ölçüsünde giriyor kadraja.
Güler sol tarihten üç bölmeyi, üç lider ile anılabilecek üç bölmeyi seçiyor, çalışmasının ana ekseni olarak: Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü ve Behice Boran isimleriyle anılan bu dönemler de bir kavram çifti yardımıyla inceleniyor, atılım ve restorasyon:
“Sol tarihimiz, siyasi iktidar perspektifinin küllendiği, hareketin donuklaştığı dönemlerle atılım dönemlerinin birbirini izlemesinden oluşuyor. Suphi yani 1920 Bakû TKP’si ve Boran yani 1960’ların TİP’i iki Atılımdır. Bunları önceki periyotların donuk ortalamacılığına geri dönülen, iktidar perspektifsizliğinin “restore” edildiği dönemler takip etmiştir.”
Bu üç lider aynı zamanda, “genel hatlarıyla solun kalıcılaşan, nesnelleşen kimlik özellikleriyle özdeşleşmiş isimlerdir. Mustafa Suphi yurtseverliğin, Şefik Hüsnü parti önceliğinin, Behice Boran sosyalizm vurgusunun maya tutmasında ihmal edilemez katkılarıyla anılmalıdırlar”, diyor Güler.
Ama bu üç dönem bir süreklilik göstermiyor, “söz konusu tarihin temel karakteri süreklilik değil kesintililiktir”.
Öyleyse bu kesintili süreci nasıl sahipleneceğiz?
Yazarın yanıtı çok açık ve net: “Bu hatalar bizim hatalarımızdır. Başarılar bizim kazanımlarımızdır.” Ve bunun dışındaki tutumların zararını faydasından çok görüyor: “Solun geneli, sahiplenmek ve eleştirmeyi bir test sorusunun birbirini dıştalayan yanıtları olarak görüyor. Sahiplendiğini baş tacı yapacaksın; eleştirdin mi, yerin dibine batıracaksın. Kişisel üslup düzeyinde vurguları kuvvetlendirerek akıl açıcı olabilir bu eğilim. Ancak söz konusu ‘bizim tarihimiz’ olunca yararından çok zararı olacağını söyleyebiliriz. Olmuştur ve olmaya devam etmektedir…”
Güler sahiplenmek için yazıyor, sahiplenmek için eleştiriyor. Ve ortaya gerçekten bizim sayıyorsak, tarihimize bir bakış çıkıyor. Suphi ile doğuşu, Hüsnü ile arayışı ve Boran ile açılımı tartışıyor, aktarıyor, eleştiriyor. Ve sık sık soruyor : Değer mi? Suphilerin ölümü göze alıp yurda dönmeleri için de, Hüsnü ve arkadaşlarının sürekli aramaları ve partide ısrar etmeleri için de aynı yanıtı veriyor: Değer. Şartlar ne olursa olsun mücadeleye değiyor. Tarihe mal olmanın altında bu inat yatıyor.
Kitabın içeriğinin tümüne değinmek bu tanıtım yazısının sınırlarını aşıyor. Merak çekecek bazı bölüm başlıklarını anmak belki bu eksiği biraz kapatacaktır: “Mustafa Suphi Rivayetleri”, “Şefik Hüsnü Rivayetleri”, “68 Kopuşu mu?”, “73 Atılımı mı?” ilk elde altı çizilebilecek başlıklar. Güler ele aldığı tarihi 80‘lere kadar getiriyor.
Sonrası için ise asıl olarak içinde yer aldığı, sorumluluk üstlendiği ve üstlenmeye devam ettiği Gelenek-TKP çizgisinin altını özel olarak çiziyor Güler, burada daha yapacak çok şey olduğunu söylemekle birlikte alınan yolun önemine işaret ediyor. Son 30 sene için şöyle diyor:
“Sivil toplumculuk partili mücadele ilkesini silseydi; ulusalcılıkla el ele verip sınıf eksenini siyasetten dışlayabilseydi; Kürt etkisi demokrasicilikten başka bir seçeneğe şans tanımasaydı… Türkiye’de solculuk genetik mühendisliğine kurban gitmiş mi olacaktı? Türkiye’de sol, anti-emperyalist, partili, sosyalizm hedefli karakterini yitirir ve başka bir şey haline gelir miydi?
Bu cephede kavga otuz yıl sürdü. Son olarak AKP’li yıllarda saldırının ne denli şiddetlendiğini biliyoruz. Bu kavgada solculuk direnmiştir ve kanımca badireyi atlatmıştır. Gerçekten de doksan yılın bütününün sağladığı birikime bağlayabileceğimiz solculuk, bugün Türkiye siyaset sahnesinde kendine ait bir kulvara sahiptir. Sol, yedeklenememiştir.”
Ve “tarihimiz (…) çok değerli. Tarihimiz (…) aşılmaya muhtaç. Aşmak için ise daha yapacak çok şey var.” diye bitiriyor, Güler.
Önümüzdeki dönemde çok tartışılacağını düşündüğüm bu kitabın Türkiye sol tarihinin ele alınışına gerçek bir katı olduğu ise bence tartışılmaz kalacak. Elbette son kararı ancak okuyanlar verebilecek.
Aydemir Güler, Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar, Yazılama Yayınevi, Ekim 2010.
Oğuz Kavala