Ana Sayfa Dergi Sayıları 120. Sayı Türkiye’de kentsel dönüşümün hikayesi: Dizginsiz talan, ölçüsüz rant, Allahlık kapitalizm

Türkiye’de kentsel dönüşümün hikayesi: Dizginsiz talan, ölçüsüz rant, Allahlık kapitalizm

580
0

Öncekilerin yapamayıp AKP’nin başardığı şey, uluslararası sermayenin taleplerine uygun bir hukuksal ve idari dönüşüm gerçekleştirmektir. Kentsel dönüşüm devletin dönüşümüyle iç içe gelişmiştir bir bakıma. Yani yaşanan bir kentsel dönüşüm değildir aslında. Topyekûn bir ekonomik, toplumsal, siyasi ve hukuki dönüşümün mekâna yansımasıdır.

Kentsel dönüşüm Türkiye’nin önemli bir meselesi. Nereye baksanız bir toplu konut projesi, yükselen dev binalar, alışveriş merkezleri ve tabi çılgın projeler görüyorsunuz. Gezi’yle başlayan Haziran direnişi kentin nasıl talan edildiğine yeniden dikkat çekmişti. Geçtiğimiz günlerde de yolsuzluk operasyonlarıyla bu konu başka bir boyutuyla yine gündeme geldi. Biz de TMMOB Mimarlar Odası’ndan Mücella Yapıcı’yla söyleşerek kentsel dönüşümün Türkiye’de nasıl başlayıp bugünlere geldiğini hatırlayalım dedik.

Türkiye modernleşmesini gecikerek ama sıçramalı, hızlı ve çarpık biçimde yaşayan bir ülke. Kentlerin de bu süreç içinde doğal olarak yaşadığı bir değişim var. Bugün çokça tartışılan kentsel dönüşümü bu doğal değişim sürecinden ayıran ne?

Biliyorsunuz, çağdaş anlamda kentler kapitalizmin eseridir, modern kentleri sanayi devriminden sonra üretim ilişkileri belirlemiştir. Kentlerin gelişimi ise doğaldır ki çok bileşenli bir süreçtir, yani sadece bir etkene bağlayamazsınız. Ama üretim-tüketim ilişkileriyle ve sermaye birikim süreçleriyle doğrudan bir ilişkisi var. Tabi ki her kent gelişir. Kendi doğasındaki bir sürü bileşene bağlı olarak, yürütülen ekonomik sosyal politikalara göre, göçler gibi coğrafi yönleri de olan etkenlere bağlı değişimler yaşar. Ama bu dönüşüm değildir. Son dönemde kentsel dönüşüm dediğimiz sürecin ortaya çıkması, tüm bu etkenlerin ötesinde, temelde dünyadaki üretim ilişkilerinin değişmesine bağlı gelişmiştir. Sanayi devriminden bu yana hiçbir zaman bu kadar mekâna dayalı bir dönüşüm yaşamadı kapitalizm. Onun için kentlerin şu anda tartıştığımız dönüşümünü doğal gelişim süreçleriyle hiçbir şekilde karıştırmamak lazım.

Neden bu dönemde yaşandı bu mekânsal dönüşüm?

1970’lerden sonra başlayan ve SSCB’nin çökmesiyle tek kutuplu dünyaya geçilmesinin ardından hızlanan bir sürecin sonucunda, küresel sermaye artık herhangi bir engel tanımadan bütün dünyada büyük bir hızla gezinebilir hale geldi. Zaman ve mekân engellerini tanımaz oldu. Bilgi toplumu, iletişim toplumu dediğimiz şeylerin doğuşu da bu temeldedir. Ve bu noktada emek gücünün sanayideki girdisinin maliyetlerini düşürmek üzere, kentlerdeki üretim alanları ucuz işgücünün olduğu coğrafyalara kaydırıldı. Bu hem tek tek ülkelerin sınırları içinde, hem de daha önemlisi, dünya çapında yaşandı ve eskinin üretim ilişkilerine bağlı kentlerin biçimini değiştirdi.

İlginçtir, nasıl sanayi devriminden sonra kapitalist kentlerin kaynağı İngiltere ise, bu kentsel dönüşümün kaynağı da İngiltere oldu. Küresel sermaye üretim alanlarını ucuz işgücünün olduğu coğrafyalara kaydırdığı zaman, birdenbire kentlerdeki bir sürü fabrika alanı ve ona bağlı yerleşmeler boşaldı, işlevini yitirdi. Kentlerin merkezine yakın, boş, kullanılmayan bir takım alanlar ortaya çıktı. Bu alanların nasıl değerlendirileceği, kentlerin nasıl bir yeni işlev kazanacağı meselesi doğdu böylece.

Kapitalizm krizlerini yöneterek ilerliyor. Bu defa krizini mekân üzerinden aşmaya yöneldi. Bunun fikir babası Milton Friedman sayılabilir, “2000’lerin trendleri” üzerine yazdıklarıyla neoliberalizmin manifestosunu oluşturdu bir bakıma. Mekâna dayanan bu çözümde, üretim ilişkilerinin belirlediği kentler artık tüketim ilişkilerinin örgütlendiği alanlar haline geldi.

Dünya sanki ikiye yarıldı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin kentleri esas kararların alındığı, üretimin planlamasının yapıldığı, sanayinin Ar-Ge’si diyebileceğimiz faaliyetlerin örgütlendiği merkezler oldu. Öte tarafta da sanayi üretimi dünyanın bazı bölgelerinde toplanırken, az gelişmiş ülkelerin kentleri, özellikle de yeni gelişen metropoller ve megapoller çok ciddi pazarlar haline geldi. Tüketimin örgütlendiği, emlak sermayesinin finans sermayesi köpüğünü yeniden ve yeniden ürettiği alanlar olarak işlev kazandı. Bu şehircilik, planlamada kendi teorisini yarattı.

70’lerle başlayan bu yeniden yapılanmada kentlere çok ciddi ekonomik ve sosyal bir takım roller biçildi. İngiltere’de bunu rejenerasyon, yani yeniden canlandırma olarak adlandırdılar ama bizdeki ise tam bir transformasyon, dönüşüm oldu. Bunu en iyi İstanbul üzerinden gözleyebiliriz.

1980’e doğru İstanbul’u Beyrut’la yarıştırma sözleri dolanmaya başlamıştı zaten. Ama o günün Beyrut’u tabi; Ortadoğu’nun eğlence ve finans merkezi durumundaki Beyrut. Ancak 80 öncesinde, diğer neoliberal ekonomi politikaları gibi bunu da uygulamaları mümkün değildi. Zaten darbe de bu politikaların yolunun düzlenmesi için yapılmıştı aslında.

24 Ocak kararlarından bahsediyorsunuz…

Tabi, çok bilinçlidir 1980 darbesi. Kısmen Sovyetler Birliği’nin varlığıyla belirlenen refah toplumunda işçi hakları, bazı temel insan hakları gibi, çevre ve mekânla ilgili haklar da anayasalara girmiş durumdaydı. Bizim anayasamızda örneğin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı dahi yer almıştır. Her zaman olduğu gibi, o görece demokratik ortamın ortadan kalkması, sesin çıkmaması gerekiyordu ki bazı kanunlar yerleştirilebilsin. 80 darbesinin hemen ardından, turizmi teşvik yasası, orman yasası, kıyı yasası gibi doğrudan mekânın kullanımını etkileyen önemli yasalar yapıldı. Anayasanın 15. maddesiyle bunlar, hakkında dava açılamayacak yasalar haline getirildi. Bugün Gökkafes, Park Otel gibi ucubeler bu 12 Eylül hukukunun koruduğu yerlerdir.

Sonra Özal’la birlikte devletin yeniden yapılandırılması geldi. Devlet sosyal görevlerinden soyundu, bu işleri cemaatlere bıraktı, sivil toplum diye bir şey çıktı ve devletin merkezi planlama işlevi ortadan kalkmaya başladı. Oysa bizim cumhuriyet döneminden alışkın olduğumuz planlama şöyleydi: Ülkenin bir stratejik ekonomik planı yapılırdı. Devlet Planlama Teşkilatı beş yıllık kalkınma planlarını yaparken bütün kurumlardan görüş alırdı. Sonra ülke için hazırlanmış kalkınma planından bölge planlarına inilirdi. Bölge planlarından da varsa kentlerin büyük ölçekteki planlarına, sonra mekâna dair planlara… Bu da sosyal refah devletinden kalma bir yaklaşımdır.

Bütün bunlar yok edilirken, 90’larda yönetişim gibi kavramları duymaya başladık. 95’te Habitat konferanslarında ilk defa Türkiye için governance/yönetişimi kavramı dillendirildi. Yani artık devlet hem üretimden, hem ticaretten, hem bu tür planlama işlerinden elini çeksin. Bunun yerine kamu, özel sektör ve sivil toplumdan oluşan üçlü bir yönetişim oluşturulsun. Böylelikle merkezden planlanan, görece dengeli bir kalkınmanın yerine, her kentin diğeriyle rekabet halinde kendi şansını yarattığı bir projecilik modeli yerleşmeye başladı. Dendi ki, artık kentler -şimdi giderek mahalleler tabi- kendi şanslarını kendileri yaratacaklar. Yani öyle eskisi gibi ulus devletin planladığı, nispeten dengeli bir kalkınma modeli olmayacak. Avrupa’da aslında epeyce yol almış olan bu yerelleşme kavramı öne çıktı.

Bu tür modeller akademide ve bazı sol kesimlerde de rağbet gördü. Biz ise dinozor muamelesi gördük; bir kentin tek başına, hatta bazı durumlarda başka kentlerin aleyhine gelişmesi mümkün müdür diye sorduğumuz için. İstanbul söz konusu olduğunda bu daha da büyük bir sorundur. Zaten hızlı sermaye birikimini sağlamak ve özel sektörü güçlendirmek için ülke sanayisinin dörtte birini buraya yüklemişsin, Anadolu’yu boşaltmışın.

Üstelik üretim de kalmayınca metropollerde zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum inanılmaz biçimde açılmaya başlamıştı. Müthiş bir nüfus işsiz duruma düştü. Yerine bir şey koymak gerekiyordu. O zaman yeni endüstri alanları ortaya çıkardılar; kültür endüstrisi, turizm endüstrisi, yaratıcı endüstriler, inovasyon endüstrisi gibi. Esas üretim ilişkileri çekildiği anda bu sefer ikincil endüstrileri devreye soktular ve kentlere bu çerçevede çok önemli bir rol verildi.

Ya inşaat sektörü?..

Bu da meselenin başka ve çok temel bir boyutu. Finans sermayesini beslemek için inşaat sektörünü çalıştıran bir sistem çıktı ortaya. Bunu Londra’da yapamazdınız, bu sistem ancak bizim gibi ülkelerde iş görebilirdi. Zaten 70’lerden başlayarak bütün kentsel altyapı projeleri yabancı sektöre verilmişti. Yerel yönetimlere borçlanma hakkı getirilmişti. Bu en büyük dönüşüm darbesidir bence. Yerel yönetimlere dendi ki, İller Bankası kaynaklarına bel bağlamayın, artık doğrudan yabancı sermayeden borç alabilirsiniz. Bütün bunlar zaten başlamıştı ama ilerlemiyordu; çünkü her ne kadar 12 Eylül’de iğdiş edildiyse de, refah devleti dönemlerinden kalma korumacı bir anayasa ve kanunlar vardı. TMMOB olarak habire dava açıyoruz evvelden beri; Haydarpaşa, Galataport gibi projelerin yürütmesini engellerken, dayanağımız güdük de olsa bu yasalardı. Ufak ufak çözmeye çalışsalar da bu durum rahatsızlık vericiydi sermaye için. Hiçbir zaman Türkiye’de neoliberal sistemin istediği hukuksal ve yapısal düzen oturtulamadı. Ta ki AKP iktidarına kadar… Hatırlayın, kamu reformu, uyum yasaları gibi yığınla evrak, çalışma, tasarı vardır o dönemlerde. Bunun için Çiller de Ecevit de uğraştı; ama olmadı.  AKP’ye kadar…

AKP hangi noktada devraldı ve ilerletti?

1999’da Marmara depreminin öncesinde Dünya Bankası manifesto gibi bir rapor yazmıştı. Kabaca dedi ki Türkiye’ye, bak kardeşim böyle olmaz, sen vakit kaybediyorsun, eğer küresel ekonomide yer almak istiyorsan mutlaka bir veya iki kentini küresel düzlemde yarıştıracaksın. O dönemin beş yıllık kalkınma planında ilk defa şu yer aldı. “İstanbul dünya kenti olarak küresel hiyerarşide yer alacaktır.”

Dünya Bankası raporundan sonra Ali Müfit Gürtuna meşhur “2023 vizyonu”nu ortaya attı. Henüz daha deprem olmamıştı, 1999’un ilk aylarıydı ve mega dönüşüm projeleriyle ilk defa burada karşılaştık. İstanbul “Bilgi Çağının, Lider ve Yöneten Kenti” olarak anılıyordu. Vizyon sihirli bir kelime gibiydi, geleceğin lider kentlerinin enerjilerini vizyonlarından alacağı söyleniyordu.

Böyle büyük laflar edildi, aman hemen ardından pat diye deprem geldi ve İstanbul’la birlikte, vizyon falan da yerle bir oldu. Kentleri nasıl bir plansızlık ve öngörüsüzlükle yönettikleri açığa çıktı. Devlet küçülsün diyen o zamanın Özelleştirme Bakanı, “devlet nerede” diye bağırmaya başladı.

Marmara depremiyle ülkenin ekonomisinin yığıldığı bir bölge darmaduman olmuştu. Bundan ders alıp kentlerin ve ekonominin örgütlenmesine çeki düzen verecekleri yerde, depremi kentsel dönüşümü hızlandırmak için bir fırsata dönüştürdüler. Depremin hemen ardından ABD Başkanı Clinton geldi, hatırlayacaksınız. Conrad Otel’de bir toplantı yapıldı. Hiç unutmuyorum, zar zor girebilmiştik içeriye. Amerikan Müteahhitler Birliği falan gelmişti.  Türkiye’nin bu krizi atlatması için on altın adam yeter dediler orada. Bu altın adamların kimler olduğu, şimdi kentsel dönüşümle ilgili yolsuzluklarda ortaya çıkıyor.

Daha ölüler enkaz altından çıkarılmamışken, depremi bir fırsata çevirmenin planlarını yaptılar. Birdenbire küresel emlak sektörü akın etti. Kapitalizmden en çok iğrendiğim zamandır hayatımda. Swiss Otel’de “Deprem ve Küresel İş Fırsatları” toplantıları yapıldı. Tam deprem mastır planları hazırlanırken AKP iktidara geldi. Ardından da İstanbul Büyükşehir Belediyesine Kadir Topbaş seçildi.

Değişen ne oldu?

Topbaş Ali Müfit Gürtuna’nın 2023 vizyonu dediği şeyi aldı, revize etti. O revizyon çok önemli politik alt metinler içerir. Dünya kenti olmaktan vazgeçmiş, çıtayı düşürmüş bir İstanbul. Şimdi oynadığı rolü tarif eden, Asya’yla Avrupa arasında bir nevi koridor, geçiş alanı, gösterişli bir yol kenarı tesisi. Şu anda İstanbul’a biçilen rol budur.

Böylece kentsel dönüşüm ilk defa deprem kullanılarak meşruiyet zemini bulmuş oldu. Ve artık “Deprem Odaklı Mega Kentsel Dönüşüm” diye anılmaya başlandı. Net olarak şu çıktı ortaya. Kentsel dönüşüm ve inşaat sektörü Türkiye ekonomisinin itici gücü olacaktır. Burada pazarlanacak tek nesne de İstanbul’dur. Bunun kararı verildi.

Adım adım bunun hukukunun hazırlandığı bir süreç yaşandı bir yandan da. Sermayenin vakit kaybetmeye tahammülü yoktu. GATS gibi uluslararası anlaşmalarla alan kısmen temizlenmişti ama bu yeterli değildi. Öncekilerin yapamayıp AKP’nin başardığı budur. Uluslararası sermayenin taleplerine uygun bir hukuksal ve idari dönüşüm gerçekleştirdiler. Kentsel dönüşüm devletin dönüşümüyle iç içe gelişmiştir bir bakıma. Yani yaşanan bir kentsel dönüşüm değildir aslında. Ekonomik, toplumsal, siyasi ve hukuki bir topyekûn dönüşümün mekâna yansımasıdır.

Bu hukuksal dönüşümün nihai darbesi de 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği oldu zaten. İkinci bir 12 Eylül darbesidir neoliberal politikaların önünü açmak bakımından. O döneme bakarsak, 2004’te kentsel dönüşüm yasa tasarısı yapıldı ancak bu tasarı şimdi artık kabullendiğimiz mülkiyetlere el koyma izleri taşıdığı, bu yüzden çok tepki çektiği ve Türkiye’ye ağır geldiği için komisyonda kaldı. İçinden 5366 sayılı yasayı çekip aldılar, bu kadarı kentsel dönüşüm için, Sulukule’nin Tarlabaşı’nın yaşanması için yeterli oldu.

Artık dil de değişmişti. Büyükşehir Belediyesi “İstanbul görücüye çıkıyor” sözleriyle Cannes’daki Dünya Gayrimenkul Fuarı’na katıldı. Yirmi proje vardı ellerinde.

Neydi bunlar?

Bir tanesi Haydarpaşa, Türkiye’nin en büyük özelleştirme projesi olarak sunulmuştu o zaman. Galataport, Haliç, Balat, Sütlüce, İETT garajı, tersaneler, Kartal’daki büyük dönüşüm projesi, Küçük Çekmece’de Florya Köşküne dikilecek 70 katlı gökdelen. Halen uğraştığımız, hukuk mücadelesi verdiğimiz bu projeleri davul zurna eşliğinde pazarlamaya götürdüler fuara. Tayyip Erdoğan “ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” diyordu. Satabildikleri her şeyi, limanları, hazine arazilerini sattılar. Ülkenin, mekânın, kentin, sanatın, kültürün metalaşması artık sloganlarda da kendisini buldu. Sanatçılar bile eserlerine iş diyordu artık. Zihinler hazırdı yani. Türkiye’deki insanların beyinleri, aydınından solcusuna kadar ideolojik bir hapishaneye sokulmuştu; “çözümün yok mu, sus o zaman eleştirme”. Sadece kent düzeyinde değil, her anlamda projecilik aldı yürüdü.

Tabi kentsel dönüşüm için kamu idaresinde de ciddi dönüşümler yaşandı. 2005’te Kalkınma Ajanslarıyla Türkiye aslında eyaletlere bölündü ama kimse farkında değil. Bütün valiler, sermayeyle uyum içinde çalışacak şekilde değiştirildi. Yani kentsel dönüşümün hikâyesi devletin dönüşümünün hikâyesidir aynı zamanda dediğim gibi.

Bu işlerde hep TOKİ akla geliyor ilk olarak. O da kamuda böylesi bir dönüşümün eseri mi?

TOKİ müthiş bir mekanizma olarak devreye girdi kentsel dönüşümde. Aslında sosyal devletten, o cici devlet baba zamanlarından kalma, dar ve yoksul gelirliye konut edinirken kredi vermek için kurulmuş bir kurumdu. Kendisi inşaat yapmazdı, kredi verir, kooperatifleri örgütlerdi ve kâr amaçlı bir kurum değildi.

2004’de TOKİ kanunundaki büyük bir değişiklikle, gayrimenkul yatırım ortaklıklarıyla iş yapabilir hale geldi. Öncesinde Emlak Bankasının tasfiyesi başlamıştı zaten. Bir de Arsa Ofisi diye bir kurum vardı Türkiye’de. Biliyorsunuz, Osmanlı’da toprak mirîdir. Kent topraklarında özel mülkiyet yoktur. Toprak aslında padişahındır, o kullanım hakkını dağıtır. Dolayısıyla cumhuriyetin devraldığı vakıf arazisi, hazine arazisi çoktur. 1960’larda kurulmuş Arsa Ofisi’nin özellikle kentsel alanlarda bu kamu arazilerini değerlendirerek dar ve orta gelirliye arsa üretmek gibi bir görevi vardı. Hem okul ve hastane gibi kamu kurumları için, hem de yoksul ve dar gelirlinin konut sorununu çözmek için… Arsa ofisi kapatıldı ve bütün malvarlıkları TOKİ’ye devredildi. Gene bir kamusal toprak, 775 sayılı gecekondu yasası sayesinde Belediyelerin elinde kalmış olan gecekondu ıslah bölgelerindeki ciddi kentsel toprak stoku da TOKİ’ye verildi.

Bunun dışında TOKİ’ye planlama, kamulaştırma yapma, inşaat yapma, yabancı ülkelerde iş yapma yetkisi verildi. Kâr edebilir bir şirket haline getirildi. Yasayla Sayıştay’ın denetimi dışında bırakıldı, doğrudan Başbakana bağlandı. Bu arada 2010’da anayasa değişikliğinin ardından Bayındırlık ve İskan bakanlığı ile DPT yok edildi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruldu. TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar bakanlığın başına geçti. Kalkınma Bakanlığı bir müdürlük haline getirildi.

Dünyada hiçbir örneği olmayan bir tekel haline gelmiş olan TOKİ, muazzam yetkilerle, ülke topraklarından oluşan müthiş bir sermayeyle iş görüyor şimdi. En büyük işi de gelir paylaşımlı işler, ortaklıklar. Hazırlanmış olan hukuki yapıya dayanarak, bu arazileri yandaşlarıyla birlikte değerlendirmeye başladılar. 1453 Ağaoğlu, Tekel Likör, Bomonti, Ali Sami Yen, Arena, Ataşehir, Varyap, finans merkezleri, bunların hepsi TOKİ’nin kamu arazilerini bu sermayeye peşkeş çekmesiyle yürüyen işlerdir.

Peki yabancı sermaye?..

Bu sermayenin de ne kadar yerli olduğu tartışılır tabi, ama esas olarak, kelimenin tam anlamıyla yabancı büyük sermayeyi çağırmak gerekiyordu. Üçüncü köprü, tüneller, Kanal İstanbul vs gibi ileri teknoloji gerektiren çılgın megaprojeler burada devreye girdi. Tabi bütün bunları yaparken sistem sözde bir ılımlı İslam modeline dayandığı için, ideolojik bir içerik de taşıyan, kendi tabanının gönlünü okşayacak Çamlıca’da ve Taksim’de planlananlar gibi bir takım dev cami projeleri de devreye girdi.

Buraya kadar herkes memnundu, çünkü öyle güzel paylaştırılmıştı ki. Fakat yetmedi. Gayrimenkul sektörü çok ciddi olarak tıkanmıştı. İstanbul’da konut fazlası vardı. Her yere yaptılar, şimdi boş, kullanılmadan duruyor bu konutlar. Burada kara para imdada yetişti. Dubai’de ofis açtı Ağaoğlu, adamın biri “oradan bana bir kilo domates sar” der gibi, 1453’ün bir bloğuna talip oldu. Uyuşturucu, petrol, silah, artık her nereden kaynaklanıyorsa, sisteme girecek bir kara para var çünkü.

Bugüne gelirken, tıkanan sistemin imdadına bir kez daha deprem yetişti. Bu defa Van depremi. Depremden iki ay önce hazırlanmış olan afet yasası, riskli alanlar gibi düzenlemeler, daha enkaz kaldırılmadan apar topar tedavüle sokuldu. Şimdilerde, özellikle İstanbul’da, ama başka bir çok kentte de farklı bir dönüşüm modeline geçildi. Binalar riskli ilan ettirilerek inşaat sektörüne yeni bir alan açıldı. Yine Friedman demiş, bir topluma afet sonrası istediğiniz şeyi kabul ettirebilirsiniz diye. Halk için felaket olan bunlar için fırsat oluyor hep. Bizdeki dönüşüm ivmeleri de hep büyük felaketleri kullanarak meşrulaştırıldı.

Böylelikle inşaat sektörü yeniden ivme kazandı. Fakat bu açgözlüler, özellikle de büyük projelerde o kadar büyük bir beceriksizlik, usulsüzlük, yolsuzluk yaptılar ki, dünya sermayesi bile kaldıramadı. At değiştirmeye karar vermelerinin bir sebebi de budur bence. Bu büyük rantın bölüşümünde sorun yaşadılar. Bütün bu dönüşümlerin son kurbanı da Tayyip Erdoğan’dır, sistem şimdi de onun üzerinden bir dönüşüme gidiyor.

Meselenin başka bir yönüne bakalım mı? Kentsel dönüşüm, bu işin rantını yiyenler dışında, halk nezdinde de iyi bir şey gibi algılanabiliyor…

İnsanların bilinçlerinde bir dönüşümden söz ettik ya, bunun da bir kökeni var. Elverişli konut hakkı, yani insanca yaşayabileceğin bir konutta yaşama hakkı bir insan hakkıdır. Bu bir meta olamaz, bunun üzerinden kâr elde edilemez. Devletler bunu çözmekle yükümlüdür. Geçmiş anayasamızda vardı bunlar. Ama 70’lerde özellikle bu belediye yasasının ilk değiştiği dönemlerde konut barınma aracı olmaktan çıkarıldı. Sanayisizleştirmenin getirdiği ciddi bir işsizleşme ve yoksullaşmanın olduğu bir ortamda, kent toprakları da aflarla özelleştirilince, ister kaçak ister ruhsatlı olsun bir konuta sahip olmak, yaşam güvencesi haline getirildi. İnsanlar emeklerinin hakkını savunarak, iş güvencesine ve insanca yaşayacak bir ücrete sahip olmak için mücadele ederek bir güvence elde etmeye çalışmak yerine, bu güvenceyi bir konuta sahip olarak edinmeye yönlendirildiler.

Bu büyük bir zihniyet dönüşümü bence. Üretim mekâna bağlı olmaktan çıkıp ev içi, fason ya da taşeron üretime dönüşmeye başladığında, eski dayanışma modelleri de yok oldu.  Paşabahçe kundura fabrikasında bir araya gelmiş, fabrikanın civarındaki gecekondularda oturan sınıf kalmadı baktığınızda. Üretim alanları azaldı, kalanı da Dilovası’na falan attılar ki oralar ayrı bir rezalet. Hal böyle olunca bir mülk sahibi olmak temel bir güvence kaynağı hale geldi.

Sistem de sizi buna itiyor. Bakın hiç kiralık konut lafı var mı? Halbuki kiralık konut meselesi Avrupa’daki dönüşümlerde şarttır. Avrupa’daki bir kentsel dönüşüm alanında projelerde konutların yüzde 30’unun ucuz kiralık konut olacağı şeklinde bir şart vardır. Siz hiç TOKİ’nin kiralık konut ürettiğini gördünüz mü? Mecbursunuz konut sahibi olmaya, çünkü finans sektörünü besleyeceksiniz. Hepimiz gidip kredi alacağız, borçlanacağız.

“Kira öder gibi ev sahibi ol” kampanyaları gibi?..

Bu aslında bizi ev sahibi yapmak için değil finans sektörünün devamını sağlamak için bulunmuş bir çözüm. Bu sistem çok yaygınlaştığı zaman krizi de çözüyor Allah için. Çok da başarısız olmadılar bu konuda.

Özetle, bu noktada en büyük dönüşüm elverişli konut hakkının hak olmaktan çıkıp bir sosyal güvence haline gelmesidir. Bir şekilde kentte bir mülk edinebilip bu güvenceyi sahip olmuş insanlara sistem bir şey vaat ediyor; evini yeniliyor, bir kat daha veriyor vs. Herkes bu rant ekonomisinin mikro parçaları haline getirilmiş oluyor böylece. Onun için, politik olarak karşı dursa da herkesin ödü patlıyor bu iktidar gider de sistem bozulur diye.

Ama kazın ayağı öyle değil. Mülkleri karşılığında daire alanlar kentsel dönüşümden nasiplenmiş gibi görünüyorlar belki ama yaşayamıyorlar yeni dairelerinde. Ya şehrin çok ücra yerlerine sürülmüş oluyorlar, ya da yeni dairelerinde aidatları falan ödeyemeyip sokakta kalıyorlar. Bunun çok örneğini gördük. İstanbul’da evsizlerin, sokakta yaşayanların sayısı hızla artıyor. Oysa eskiden evsizi olmayan bir ülkeydik.

Şimdi Gezi’ye gelelim. Gezi’ye bir milat dendi, kente ve yaşadığı yere sahip çıkma bilinci açısından ne değişti Gezi’yle?

Çok şey… Kent hareketleri emekçilerin, dar gelirlilerin yaşadığı mahallerde zaten güçlenmeye başlamıştı. Zaten bir direnme hali vardı. İlginç olan, direnmesi beklenebilecek yerlerde, yerleşik aydınların yaşadığı kentin merkezi mahallelerinde bir direniş yoktu. Üstelik buralarda oturanlar, direnen mahallere “bunlar zaten kaçak işler yapıyorlar, her türlü ahlaksızlık, pislik buralarda boy veriyor, buraların dönüşümü kötü bir şey değildir” diye bakıyordu. Bu kesimler Gezi’yle birlikte meselenin esasının bu olmadığını kavradılar.

İkincisi ve daha önemlisi; Gezi’ye kadar herkes oturduğu yer üzerinde bir mücadele veriyor, evini, kendi mülkiyetini savunuyordu. Kendisinin olmayan bir yeri topyekûn savunmayı Gezi’de öğrendik. Sadece tapusuna sahip olduğumuz, yaşadığımız yerin değil, bütün kentin kamusal alanlarının bize ait olduğunu kavradık. Taksim hiç kimsenindir ama aynı zamanda herkesindir. O meydan için mücadele etmekle kendi yaşamı için mücadele etmek arasındaki bağı birdenbire fark etti insanlar. Bu demokrasi mücadelesinde, kent mücadelesinde atlanmış bir eşiktir.

Eskiden bir tek mimarlar, şehir plancıları, çevre örgütleri falan kıyameti koparıyordu kentsel dönüşüm karşısında. Şimdi millet mahallesindeki saksının, fidanın yerinin değişmesine karşı bile duyarlı hale geldi. Bu neden önemli biliyor musun? Kentsel dönüşüm bir tezahür. Bu projeler esasında ekonomik, sosyal ve devletteki dönüşümün mekâna yansıması. Mekan çok önemli artık. Mekan üzerinden üretiliyor bütün ekonomik politikalar. Ama bu sürdürülemez bir şey, sonsuz kaynağa sahip değiliz çünkü. Şimdi sistem burada da tıkandı, onun için sosyalizm çok yakın bence. Gezi bizi sisteme mahkum eden ideolojik hegemonyayı çatlatmış oldu, bize dayatılana karşı durabileceğimizi, başka türlüsünün mümkün olduğunu gösterdi.

Allahlık Kapitalizm

Planlardan, mega projelerden söz ediyoruz ama aslında bu adamlar işi öyle yürütüyorlar ki, her şey Allah’a emanet. Örneğin üçüncü köprü…

Uluslararası inşaat tekellerini besleyecek diye, otomotiv tekellerinin bu karayolu geçişlerine ihtiyacı var diye, Tayyip Erdoğan bütün yasaları ve uyarıları ihlal ederek bu üçüncü köprüyü getirdi, mastır plana işletti. İnşaat başladığında daha planı bitmemişti, projesi ortada yoktu. Amerika’dan alınan köprü projesi inç sistemine göre yapılmıştı, bizim haritalar ise metrik sistemdir. Bunlar çok beceriksiz oldukları ve alelacele bu işi yapmak istedikleri için inç sistemiyle metrik sistemi süperpoze ettiler. Onun için köprünün ayakları 80 metre önde çıktı, yani karada olması gerekirken denize denk geldi. Denizi doldurdular.

Bu köprünün ihalesini iki defa iptal ettiler. Niye? Yatırımcıya “sen köprüyü yap, ben sana işletmesini vereyim” diyorlar, yani ihalede verdiği süre boyunca köprüden geçişlerden yatırımcı kazanacak. Günde tek yönde 135 bin geçiş garanti ediyorlar. Ama ortada hesap kitap var. Ancak 50 bin taşıt geçer gibi görünüyor. Hükümet aradaki farkı tanesi 3 dolardan ben ödemeyi garanti ediyorum diyor. KDV si de var. Ama küresel sermaye akıllı, öyle bir paran mı var diyor? Bizim ayakkabı kutularında milyon dolarlar var da diyemiyorsun tabi, kara para teminat gösterilebilir mi? Bu şartlarda giren olmadığı için iki defa ihale iptal edildi. Sonunda ben o güzergaha dünyanın en büyük havaalanını yapayım, al sana geçiş garantisi dendi. Yani köprüye müşteri bulmak için oraya havaalanı kondu.

* * *

Dalga geçiyoruz ama işler sahiden aşağı yukarı böyle yürüyor. Aynı hesapsızlık, beceriksizlik Marmaray’da da var. Biz Marmaray fikrine, yani iki yakayı bağlayan bir tüp geçit projesine karşı değiliz. Bu eskiden beri TMMOB’un önerdiği bir projedir. İstanbul için bizim ulaşım modelimiz deniz ve demiryolunun entegre edildiği bir toplu taşıma sistemidir ve boğazda bir tüp geçit bu sistemin bir parçasıdır. İstanbul bu bakımdan dünyanın başka hiçbir kentiyle kıyaslanamayacak imkânlara sahiptir ve trafik sorunu en kolay çözülebilecek kentlerdendir. Bu yapılanın ise kentsel dönüşüm bölgelerinin özel bir bağlantısı olmak dışında bir işlevi yok.

Marmaray’ın ilk projesi yüzeyin altından geçiyordu. Doğrusu da budur, çünkü Marmaray’ın hemen 16 kilometre altından, İstanbul depremi için esas tehlike yaratmakta olan Kuzey Marmara fay hattı geçer. Ancak yüzeyin altından, karadan geçtiği zaman, eğim hesaplarına göre iki yakadaki istasyon çıkışlarının yaklaşık 75 metre derinlikte olması gerekiyordu. Bunun maliyeti yüksek geldi. Projeyi denizin dibine tüp oturtulması üzerine kurdular, bu durumda istasyon derinliği 62 metre gibi oldu ve maliyet epeyce azaldı. Ancak ciddi bir problemle karşı karşıya kaldılar. Bir deprem vurduğunda ortaya çıkacak olan, katı zeminle sıvı zeminde kayma farkları için 40 santimlik bir pay bıraktılar. Ama beklemedikleri bir şey oldu. Daha inşaat başlamadan denizin dibindeki sıvılaşma potansiyeli yüzünden tüp 15 santim aşağı çöktü. Altını betonla beslediler, ayakları oynayan masanın altını kağıtla beslediğimiz gibi, tüpleri bir araya getirip bağladılar, milleti bıraktılar içine.

* * *

Son bir tane daha anlatayım mı? Taksim’de Gezi Parkındaki olaylar ilk nerede patladı biliyor musun? Bunlar aslında Taksim Parkı olarak Divan Otel tarafındaki Le Jardin de Taksim‘i kabul ediyorlar. Yemin billah ediyorlar oraya dokunmayacağız diye, dertleri öbür tarafla, eskiden Topçu Kışlası’nın bulunduğu yerle. Doğru da söylüyorlar, projelerini ezbere biliyorum. Parkın Divan Oteli yönüne dair bir plan yok. Bizim bütün dikkatimiz de kışlanın yapılacağı yere yönelmiş zaten.

27 Mayıs gecesi bir telefon geldi bana, “Mücella hocam burada ağaçları söküyorlar” diye. Kalktım gittim ama Divan’ın orası aklıma gelmiyor. Baktım bir şey yok. Ağaçlar da duruyor insanlar da, bir hareket yok. Öbür tarafa gittik, gerçekten oradalar. Durdurduk, napıyorsunuz, ruhsatınız var mı, mühendisiniz var mı? Yok. Sonra anlaşıldı. Bunlar ne yapmışlar biliyor musun? Meydanın altından geçen yollar yaptılar ya, buraya yaya yolu bırakmamışlar, hiçbir projede yok. Bakmışlar insanlar geçemiyor, bir gece baskınıyla çaktırmadan parkın kenarından biraz keser, yaya yolu yaparız demişler. Öyle de yaptılar.