Uykuya dalamadığınız zaman koyun sayın denirmiş eskiden. Saymaya başlayınca ayılan zihinlere ufuksuz, göz alabildiğine bir tekdüzeliği, denizi ya da kumu hayal etmenin iyi geldiğini zamanla öğrendim. Çocukluğumdan sevdiğim o soğuk beyazlığı da ben ekledim üstüne. Kar. Daha çok kar. Her yer karla kaplı, kardan başka görünen bir şey yok. Tıpkı bu kitapta olduğu gibi.
Hani bazı filmler bazı kitapları hatırlatır, ya da bazı kitaplar başka kitapları, işte bu kitabı okumaya başlar başlamaz aklıma önce Leonardo di Caprio’nun oynadığı The Revenant geldi. Sayfaları çevirdikçe, ismini hatırlamadığım pek çok karlı sahne belirdi gözlerimin önünde. Sonra bütün o filmler geride kaldı ve büsbütün yeni bir dünya canlandı. Lacivert-gri bir gökyüzü, ayazı eli yüzü çatlatan bir soğuk ve rüzgârla savrulup insana iğne gibi çarpan kar taneleri… Soğuk, açlık, sevda ve bir garip Kenan. Yıllardır alışverişimiz olan, hakkında çok fazla bilgimiz olmadığı halde bir şekilde sevdiğimiz insanlar vardır hani. İyi kalpli olduğu, dünyanın kötülüğünün kendisine uğramadığı daha gözüne bakınca anlaşılan insanlar. İşte onlardan biri Kenan. Tüm yolculuğu boyunca, yüreğinizde bir endişe, içinizden “aman ya hu, Kenan’a bir şey olmasın!” dersiniz. Öyle güzel insandır ki Kenan, onun “yakışıklı Allah’ının” onu koruyup kollaması için yüreğiniz pır pır eder. Zeynep’le konuşmalarını okurken tanıdık cümleler vardır, sanki bir yerlerde kulağınıza çalınmıştır. Zamanın insanları birbirine nasıl bağladığına, nasıl benzettiğine dair büyük cümleler yoktur ama birbirini tamamlamanın anlamını Kenan ve Zeynep’te görürsünüz. Ama bu bir aşk hikâyesi değil, bir kış hikâyesidir aslında. Acımasız, soğuk kış ve her şeyin üstüne büyük bir örtü seren kar. 1979 yılının kışı, henüz kahramanlar bilmese de ihtilal öncesinin kaynayan kazanı ülkenin her yerinde kendince zuhur etmekte. Bir yanda yoksulluk, bir yanda kışın kudreti insanların elini kolunu bağlamış. Bu mahpusluk içinde Kenan rızkının peşine düşüp ormanın içine yürür. Niyeti bir domuz vurmak, onu şehre götürüp satmak parasıyla da hamile karısı Zeynep’i ve doğacak bebesini doyuracak erzakı almaktır. Bu av yolculuğu bir yoldaşlığa dönüşürken, köyde yaşananlar bize kahramanlarımızı tanıtır. Köyün sözü geçeni Kadir Ağa, karısı, istediği kudreti gösteremediği için beğenmediği oğlu Atalay, kızı Ece, kardeşi öğretmen Mustafa, onun karısı Gülşen, Gülşen’in annesi Fındık, kardeşleri Aynur ve Tolga. Hepsinin hikayesi büyüyerek birlikte Sus Barbatus!a dönüşür.
Faruk Duman K. şehrini, A. dağlarını, Ç. gölünü bizi aşina olduğumuz yerlerden alıp yeni bir dünyaya götürmek için ustaca şekillendirmiş. Belki de tanıdığımız yollarda ilerlerken bile, ilk kez geçtiğimiz bir düzlükmüş gibi dikkatle okuyoruz kitabı. Sus Barbatus! tam anlamı ile bir tabiat romanı, öte yandan sanki tarihin içinden doğan bir masal. Yazar, hünerini masalların büyüsüyle doğanın gerçekliği arasındaki dengeyi hiç kaybetmeden metne aktararak gösteriyor. Bütün bir kışı burnumuzdan ayakucumuza hissedeceğimiz kadar sahici bir şekilde anlatırken, aynı zamanda Sus Barbatus’un ruhunu gökyüzünden Aysel’in bedenine indiriyor.
Masal o kadar gerçekçi ki, örneğin birileri bu yolculuğa şaşana kadar o soğukta hasta haliyle o yolları aşan Kenan’ı garipsemiyoruz. Ya da Sus Barbatus’un ruhunun Aysel’in bedenine girişiyle tuhaf haller sergilemesini, Faruk’un onca acılar içinde bir oyuna kaçıp gitmesini hafif veya yersiz bulmuyoruz. Her şey olması gerektiği gibi akıyor sanki roman boyunca. Sosyal mesaj verme kaygısı veya toplumsal sorumluluk hissi ile yer yer zorlama dokunuşlarla zedelenen pek çok metnin aksine, Türkiye için önemli duraklardan olan 80 darbesi öncesinde yaşananları Ç.’nin köylerinden izlerken bir alt metin ya da mesaj kaygısı hissi oluşmuyor. Yaşı tutanlar okurlar için anılar ya da ailelerden dinlenen hikâyeleri anımsatan kısımlar tam dozunda, dahası gerçeklik hissini kuvvetlendiriyor. Dağa çıkan devrimci çocuklar, sadece çocuklarının hayatlarından endişe eden aileler, idealist öğretmenler, devletin demir yumruğu asker… Kenan domuzuyla evine varmanın peşindeyken; Mustafa öğretmen, karısı Gülşen, Gülşen’in kardeşi Aynur ve annesi Fındık Hanım ile dönemin gerginliğini, bugün düşününce havsalaya sığmayan olayları okuyoruz. Kitap yakmanın, komşunun kızının devrimci olmasının, gözaltında kaybolmaların ve çatışmaların masal gibi anlatıldığı zamane çocuklarına, bu masalların benzerini bir koca kışın içinden anlatıyor yazar. Zeynep’in korkuları, Atalay’ın kendini arayışları, devlete karşı kendini sorumlu hisseden ama muhatabına aynı sorumluluğunu hissetmeyen Kadir Ağa’nın iç sıkıntıları, Aynur’un korkusuzluğu… Hepsini yerli yerinde hissettiren romanda, sürekliliği olan tek şey var: Kış. Faruk Duman, doğa anlatıcılığını bu romanında doruğa çıkarıyor. Tıpkı Gül Güzeli’nin bastığı yerde çiçekler açması gibi, yazarın yazdığı tüm sayfalarda amansız bir kış büyüyor. Doğaya dair okumalarla bir romanın akıcılığını birleştiren Sus Barbatus! biz okurlara bir mevsimin hikâyesini anlatıyor.
Sus Barbatus!, Faruk Duman, Hep Kitap, 2018, 568 s.