1975 yılında E. O. Wilson tarafından “Sosyobiyoloji: Yeni Sentez” adlı bir kitap yayımlandı. Bir anda dikkatleri üzerine çeken bu kitap, TV, radyo, gazete ve dergilerde tanıtılmaya başlandı. Saldırganlıktan, ahlaka; dinden, sınıf farklılıklarına bütün toplumsal sistemlerin biyolojik temeli olduğunu iddia eden yeni bir akım olarak sosyobiyoloji ortaya çıkmış oldu. Bu akımın gelişmesine Richard Dawkins’in “Gen Bencildir” kitabı da önemli bir katkı sunmuştur. Toplumda var olan bütün eşitsizliklerin doğaya, insan doğasına “uygun” olduğunu göstererek meşrulaştıran sosyobiyoloji günümüzde burjuva ideolojisinin önemli bir ideolojik aleti olmaya devam etmektedir.
Sosyobiyolojinin tarihsel gelişimine baktığımızda Mendelci-Morgancı çizgi ile karşılaşırız. Mendelci-Morgancı çizgi, her biyolojik yapının doğal seçilimin ürünü olduğunu iddia eden anlayış zemininde gelişir. Charles Darwin, doğal seçilimin ana unsur ama tek unsur olmadığını belirtir. Darwin’den bağımsız evrim teorisini keşfeden Wallace ise doğal seçilimi her biyolojik yapının üreticisi olarak görür. Darwin’in kuzeni Galton da bu temelde bakarak insan ıslahını meşrulaştırır. Evrim teorisinin genetikle birleşme süreciyle birlikte indirgemeci-kaba materyalist Mendelci-Morgancı çizgi oluşur. Bu anlayışa göre genler dışarıdan mutasyon dışında hemen hemen hiç etkilenmez. İdealist-metafizik bakış açısıyla gen-çevre diyalektiğinde sadece genler belirleyici olur. Yoksulluk, bencillik, saldırganlık gibi birçok özelliğin de genlerde bulunduğu kabul edilir. Bunun sunucunda 1930’lu yıllarda Avrupa’da Amerika’da on binlerce insan “daha sağlıklı” bir toplum için kısırlaştırılır. Nazi Almanya’sının yaptıklarını söylemeye bile gerek yoktur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çevrenin önemi artar. Gen- çevre diyalektiği her akım tarafından kabul edilmekle birlikte indirgemeci anlayış genin belirleyici olduğunu söyleyerek Mendelci-Morgancı çizginin bir anlamda modern versiyonu olarak karşımıza çıkar, sosyobiyoloji de bu temele dayanır. 1990’lı yıllardan sonra sosyobiyoloji yerini evrimsel psikolojiye bırakır.
Sınıflı toplumların oluşmasından bu yana toplumda oluşan hiyerarşik düzenin meşrulaştırılmasında doğa, insan doğası önemli bir ideolojik alet olmuştur. Dinin “insanoğlu bencildir”, Thomas Hobbes’un “Herkesin herkesle savaşı”, doğadaki eşitsizliği (!) meşrulaştıran “Doğada güçlü olan hayatta kalır.” gibi söylemler örnek gösterilebilir. Yine 19. yüzyılda günümüzdeki zekâ testlerinin temelini oluşturan kafatası ölçümleri de bu sürecin bir parçasıdır.
Sosyobiyologların ırkçılık, saldırganlık, bencillik, zekâ, sınıf farklılıkları, din, ataerki, vb gibi bütün toplumu kapsayacak birçok iddiaları bulunur. Bunların bazıları üzerinde duracağız.
Sosyobiyolojinin dayandığı temel olan doğal seçilim evrimin tek unsuru değildir. Evrimsel süreçte doğal seçilim, genetik sürüklenme, akraba seçilimi(?), seksüel seçilim(?) vb. dışında tarihsel felaketler, genom gibi başka etmenler de vardır. Doğal seçilimi evrimin belirleyici unsuru olarak görmek yanlış olur. Çünkü “Doğal seçilim sadece yerel uyarlanma ortaya çıkarabilir. Elbette bunlar bazen hayran olunacak kadar karmaşık olabilir; ama her durumda söz konusu olan, ilerleme ya da karmaşıklaşma tarafından yönlendirilen genel sürecin aşamaları değil, daima yerel uyarlanmadır”(Yaşamın Tüm Çeşitliliği syf:184) Doğal seçilimde etkili olan-kapitalist aklın ürünü olan- “en uygun”, “en güçlü” türler değil varyasyondur. Doğal seçilim -Dawkins’in bencil gen kavramı gibi- “iyi”, “istenilen” genleri seçemez. Genom düzeyinde “organizmaları ya bütünüyle kabul eder ya da reddeder” (Pandanın Başparmağı syf 96). Evrimsel süreçte dinozorların yok olmasını hızlandıran meteor çarpması gibi tarihsel felaketler de göz önünde bulundurulmalıdır. Dinozorların yok olması memelilerin gelişiminin yolunu açmıştır.
Sosyobiyoloji, sınıf farklılıklarının doğada olduğunu iddia eder. Buna arılar gibi bazı böcek türleri örnek olarak gösterilir. Kraliçe arı söylemi bizim adlandırmamızdır. Kraliçe arı diğer arıların emeğini gasp edip artı ürün elde edemez, emirler veremez, biat ettiremez. Kapitalist aklın doğaya uyarlanarak kendini temize çıkarma girişiminden başka bir şey değildir bu yaklaşım.
Sosyobiyoloji, saldırganlığın, savaşların, doğanın ve insan doğasının ürünü olduğunu iddia eder. Oysa doğada canlılar sadece beslenmek için karşı karşıya gelir. Statü için, artı-ürün için, başka bir canlıyı kendi egemenliğine almak için saldırmaz. Doğada canlılar arasında kitlesel katliamlar görmeyiz. Belki bazı istisnalar olabilir ama bu durum da bütün canlılara mal edilemez. Antropolojik verilere göre insan türünün 3 milyon yıllık tarihinin son 6000 yılına kadar ilkel komünal toplum denilen eşitlikçi bir yaşam vardır. İlkel komünal toplumda bazı çatışmalar dışında savaşlara rastlanmaz. Yaklaşık 6000 yıl önce özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla sınıflar ortaya çıkmış ve savaşların temeli oluşmuştur. Son 3500 yılda savaşsız geçen süre 230 yıldır. Darwin’in evrim teorisini oluştururken doğal seçilim mekanizmasını keşfetmesinde önemli bir yeri olan Thomas Malthus’un nüfus teorisi savaşların kaçınılmaz olduğunu belirtmek için kullanılır. Bu teoriye göre besin aritmetik, nüfus ise geometrik artmaktadır. Bu durum denge durumunun oluşması için besin rekabetini, savaşları kaçınılmaz hale getirir. Doğada besinin yetersiz olduğu lokal bölgeler olabilir. İnsan için düşünecek olursak Dünya Tarım Örgütüne göre Dünya’daki besin insan nüfusunun fazlasını besleyebilir. Savaşların sebebi besin yetersizliği değil kapitalizm-emperyalizmdir.
Dawkins’in “Gen Bencildir” kitabında olduğu gibi indirgemeci anlayışa göre insan doğası bencildir. Fedakârlık ise akraba seçilimine dayanarak açıklanır. JBS Haldane yarı şaka kendini 2 kardeşi ve 8 kuzeni için feda edebileceğini söyler. Canlı bedeni genler için sadece geçici bir konut olur. Antropolojik verilere göre bazı halklarda (Langkawi-inupiyak gibi) akrabalık kan bağı üzerinden olmaz. Ayrıca kendisiyle hiçbir kan bağı bulunmayan insanlar için yapılan savaş karşıtı veya başka eylemler -feda gibi- için ne denilebilir. Bencillik sınıflı toplumun bir yansımasıdır.
Sosyobiyologlar bütün eşitsizlikleri ve toplumsal sistemleri biyolojiye, genlere indirger. Bu durumdan dolayı sosyo-ekonomik sürecin, kültürün ürünü olan din ve ahlakın da genetik temeli olduğu belirtilir. Kültür, biyolojinin/genetiğin basit bir yansıması değildir. Bir şeyin genetik temeli yok ise bilimselliği yok gibi düşünülür. Böylece sosyoloji, iktisat, antropoloji, psikoloji ve bu bilimlerle bağlantılı bilimler anlamsızlaşarak biyolojinin alt dalı haline gelir.
Kaba materyalist-biyolojik/genetik determinist anlayışın alternatifi biyolojinin diyalektik incelenmesidir.