“Her şey iyi olacak Yaeko-San!”
6 Ağustos 1945 sabahı, saat sekizi çeyrek geçiyordu. Güneş Hiroşima üstünde masmavi bir gökyüzünde yükselmiş, sıcak, güzel bir günün başlangıcını müjdeliyordu. Görünüşe bakılırsa bu gün öncekilerden farklı olmayacaktı. Ama bu gün çok daha farklı bir gündü. Önce yoğun bir ışık güneşi kararttı, muazzam bir sıcaklık dalgası o güzelim sabahı cehenneme çevirdi, tek bir uçaktan atılan tek bir bomba, yerden 580 m yükseklikte patladı. Patladığı yerin iki kilometrelik yarıçapı içinde kalan her şeyi hemen tamamen yok etti. Önce beyaz olan ışık seli, sonradan portakal rengini aldı, ateşten bir top saniyede 100 metrelik bir hızla yükseldi, genişleyip soğudu. Radyoaktif buharlaşmanın oluşturduğu tipik bir mantar bulutu yerden10 km kadar yükselmişti. Bulutun gölgelediği alanda hemen her şey buharlaşıp yok olmuştu.
İnsanlık maalesef bu sabah atom çağının korkunç yüzüyle tanışıyordu.
Michihiko Hachiya’nın günlüğünden
Aşağıdaki satırlar Hiroşima’ya atılan bombanın düştüğü noktadan yaklaşık 1.5 km kadar uzakta, çalıştığı hastanenin yakınında bir evde yaşayan Dr. Michihiko Hachiya’nın yazdığı günlükten alınmıştır.
Sabahın erken saatleriydi, güneşli bir gün başlıyor, ağaçlarda oynaşan yapraklar bulutsuz gökyüzünden süzülüp gelen güneş ışıklarını yansıtıyor, bahçedeki gölgelere nefis bir tezat oluşturuyordu. Önceki gece hastanede nöbetçi olduğum için yorgunluktan henüz üstümü değiştirememiş, oturma odasındaki halının üzerine uzanmış, aralık kapıdan bahçeye bakıyordum.
Birdenbire güçlü bir ışık parlaması oldu, peşinden bir daha… Bahçedeki gölgeler kayboldular, saniyeler önce önümde, zevkle baktığım güneşli pırıltılarla dolu görüntü birdenbire karardı, ortalığı kalın bir toz bulutu kaplamış, her şey bir toz perdesinin arkasına saklanmıştı. Olduğum yerden evimin bir köşesindeki kalın ağaçtan yapılmış sütunun yana yatmış, evimin çatısının hemen tamamen çökmüş olduğunu gördüm…
İçgüdüm hemen buradan kaçmamı haykırıyordu. Kımıldamakta zorluk çekiyordum; çöküntü ve yıkıntılar yürümemi engelliyordu.
Büyük zorluklarla az önce bahçem olup da şimdi içindeki her şeyin yok olduğu açıklığa çıktım. Gücümü toplamak için bir an durdum. Birdenbire tamamen çıplak olduğumu fark ettim; elbiselerime ne olmuştu ki?
Vücudumun sağ tarafı tamamen kesiklerle kaplanmış, büyük bir odun kıymığı, kanayan bir yaranın ortasında, kasığıma batmıştı. Birden ağzımda ılık, tuzlu bir sıvı hissettim, elimin tersiyle ağzımı silmeye çalıştım, elim kana bulandı; kocaman bir cam parçası boynuma saplanmıştı, yara şiddetli bir şekilde kanıyordu. İçgüdüsel bir davranışla cam parçasını çabucak çekip çıkardım; şokun yarattığı şaşkınlık içinde ellerime bulaşan kana bakıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordum…
Birdenbire karım geldi aklıma.
“Yaeko-san! Yaeko-san” diye bağırmaya başladım.
Boynumdaki yaradan kan fışkırarak akmaya başladı; acaba camı çıkarırken şahdamarımı mı zedelemiştim, kan kaybından ölecek miydim? Korku ve şok içinde bağırmaya devam ettim.
“Yaeko-san neredesin, sakın korkma sadece beş yüz tonluk bir bomba düştü, hepsi o kadar…”
Birden yıkıntılar arasından onun çıktığını gördüm, çıplaklığına ve yanıp buharlaşmış derisine rağmen rahatladım.
“Her şey iyi olacak Yaeko-san, sakın korkma, sadece beş yüz tonluk bir bomba…”
Ne bomba beş yüz tonluk normal bir bombaydı, ne de her şey iyi olacaktı…
Hikâyenin başlangıcı
2 Ağustos 1939 yılında, 2. Dünya Savaşı’nın başlamasından az önce, Almanya’dan kaçarak Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) sığınan ünlü fizikçi Albert Einstein, başkan Franklin Roosevelt’e bir mektup yazarak, Nazi Almanya’sının bir bomba yapmak amacıyla Uranyum 235 (U235) elementini zenginleştirme çabasını ve başarılı olurlarsa bunun getirebileceği tehlikeleri anlatırken, acaba ABD’nin Almanya’yı durdurmak yerine, öne geçmek için büyük bir hamle ve yatırımlar yaparak hızlı bir araştırma programı başlatacağını biliyor muydu?
ABD 1939 yılında nükleer silahlar geliştirmek amacıyla Manhattan Projesi’ni başlattı. Projenin yürütücüsü Robert Oppenheimer’dı. Oppenheimer günün en iyi bilinen bilim insanlarını bir araya getirtip, 6 yıl içinde, o günün parasıyla 2 milyar dolarlık muazzam bir bütçeyle, insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçu işledi; atom bombasını yarattı. Atom bombası için gerekli olan uranyum 235 metalinin önce uranyum mineralinden saflaştırılması gerekiyordu ki, bu çok emek isteyen bir işti; çünkü her 500 kg’lik doğal uranyum mineralinden ancak 1 kg kadar uranyum metali üretilebilir. Uranyumun iki izotopu vardır: U235 ve U238. U235 saf doğal uranyumun ancak yüzde 1’i kadardır. Dolayısıyla U235’in zenginleştirilmesi bomba için hiçbir yararı olmayan U238’den ayrıştırılması gerekir ki, bu Manhattan Projesi’ni en çok uğraştıran konu olmuştur. Uzun çalışmalar sonunda, nihayet Columbia Üniversitesi’nden H. C. Urey’in geliştirdiği, gazların difüzyonu prensibine dayanan bir teknikle, Kaliforniya Berkeley Üniversitesi’nde çalışan ve cyclotronun mucidi olan ünlü fizikçi Ernest Lawrence’ın bu iki izotopu manyetik yöntemlerle ayrıştırması tekniği bir araya getirilince, zincirleme reaksiyonun gerektirdiği miktarda (minimum 50 kg) U235 saf olarak elde edilebilmiştir.
Manhattan Projesi 16 Temmuz 1945 günü saat 5:29’da, New Mexico Eyaleti’nde Alamogordo Çölü’nde 30 metrelik çelik bir kulenin üstüne yerleştirilen atom bombasının deneme amacıyla patlatılmasıyla sona erdi.
U235 kullanarak iki türlü atom bombası yapılabilir. Bunlardan ilki Hiroşima’ya atılan bombada uygulanan fizyon reaksiyonuna dayanır. Burada yüksek enerjili nötronların atom çekirdeğini zincirleme olarak (chain reaction) bölmeleri sırasında bir kısım çekirdek kütlesi enerjiye dönüşür. Einstein’ın ünlü E=mc2 eşitliği gereğince, muazzam bir enerji açığa çıkar. (Bu eşitlikte E enerji: Joule; m enerjiye dönüşen kütle; c, ışığın boşlukta yayılma hızıdır, c=300.000.000 m/sn).
Zincirleme füzyon olayında ise zincirleme reaksiyonun başlatılabilmesi büyük bir başlangıç enerjisini gerektirir ki, bu büyüklükte bir enerji ancak U235 fizyonuyla elde edilir. Zincirleme reaksiyonda hidrojen atomları birleşerek (füzyon) helyum atomuna dönüşürler (hidrojen bombası). Bu birleşme sırasında fizyon olayına kıyasla, daha büyük bir kütle enerjiye dönüşür, dolayısıyla hidrojen bombasından çıkan enerji ve bu bombanın yıkıcı etkisi çok, çok daha büyüktür.
Nükleer fizyon olayı için mutlaka U235 gerekli değildir. U238’in nükleer reaktörlerde işlenmesi sonucu açığa çıkan son derece kararsız plütonyum 239 (Pu239) atomu da bomba yapımında kullanılır. Hiroşima’ya atılan “Little boy” takma adı verilen bombada U235, Nagasaki’ye atılan “Fat man” adlı bombada Pu239 kullanılmıştır. Hiroşima bombası 16.000 ton TNT’nin (dinamit) patlaması sırasında çıkan enerjiye özdeş bir enerji açığa çıkartmıştır. Aynı güç Nagasaki bombasında 21.000 ton TNT olmuştur.
Atom bombasının, konvansiyonel bombalar gibi yıkıcı etkisi dışında, ısı ve radyasyon etkileri de vardır. Yıkıcı etkisi normal bombaların binlerce katıdır. Çıkan ısı bombanın düştüğü merkezden çok uzak yerlere kadar yayılabilir, ikincil yangınlara yol açar. Hiroşima’da patlamanın etkisiyle çıkan rüzgârın hızı, merkezde saatte 510 km, iki kilometre uzakta saatte 216 km idi. Bombanın patladığı merkezden 2 km uzaklıktaki bir noktada bu rüzgârın uyguladığı basınç cm2 başına 300 gr olmuştur ki, bu 10 m2’lik bir evin duvarına 30 tonluk bir toplam kuvvet uygulanmasına karşılık gelir.
Dr. Michihiko Hachiya’nın günlüğünden alınan satırlarda anlattıkları, Hiroşima bombasının yıkım ve ısı etkisinin sonuçlarıdır. Bombanın patlamasından hemen sonra çöken karanlık ise, radyoaktif bulutların gölgesiydi. Bu bulutlar şiddetli ısı etkisiyle aniden oluşan hava akımlarının hızla göğe yükselmesiyle oluşmuş ve yeterince soğuyunca da taşıdıkları son derece radyoaktif tozlarla birlikte kara yağmur olarak yere dönüp toprağa karışmışlardır. Hiroşima’da 350.000 kişi, üç gün sonra, 9 Ağustos’ta ikinci bombanın atıldığı Nagasaki’de 270.000 kişi bombaların yıkıcı, ısı ve radyoaktif etkilerine maruz kaldı. İlk anda Hiroşima’da 140.000 Nagasaki’de 70.000 kişi öldü. Bombanın düştüğü yeri merkez alan iki kilometre yarıçaplı bir daire içindeki hemen tüm canlılar öldü, binalar yıkıldı veya yandı.
Atom bombasının ısı ve yıkıcı etkileri konvensiyonel silahlarla karşılaştırıldığında, tabii ki düşünülemeyecek kadar korkunçtur, ama kısa surede ortadan kaybolurlar. Kaybolmayan etki, atom bombasının radyasyon etkisidir. Bu, bombanın patladığı an başlar, yıllarca sürer, genler aracılığıyla bir sonraki nesile geçer. Nitekim Hiroşima ve Nagasaki’de kara yağmur ve dolayısıyla yağmurun taşıdığı nötron tozlarının toprağa nüfuz edip yıllar sonra bile bu şehirlere girenleri radyasyonla zehirlemesi yüzünden toplam ölü sayısının aslında 280.000’den fazla olduğu tahmin edilmektedir.
Radyoaktivite ve radyasyon
Çekirdeklerindeki proton ve nötron sayıları eşit olmayan atomlar kararsız elementleri oluşturur. Kararsızlık derecesi, nötron ve proton sayısı arasındaki farkla artar. Örneğin nötron sayısı 76, proton sayısı 54 olan iyot, nötron sayısı 35, proton sayısı 30 olan bakırdan daha kararsızdır. Bu tür elementlerin çekirdekleri daha kararlı bir hale gelebilmek için herhangi bir dış etki olmadan bir parçacık yayarak bozunabilirler. Bu tür elementlere radyoaktif madde denir. Radyoaktivite radyoaktif maddelerin (radyoaktif izotopların) radyasyon dediğimiz enerji yüklü parçacık ışınlarını yayabilme kapasitesidir.
Işıma, atom çekirdeğinden çıkan parçacığa bağlı olarak üç şekilde olabilir: Alfa (a), beta (b) ve gamma (g) ışıması. Bu parçacıkların tümü, içinden geçtikleri maddenin atomlarını iyonlaştırma, yani atomlarla etkileşerek onların elektronlarını koparma ve atomları elektrikle yükleme özelliğine sahiptir. Bu parçacıkların canlılar üzerindeki etkilerinin şiddeti ve etki süresi ise iyonlaştırma derecelerine bağlı olarak değişir. Bunların dışında nükleer reaktörlerde ve nükleer bombaların patlaması sırasında açığa çıkan nötron demetleri vardır ki, bunlar da dolaylı olarak iyonlaşmaya neden olur.
Alfa parçacığı kütlesi nispeten ve iyonlaştırma düzeyi çok yüksek, iki proton ve iki nötron içeren helyum atomunun çekirdeğidir. Ağır olması ve yükünün (pozitif iki elektron yüküne eşit = 2 x 1,6 10-19 Coulomb) fazla olması nedeniyle madde içinden geçerken yolu üzerindeki atomlarla ve diğer yüklü parçacıklarla çarpışmalara uğrayarak enerjisini çok çabuk kaybeder, havada birkaç cm içinde soğurulur, ince bir kâğıttan bile geçemez.
İnsan derisine düşen alfa parçacıkları derinin en üst düzeyinde birkaç hücre kalınlığında bir tabakada soğurulacakları için bir tehlike oluşturmazlar. Ancak herhangi bir şekilde solunum veya sindirim yollarına girecek olurlarsa, yüksek kütle ve yükleri nedeniyle çevrelerindeki hücreleri çok yüksek düzeyde iyonlaştırır, şiddetli bir radyasyon zehirlenmesi, hücrelerdeki kromozomların parçalanması, akciğer, sindirim ve idrar yolları kanserlerine neden olurlar.
Beta ışınları yüksek enerjili elektron ve pozitron demetleridir. Kütleleri küçük (elektron kütlesi =
9.1 10-31 kg), yükleri ± bir elektron yüküne eşit olan parçacıklardır. Beta ışınları madde içinde soğurulmadan çok uzun yol alabilir, ancak yolları üzerine konacak kalınca ağır metal levhalar tarafından durdurulabilirler. İyonlaştırma düzeyleri alfa parçacıkları kadar yüksek olmamakla birlikte, soğurulmadan madde içinde uzun yollar alabilmeleri nedeniyle canlılar için tehlikelidirler. Beta ışınları bazı kanser türlerinin tedavisinde, kalite kontrolünde, maddelerin kalınlıklarının ölçümünde kullanılabilir.
Gamma ışınları elektromanyetik dalga spektrumunun ek kısa dalga boyu veya en yüksek frekans ve enerji bölgesinde bulunan, kütlesi sıfır olan foton dediğimiz dalgalardır. Yüksek enerjileri nedeniyle canlıların vücudunda büyük tahribata neden olurlar. Gamma ışını elektriksel olarak yüksüz olduğundan doğrudan iyonlaştırıcı değildir, fakat atomlardan kopardıkları elektronlar iyonlaştırmayı yapar. Gama ışınlarının etki gücü çok yüksektir. Beta ışınlarına göre 100 kat daha fazla nüfuz etme özelliğine sahiptirler. Gama ışınları birkaç santimetre kalınlığındaki kurşundan geçebilir.
Nötron ışınları serbest nötron parçacıklarını içeren demetlerdir. Enerjilerinin büyüklüğüne göre, termal (yavaş) ve sıcak (hızlı) nötronlar olarak bilinirler. Nötronların yükleri olmadığı için alfa veya beta parçacıklarından daha farklı bir şekilde “dolaylı” iyonlaştırmaya neden olurlar. Bu iyonlaştırma düzeyi çok yüksektir. Örneğin bir nötron soğurulması, gamma ışımasına, bu da atomdan bir elektron salınmasına (beta ışıması) neden olur. Nötronlar yüksüz oldukları için madde içinde alfa ve beta parçacıklarından çok daha fazla yol alırlar. Düşük yoğunluktaki maddeler içinde soğurulmadan alabildikleri yol, gamma ışınlarıyla hemen aynı düzeydedir. Nötronların canlılar için en tehlikeli özelliklerinden birisi, kendilerini soğuran atom çekirdeklerini ki, bunun içine doğal olarak hücrelerdeki atom çekirdekleri de dahildir, transmutasyona uğratıp radyoaktif hale dönüştürmeleridir. Nötronların diğer bir özelliği de metal gibi katı maddelerin yapılarını değiştirip onların daha kırılgan olmalarına neden olmasıdır ki, bu reaktörlerin ömrünü kısaltan en önemli faktörlerden birisidir. Nükleer silahların, soğurulması çok zor olan nötron demetlerini daha yoğun bir şekilde üretebilmeleri ve dolayısıyla daha öldürücü olmaları için, nükleer yakıt içine berilyum gibi nötronları yansıtıcı bazı katkı maddeleri koyularak yapılan “nötron bombaları”nın üretimi 1970’li yıllardan beri sürmektedir.
Radyoaktivitenin canlılar üzerindeki etkileri
Canlı dokuların fonksiyonları moleküller tarafından kontrol edilir. Moleküller farklı tiplerde atomların birbirlerine kimyasal bağlarla bağlanması ile oluşmuştur. Bu moleküllerin gerektiği gibi fonksiyonlarını yerine getirmesi bileşimlerine ve yapılarına bağlıdır. Kimyasal bağlardaki değişiklik molekül yapısının bileşimini değiştirir. İyonlaştırıcı radyasyon bunu yapmak için yeterince güçlüdür. Örneğin, tipik bir iyonlaşma iki karbon atomu arasındaki kimyasal bağı bozmak için gereken enerjinin altı-yedi kat daha fazlasına sahiptir. İnsan vücudu çoğunluğunu karbon, hidrojen, oksijen ve azotun oluşturduğu atom yığınlarından oluşmuştur. Vücudumuzdaki en yaygın molekül ise su molekülüdür ve içerisinde şeker, yağ, protein ve genetik kod molekülünü (DNA) taşır. Bu moleküllerden bazıları oldukça karmaşıktır ve milyonlarca atomdan oluşmuştur. Radyasyon, atomların sahip olduğu elektronların bazılarının atomdan uzaklaştırılması ile vücudumuzdaki hücrelere etki eder ve kolayca elektronların bağlı oldukları atomlardan uzaklaştırılmasına neden olabilir. Bu olaya iyonlaştırma adı verilir. İyonlaştırma sonucunda, elektronik olarak yüksüz atomlar yüklü iyonlara dönüşürler. Örneğin, bir atom elektronlarından birini kaybederse pozitif bir iyona dönüşür, eğer bu elektron nötr bir atomun yapısına katılırsa, bu atom negatif yüklü hale geçer. Pozitif bir iyonda bir elektron boşluğu diğer bir elektron ile kolayca doldurulur ve negatif yüklü bir iyon da kolayca bu fazla elektronunu kaybedebilir. İyonlaşmanın verdiği zararı onarma işlemi bir metal içerisinde oldukça hızlıdır, çünkü metalde bütün atomlar hareketli bir elektron denizindedirler.
Organik maddelerde ve yaşayan dokularda ise bu zarar daha kalıcıdır. Bu durumda kaybedilen elektronların yer almış olduğu bağlardaki zayıflama nedeniyle moleküllerde bozulmalar gözlenebilir. Kimyasal olarak bozulmuş olan moleküller, yeni bir kimyasal molekül oluşturmak üzere başka moleküllerle birleşebilirler. Moleküllerin bu bozulma ve yeniden düzenlenme işlemi, iyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkiler doğurması ile sonuçlanır. Çoğu durumda, canlı doku bu tip değişmelerde zarar görmeden kalır, çünkü hücre içerisinde çok sayıda yer alan moleküller için birkaç molekülün yapısının bozulması ya da yeni bir moleküle dönüşmesi ihmal edilebilir bir etkidir. Ayrıca yaşayan bir hücre aynı zamanda yapısındaki bozuklukları onarmak için yeterince kaynağa sahiptir. Asıl tehlike, hücrenin yapması gereken fonksiyonlarında kilit rol oynayan moleküller zarar gördüğünde ortaya çıkar. Bunun en önemli örneği bu tip hücrelerin yeniden üretimi için gerekli genetik bilgiyi taşıyan DNA molekülüdür. DNA molekülünde oluşacak bir hasar hücrenin ölümüne ya da genetik bir bozukluğun gelecek kuşaklara geçmesine neden olacaktır. DNA yapısındaki bir bozukluk hücre bölünmesinin kontrolünün kaybolmasına ve hücrenin kontrolsüz olarak çoğalmasına neden olur. Bunun sonucunda oluşan genetik etkilerin ortaya çıkması ise sonraki nesillerde olabilir.
Peki, ne kadar radyasyon bu etkileri yaratmak için yeterlidir? Radyasyonun miktarını tanımlamak için kullanılan birimlere kısaca bir göz atmak, daha sonradan söz edeceğimiz miktarlar hakkında düşünce sahibi olmak açısından yararlı olacaktır.
İyonlaştırıcı radyasyonun insanlar üzerindeki biyolojik etkisi Rem ya da Sievert (Sv) birimiyle ölçülmektedir. 100 Rem, 1 Sv’e eşittir. Rem, X ışınlarının 1 rad’ına eşit olan, insanoğlunda biyolojik etkiler yaratan radyasyondan kaynaklanan dozdur. Rad birimi ise, 1 gr dokuda 100 erg enerjinin depo edildiği dozdur. Gamma ışınları, madde içerisinde derinlere ilerleyebilme özelliklerine sahip olduklarından ilerlediği yol boyunca iyonlaşmış alanlar bırakır. Yüksek enerjili bir elektron da çok hafif bir parçacık olduğu için madde içinde benzer şekilde davranır. Alfa parçacığı ise çok daha ağırdır ve bu nedenle nispeten çok daha yavaş hareket eder. Yüklü bir parçacık olduğundan da, daha büyük elektrik kuvveti yaratır. Sonuç olarak küçük bir bölgede fazla sayıda iyonlaşmış atom oluşturur ve bu nedenle gamma ya da beta ışımasının 1 rad’ı 1 rem’lik etki yaratırken, alfa ışımasının 1 rad’ı 10 rem radyasyona neden olur.
Radyasyonun etkilerini belirleyebilmek için hayvanlar üzerinde sistematik deneyler yapılmakta ve bu deney sonuçlarından elde edilen verilerle istatistikler hazırlanmaktadır.
Radyasyonun etkileri iki grupta incelenebilir: Çok ağır dozların kısa süre sonra ortaya çıkardığı kısa zamanlı etkiler ve daha az dozların neden olduğu uzun zamanlı etkiler. Uzun zamanlı etkiler çeşitli kanser tipleri, özellikle kan kanseri ve çok uzun yıllar sonra ortaya çıkan genetik etkilere neden olur. Kısa zamanlı etkiler birkaç saat içinde belirtilerini göstermeye başlar ve bu ağır dozların sonucu görülen etkiler radyasyon hastalığı olarak adlandırılır. Radyasyon hastalığı hakkındaki bilgilerimiz, Hiroşima ve Nagasaki kurbanlarından kaynaklanmaktadır. Radyasyon hastalığı, hücre zarlarına büyük ölçüde zarar verir ve iç kanamaya, ağır anemiye ve ciddi olarak enfeksiyona karşı vücudun direncinin düşmesine neden olur.
1000 rem’den daha fazla gamma ışını alanlar bir hafta içinde, 700 rem gamma ışını almış olanlar ise iki ay içinde öldüler. Genellikle 600 rem civarından daha büyük, ani bir radyasyon dozunun haftalar ya da günler içerisinde ölüme yol açtığı görülmüştür. 300 rem civarında radyasyon almış diğer kurbanların ise ciddi radyasyon hastalığına sahip olsalar da yaşamda kalma şansları vardır. 200 rem’in altındaki dozlar ise uzun süreli hastalığa, özellikle anemiye neden olacaktır.
İnsanlık suçu
Ölenlerin hepsi savaşçı değildi; siviller, çocuklar, yaşlılar yeni doğmuş, henüz doğmamış bebekler de öldü. Birçoğu hemen öldü, birçoğu yıllarca acı çekti. Nesiller geçti, hâlâ bombanın etkileri kaybolmadı, acılar dinmedi.
2.Dünya Savaşı’nın bitiminde Japonya’nın liderlerini ve savaş suçlularını yargılamak için kurulan askeri mahkemede ABD’nin savunma avukatlarından Ben Bruce Blakeny, Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombasının atılmasının insanlık suçu olduğunu ilk kez ileri sürebilme cesaretini gösterdi.
Atom bombasının geliştirilmesi, yapılması ve atılmasında rol ve karar sahibi herkesin insanlığa karşı işledikleri suçlardan dolayı kanun önüne çıkarılmaları gerekmez miydi? Maalesef bu suçlular, savaşı kazanan tarafta oldukları için bu gerçekleşmedi.
Kaynaklar:
1) Hachiya, Michihiko, Hiroshima Diary (1955); Hersey, John, Hiroshima (1963).
2) “Surviving the Atomic Attack on Hiroshima, 1945,” EyeWitness to History, www.eyewitnesstohistory.com (2001).
3) A. Cottrell, How Safe is Nuclear Energy?, Heinemann, London, 1981.
4) M. Mansfield, C. O’Sullivan, Understanding Physics, John Wiley & Sons, Chichester, 1998.
5) How Does Radiation Affect Humans?
http://tis.eh.doe.gov/ohre/roadmap/achre/intro_9_5.html
6) Çevremizdeki Fizik, N. Balkan, A. Erol, Tübitak Yayınları 2004
7) http://www.fas.org/nuke/intro/nuke/index.html
8) http://www.nrdc.org
Kaynak: Bilim ve Gelecek, Sayı:42, Ağustos 2007, s.63-67